Bergen'in senaristleri Sema Kaygusuz ve Yıldız Bayazıt: Kadınlık kaçınılmaz biçimde yeni bir akıl örgütlüyor

Yazar ve senarist Sema Kaygusuz, senarist ve gazeteci Yıldız Bayazıt’la Bergen filmini ve kadınların mücadelesini konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Sokaklarda kadınların sesi, mücadelesi yankılanacak; öte yandan da sinemalarda Bergen’in eril zihniyete karşı verdiği hayat mücadelesi perdede… Vizyona girdiği günden itibaren tartışmaların odağında olan bir film, eleştirenler de oldu, filmi başarılı bulanlar da.

Orchestra Content'in ve Mine Şengöz'ün üstlendiği, senaryosunu Sema Kaygusuz, Yıldız Bayazıt'ın yazdığı, müziklerini Mazlum Çimen'in bestelediği, yönetmen koltuğuna Mehmet Binay ve Caner Alper'in oturduğu Bergen filmi oyuncu kadrosunda; Farah Zeynep Abdullah (Bergen), Tilbe Saran (Sabahat), Erdal Beşikçioğlu (Halis Serbest), Nergis Öztürk (Nadire) gibi önemli oyuncular yer alıyor.

Film vizyona girdikten sonra büyük ilgi gördü. Bu ilgiyle kadın meselesini, kadın cinayetlerini, erkek egemen toplumu popüler bir film üzerinden yeniden tartışmaya başladık.

Filmin senaryosunu yazan iki kadın, Sema Kaygusuz ve Yıldız Bayazıt. Bergen’in hayatına dokundular, Belgin’i Bergen yolculuğuna doğru yola çıkardıklarında kadını kurban değil hayatta varoluşuna sarılan temsili bir hikâye olarak gündemlerine alıyorlar. 

Yazar ve senarist Sema Kaygusuz, senarist ve gazeteci Yıldız Bayazıt’la bu yolculuklarını, Bergen’i, kadınların mücadelesini konuştuk.

Sema Kaygusuz ve Yıldız Bayazıt

Bergen filmi vizyona girdi, büyük ilgi de gördü. Senaristleri olarak nasıl bir süreçten geçtiniz?

YILDIZ BAYAZIT: Bu biyografi çalışmasını da Müslüm filmini yaparken oluşturduğumuz yapı üzerinden şekillendirdik. Senin de bildiğin gibi, önce sen röportajlar, araştırmalar yaptın. Peyderpey gelen metinleri çok kıymetli danışman ekibimizle değerlendirdik. Tuğrul Eryılmaz, Sosyolog Prof. Meral Özbek, psikiyatr Cemal Dindar, Müzikler için Murat Meriç ve değerli edebiyatçılar Murat Özyaşar, Yavuz Ekinci ve yapımcımız Mine Şengöz ile hikâyenin toplumsal cinsiyet eşitliği normlarında çağına tanıklık etmesi gereken pencereye dair uzun ve yaratıcı toplantılar yaptık. Bütün bunlardan sonra oluştu senaryo. Bu ülkenin aktif problemi de olan Bergen’in hikayesi ile yüzleşmek zorlayıcı bir deneyimdi. Hikayesi yarım kalan, 29 yaşında öldürülen bir kadının hayatını, müzikal gücünü ve tutkusunu, Belgin’i, onun Bergen olma yolculuğunu, bu yoldaki iradesini yok saymadan, şiddetin pornografisini kesinlikle yapmadan ama etkilerini de görmezden gelmeden anlatmaya çalıştık.

