Berlin: Ünlü isimler, tuhaf filmler

73'üncü Berlin Film Festivali'nin Ana Yarışma kategorisindeki Rolf de Heer imzalı "The Survival of Kindness" ve John Trengove’un yönettiği “Manodrome” filmlerinin gösterimleri yapıldı.

Google Haberlere Abone ol

Ahmet Boyacıoğlu

Bir film festivali yönetmeninin en önemli görevi festivali görünür kılmak ve üzerinde konuşulmasını sağlamak olmalı. Berlin de bu konuda her zaman çok başarılıdır. Yıllar önce festival Rolling Stones ile ilgili bir belgesel ile açılmış, tabii ki grubun bütün üyeleri de açılışta hazır bulunmuştu. Kim böyle bir habere kayıtsız kalabilir? Her yıl ünlü sinema oyuncularının ve yönetmenlerinin yanı sıra, ilgi çekeceği kesin olan bazı isimler bir şekilde festivale dahil ediliyorlar. Önümüzdeki yıl İngiliz Kraliyet Ailesi’nin baş belaları Harry ve Meghan Berlin’e gelirlerse hiç şaşırmamak gerek.

Bu yıl üzerinde çok konuşulan isimlerden biri Boris Becker. Genç neslin adını bile duymadığı Becker 1980’lerde kazandığı turnuvalarla milli kahraman ilan edilen bir tenis yıldızıydı. Doğal olarak tenis bir yaştan sonra sona eriyor, ancak hayat devam ediyor. Aslında Boris Becker oldukça şanssız bir ünlü. Hiçbir zaman boyalı basının sayfalarından inmedi ama hep skandallarla anıldı, aşk hayatı da, vergi dairesiyle başının belaya girmesi de hep manşetlere düştü. Ünlü olmak ile rezil olmak arasında ince bir çizgi var hep. (Halbuki bizde olsa vergi borçlarını siler, bir de yönetim kurulu üyeliği ayarlardık, gül gibi yaşayıp giderdi. Almanya bu konuda çok nankör.) Becker birkaç ay önce İngiltere’deki bir hapishaneden salıverildi ve Almanya’ya döndü. “Boom Boom, Dünya Boris Becker’e Karşı” adlı belgesel festival programında gösterildi ve Alman basınının yoğun ilgisini çekti. Becker basın toplantısında ‘Hata yaptım mı? Evet. Bu salonda hayatında hiç hata yapmadığını iddia eden biri varsa ayağa kalksın’ demiş. Güzel söz. Bu ayağa kalkma konusunu herkes bir düşünmeli.

Ana Yarışma'da yer alan Rolf de Heer imzalı Avustralya yapımı “Dostluğun Kurtuluşu” (The Survival of Kindness) çok ilginç, bir o kadar da tuhaf bir film. Çölün ortasında bir kafesin içinde ölüme terk edilmiş kara derili bir kadın filmin ana kahramanı. Başlangıçta ‘Burası neresi?’ diye düşünüyor insan, halbuki dünyadaki herhangi bir çöl olabilir, ya da çölleşmiş başka bir yer. Uzun süre kafesin içindeki kadını ve çölde birbiriyle boğuşan karıncaları izliyoruz. Büyük karıncalar küçükleri öldürüyor, sonra da bırakıp gidiyor. Kadının kafesten çıkmayı başarmasıyla distopik bir yolculuk başlıyor. Bir salgın hastalığın yok ettiği köyleri, terk edilmiş evleri, ölmüş eşini kucağında tutan, yüzü yara bere içinde yaşlı bir adamı, köprülere asılmış insanları, açık mezarları, çürümüş cesetleri görüyoruz. Gaz maskesi takmış silahlı adamlar kafeslerdeki kara derililere işkence ediyorlar, taş atıyorlar. Filmde hiç diyalog yok, zaten konuşulacak bir şey de yok, çünkü savaş, şiddet ve işkencenin kendi dili var. Son sahnede iki kişi birbirlerine bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ancak farklı diller konuştukları için anlaşamıyorlar. İzleyiciler de alt yazı olmadığı için bir şey anlamıyor, tam da dünyanın şimdiki hali gibi. İzlenmeye değer.   

Güney Afrikalı John Trengove’un yönettiği “Manodrome” başrollerini Jesse Eisenberg ve Adrien Brody’nin paylaştığı bir Amerikan filmi. Maddi sıkıntı çeken, sevgilisi karnı burnunda hamile, kafası karışık, yalnız ve kızgın Uber sürücüsü Ralphie’yi tanıyoruz önce. Belanın kokusu her yerde. Ralphie bir arkadaşının araya girmesiyle erkekliği yücelten, biraz da kadınlardan ağızları yanmış bir tarikata katılıyor. Baba – oğul ilişkisi üzerine kurulu tuhaf bir topluluk bu. ‘Baba Dan’ (Adrien Brody) tarikatın yöneticisi, yeni üye gençler ‘oğul’ olarak adlandırılıyorlar. Tarikata katılım bir törenle ve kovboy filmlerinde sığırlara vurulan damganın benzerinin sağ kola vurulmasıyla gerçekleştiriliyor. Kendilerini kurban olarak gören ve kadını şeytanlaştıran hastalıklı insanlar var karşımızda. Bu toksik erkekliğin baskı altına alınmış karanlık yönleriyle de film ilerledikçe tanışıyoruz. Sonra ortaya bir tabanca çıkıyor ve kan gövdeyi götürüyor.

Bazı filmler vardır, bir yönetmene ya da klasikleşmiş bir filme adanırlar. Bu film de Martin Scorsese’ye ve “Taxi Driver”a bir saygısızlık örneği olarak kabul edilebilir. Uzak durun.