SEMA KAYGUSUZ: Senaryo yazma süreci gayet güzeldi. Ama senaryoyu anlatma kısmı epey yıpratıcıydı doğrusu. Bergen gibi “Acıların Kadını” adıyla nam salan bir kadını kurbanlıktan çıkarıp sahici bir özne olarak anlatmak istediğimizi üstüne basa basa iki yıl boyunca anlatmak zorunda kaldık. Bu sizin seyrettiğiniz filmin ekibi, bizim iki yıl boyunca yaptığımız arayışların sonunda her açıdan mutabık kaldığımız ilk ekip oldu. Öncesinde yaşadıklarımızı, atlattıklarımızı düşünürsek Bergen filmi mucizedir, gerçekten. Sırf kadın olduğu için öldürülmüş her kadın nasıl politik bir özneyse, bu filmle de Bergen kendi hikayesinin kahramanı oldu. Bunu başardık. En azından öldürülmüş kadınlar hakkında dedikodu yapılamayacağını, mağduru suçlayamacağımızı, tramvatize olmuş kadının yaptığı tercihlerin sorgulanamayacağını,  onun ancak kapıldığı duygusal sarmallarla anlatılabileceğini gösterdik. Sırf bu yüzden ben çok memnunum Bergen’den.

Bergen bir yanıyla kadınların sesi oldu adeta. Filmi izleyenlerden tam not aldı. Acılı bir hayatı, ajiteye uygun, acıyı sömürmeye uygun bir hayatı denge gözeterek kaleme almışsınız. “Ağlak” bir film değil, güçlü bir kadın karakteri karşımızda. Bu dengeyi nasıl korudunuz?

S.K.: Çok temel bir ilkesel karar aldık. Bergen bugün burada olmasa da onu temsil ederken kadının haysiyetini korumaktan sorumluyuz. Onun yaşadığı şiddeti göstermemiz hem çok banal bir yol, hem de öldürülmüş kadını yeniden öldürmek anlamına gelecekti. Kanlar içinde yere düşen bir kadın görmek istemedik. Cinayet failinin kadının bedeni üstünde kurduğu tahakkümü yinelemeyi reddettik.

Y.B.: Evet, ilkesel birçok karar var çalışmada. Tam olarak olması gerektiği gibi kolektif bir iş, ortak akıl. Bergen filmi bir biyografi olmaktan öte, bugün hala güncelliğini koruyan ve değiştirmekten başka seçeneğimizin olmadığı bir hikâye… Bu topraklara sinmiş olan “kaderci” bakış açısının, önlenemez olduğuna inandırmaya çalıştığı kadına yönelik şiddet, iyileştirilmek istenmeyen ve bilinçli şekilde ihmal edilen bir coğrafya “yarası” aslında.

Hemen hemen her gün karşımıza çıkan şiddet haberlerinde ve kadın cinayetlerinde, sürekli güncellenen bir Bergen sembolüne şahit oluyoruz. Daha çok sesiyle ve sanatıyla aklımızda kalması gereken Bergen’in sürekli anımsanmasının en büyük nedeni, gün geçtikçe artan kadın cinayetlerinin gelip dayandığı ve dibini göremediğimiz politik felaketler dizisi. Her kadın cinayeti gibi, Bergen cinayeti de politik.

Tabii burada kadın olmanızın da etkisi var diyebilir miyiz?

S.K.: Elbette vardır. Biz üç kadındık yan yana. Mine Şengöz, Yıldız Bayazıt ile. Bu ilkeyi her tartışmada hiç ödün vermeden yinelememizin bir nedeni de elbette kendi kadın deneyimlerimiz olmuştur. Her kadın bilir, kadınlık kaçınılmaz biçimde yeni bir akıl örgütlüyor.

Y.B.: Olmaz mı? Eril zihniyete karşı duran bir felsefi yapı kurduk. Hiçbir şekilde taviz vermeden filmi sıradanlaştırmaktan bunu direnerek koruduk. Yapımcımız Mine Şengöz sadece kadın olduğu için çok ciddi zorluklar yaşadı, bariyerlerle mücadele etmek zorunda kaldı. Biz bu çalışmada da bir kez daha gördük ki sektörde özellikle kadın hikayelerini, kadınların düşünmesine, anlatmasına, çekmesine ihtiyaç var.

Filmden çok konuşmak istemiyorum ama Bergen’in bilmediğimiz yönlerini de öğrenmiş olduk. Burada baba figürü önemliydi. Elbette bu işin travması çok ağır. Bergen’i yazarken sizi şaşırtan anektodlar oldu mu?

S.K.: Doğrusu ben hiç şaşırmadım. O kadar eski, o kadar bildik bir hikâyenin içindeydik ki Bergen’i başka bir açıdan anlatmamız gerektiğini zaten biliyorduk. Onun müzikal yeteneği, müzik türleriyle kurduğu esnek ilişki çok belirleyici oldu. Yaşadığı coğrafyada ‘baba’ figürünün açtığı yarayı tanıyorduk zaten. Böylece onun, bir yandan yuvasını arayan bir köksüz, aynı zamanda sahnede büyüyen bir kraliçe oluşu senaryomuzun oturduğu eksen oldu.

Y.B.: Bergen’in hayatının önemli bir bölümü babasından uzakta geçiyor. Baba figürü çok önemli evet. Filmin ilk yarısında, babasıyla dolduramadığı boşluğu onun onayıyla doldurmaya çalışan bir Bergen görüyoruz. Bu hasretin yarattığı travmatik eşiği, babasından kalan en önemli hatıra ile, şarkı söyleyerek, müziğe yaslanarak geçmeye çalışıyor. Ama anne de hayati önem taşıyor Belgin’in Bergen olma yolculuğunda. Son anına kadar yanında olan annesi Sabahat ile yaşadığı zor süreci görüyoruz. Annesine karşı zaman zaman öfkeli, zaman zaman şefkatli ve koruyucu bir yerde duran Bergen’in, failden, kendisi kadar annesini de korumaya çalıştığına şahit oluyoruz.

Tabii eleştirilerde var filme dair, Bergen’den bir kadın kahramanı yaratıldı gibi. Ne dersiniz?

S.K.: Bu söylediğiniz bir eleştiri değil, bir zihniyet. Bergen yaşasaydı bugün 63 yaşında binlerce insanın zevkle dinlediği fenomen bir şarkıcı olacaktı. Bu kadın şu anda aramızda yok. Bu boşluğa bakmak çok daha yerinde olur.

Y.B.: O boşluk ve o boşluğun yüzümüze tokat gibi çarptığı bir gerçeklik var. Kilitli kapılar ve kafesle korunan bir mezar. Dönemin ve toplumun tüm zorlaştırıcı unsurlarına rağmen anne, altı yaşında bir kız çocuğu ile yeni bir hayat kurma cesareti gösteriyor. Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, bütün zorluklara rağmen nihayet bunu başaran bu iki kadından biri öldürülüyor, diğeri onun yokluğunda ve daima korkarak yaşamaya çalışıyor. Bir kurgu değil, bir düşünsel yaratım değil, acı ve korku kaynaklı bir gerçek, kilitli kapılar, kafese hapsedilmiş mezar...  Evet, sadece Bergen de değil, bu iki kadın da hikâyenin kahramanı.

Ve bence temsili bir hikaye ve kadınlara cesaret verecek bir hikaye…

S.K.: Bence de öyle oldu. Şiddeti anlatırken love bombingten manipülasyona diğer yavaş şiddet türlerini es geçmemeye dikkat ettik. Kaldı şiddet, dayak, yaralama, cinayet, öncül şiddetlerden sonra gelir. Sadece kadınların değil, ikili cinsiyet esasına yaslanan erkek egemen kültürde kendini baskı altında hisseden her özne için uyarıcı bir hikâye olmuştur, umarım. Savunma hattını ölene kadar değil hayatta ve ayakta kalmak üzerine kurulması, evet, dediğiniz gibi cesaretlendirici olursa ne mutlu bize.

Y.B.: Bergen, bir kadın olarak, bir irade olarak, kendisine dair söz sahibi olmaya direten bir bireydi… Ve henüz 29 yaşındayken yaşam hakkı elinden alındı. Bütün direnenleri, söz hakkı, kendini ifade etme hakkı elinden alınan bütün ötekileştirilenleri de bu direniş duygusuyla yakalar umarım bu hikâye.

'İstanbul Sözleşmesi Yaşatır' vurgusu çok önemliydi filmde. Türkiye’de kadın cinayetleri, cinsel saldırıları her geçen gün artarak devam ediyor. Ve bir türlü algıyı da değiştiremedik. Kadın ölüyor ama hala “kadının ne işi vardı gece yarısı” diyebilecek kadar fütursuzlaşıyoruz. Kadın olarak bu geldiğimiz süreci nasıl yorumlarsınız?

S.K.: Mağdur suçlayıcılık, yargılama, şiddetin nedenlerini sorgulamak, kurbanlığı kadersel öz haline getirmek, kültürel bir hastalık değil yalnızca, aynı zamanda sığlık.  İnsanlar işin kolayına kaçıyorlar. Bilesiye yürütülen bir cehalet rejimi bu. Özgürlük korkutucu olunca başkasının özgürlüğü de korkutucu oluyor. Geldiğimiz süreci ise, kadının özgürlük talebini imha etmeye yönelik sistematik bir saldırı olarak yorumluyorum. Kadınlar değişiyor ama en yakındaki ‘erkeklik’ alan kaybıyla baş edemiyor. Bu imhaya karşı daima dayanışmak zorundayız. Açıkçası ben Bergen filmi vesilesiyle Bergen ve Bergen gibi hayattan koparılmış binlerce kadının yasında birbirimizle dayanıştığımızı düşünüyorum.

Y.B.: Kadın hareketi açısından İstanbul Sözleşmesi iptali konusu ciddi bir mevzi kaybı. Oysa kadın direnişi demokrasinin vazgeçilmez bir ayağı.  Cinsiyet eşitliği mücadelesi, demokrasi hedefinin çeperinde değil, tam merkezinde yer almalı bu açıdan. Genel olarak bütün dünyada patriyarka ile mücadele popülist otoriterleşme dalgasının hüküm sürdüğü bir alanda.  Bu anlayışın sembol liderlerinin kadın hareketi karşıtı olması tesadüf değil. Diğer yandan filmde objektif bir bakış açısıyla, bu dramın bir tek failinin olduğuna özellikle vurgu yapıldı. Çünkü kadın cinayetlerinde failin suçunu ve sorumluluğunu kadının kendisinde, annesinde, ailesinde arayan hatta ileri giderek yüklemeye çalışan sistematik kötülükten özellikle uzak duruldu.

Tabii Bergen filmine bağlarsak filmden sonra “halisserbesyenidenyargılansın” hashtagleri açıldı. Burada sanatın gücünü görmek mümkün değil mi?

S.K.: Evet. Popüler kültür için sanatsal işler yaparken yaratıcıların kendi temalarını seçmekte, bakış açılarını güncellemekte ne kadar özen göstermesi gerektiğini bir kez daha anımsamış olduk.

Y.B.: Hukuki olarak bu mümkün değil tabii. Ama bu güçlü ve haklı talep tek bir kadın cinayeti yargılamasında ışık olabilirse o zaman bu gücü gördük demek mümkün.

Öte yandan da Kozan’da film yasaklandı… Akıl tutulması mı yaşıyoruz?

S.K.: Yasaklanmadı. Çünkü daha önce filmin afişlerini istemişlerdi. Gayet isteklilerdi.  Gösterim için işlemler çok önceden başlatılmıştı. Daha sonra büyük olasılıkla Kozan belediye başkanı korkutuldu. Korkunca içeriksiz bir mazeret üreterek durumu geçiştirmeye çalışmış görünüyor. Failin konuşmaları da bunu doğruluyor zaten. Tahakküm ilişkilerini bu biçimde sürdürmeye devam ediyorlar. İşe yarar mı, bir süre için, belki. Ama bu noktadan sonra hiçbir kadın düşmanı akıl, Bergen’i yenemez.

Y.B.: Failin bu tür bir yolla aklanması ilk kez olmuyor. Her gün son olması dileğiyle direniyoruz. Değiştirmeye dönüştürmeye, faili koruyan yapıyı ifşa etmeye çalışıyoruz. Evet, Türkiye’de failin yaşadığı bir ilçede Belediye sinemasında kamusal bir anlamla fail aklanıyor. Ama bütün Türkiye’de insanlar filme sahip çıkıyor. Başta derdi derdimiz olanlar olmak üzere onu tanıyan tanımayan herkes Bergen’in hikayesiyle dayanışıyor.