Beklenen ama hiç gelmeyen o yüzleşme: 9,75

Ülkenin iki yakasında iki çocuk. Hikâyeleri benzetilmeye çalışılmış; şekerle olan ilişkileri, kimsesizlikleri, Kemalettin Tuğcu okumaları, yüzlerindeki yaralar… Sonra batıdaki doğudakini öldürüyor...

Google Haberlere Abone ol

Roza Alkan

Kürtleri ya da Kürt sorununu anlatan filmlere karşı çok temkinliyim. Çünkü genelde avcının gözü ve diliyle anlatılır. Durduk yerde sinirimi bozmamak için izlememeyi tercih ediyorum.

Mehmet Eroğlu’nun romanından uyarlanan ve Uluç Bayraktar’ın yönettiği "9,75" filmini, sosyal medyadan takipleştiğim, aklına ve sağduyusuna güvendiğim kişiler olumlu bahsedince oturup izledim. Açıkçası neden etkilendiklerini çözemedim, çünkü film boyunca tırnaklarımı kemirdim durdum.

Film başlamadan ekranda Henry James’in şu cümlesi beliriyor:

“ İnsan kendi için yaptığı kendine uyan bir tasarımla, dünyadaki acıyı nereye koymalı?”

Soru önemli. Cevabı sabırsızlıkla beklemeye başlıyorum. Sorduklarına göre bir cevap verilecektir elbette. Ekranda 6-7 yaşlarında öfkeli bir çocuk beliriyor sonra. Yıl 1998, yer Gabar Dağı’nın eteklerinde bir köy. Karşısındaki askere, “Benim adım Zınar. Babam etkisizleştirilmemiş terörist. Babam seni öldürecek” diye bağırıyor çocuk. Evde kahvaltılarını yaparken, yolda yürürken, koyunlarını otlatırken öldürülen Kürt çocuklarının olduğu bir dünyada oldukça gözü kara bir çıkış. Sonra bir patlama sesi. Her yer toz duman. Ortalık hafif aydınlanınca kendimizi Taksim’de Gezi eylemlerinin ortasında buluyoruz. Biraz önce karşısındaki çocuğun öfkesini sakince ve şefkatle dinleyen asker, gaz bulutunun ortasında sendeleyerek yere düşüyor. Yardımına trans kadın arkadaşı koşuyor. Orada düşüşünün gazdan olmadığını, bir hastalığı olduğunu öğreniyoruz. Arkadaşının yardımıyla kalkıp yürürken iç monoloğuna tanık oluyoruz, “Yapmam gereken son bir şey kaldı. Beni çağıran o hüzünlü sese doğru yürümek. Zınar’la yüzleşmek. Bu yüzden yazmıyor muyum zaten…

Bir film karakteri de olsa nihayet birileri yüzleşmeden bahsediyor diyorum tüm saflığımla. Acıyı, mağduru daha fazla acıtmadan, öfkelendirmeden koyacak bir yer bulacaklar diye bekliyorum ama beklediğim olmuyor. Tıpkı hayatta olduğu gibi filmde de ellerim bomboş kalakalıyorum. Kahramanımız meğer bir katilmiş, çocuk katili. Olay katilin gözüyle aktarılıyor bize. Fakat öncesinde bize katilin acıklı hikâyesi anlatılıyor. Bizi yaralayan, öfkelendiren ne kadar acı varsa hepsinden bir parça koparılarak katilin kişisel hikâyesine boca edilmiş, hikâye olabildiğince acıklı bir hale getirilmeye çalışılmış. Kahramanımız (tabii ki içimden geçen kelime katil) meğer daha annesinin kucağındayken sarhoş babasının saldırısına uğruyorlar annesiyle. Anne ölüyor. Baba, cezaevine girdikten hemen sonra öldürülüyor ve kahramanımız da o gece yüzüne aldığı 9.75 cm’lik bir yarayla yetimhaneye…

Ama esas yarası içindedir. O kadar içindedir ki, bizden işlediği çocuk cinayetini hoş görmemiz beklenir. Babasının annesini öldürmesinin ve kendisini ömür boyu taşıyacağı bir yarayla bırakmasının yeterli etkiyi göstermeyeceğine kanaat getirilmiş olacak ki hem trans kadın dostu hem de eylemci sevgilisi olması sıkıştırılmış hikâyeye. Meğer bir de ur varmış beyninde ve en fazla iki ay ömür biçilmiş. Her şeyin ama her şeyin bir arada satıldığı köy bakkalı gibi olmuş. Bu kadar acıyı yaşamış biri bir Kürt çocuğunu öldürüversin, ne olacak ki? Korkuyor kahramanımız bir yandan da, çok korkuyor. Mezarsız kalmaktan korkuyor, kadavra havuzuna gitmekten korkuyor. Kayıpların, asit kuyularının, kaldırım taşlarının altında çıkan toplu mezarların olduğu bir ülkede, hatta mezarların tahrip edildiği bir ülkede, mezarsız kalma korkusu bir çocuk katiline kalmasaydı keşke.

Kamera sürekli Taksim’de değil. Ara ara Gabar’a götürüyor bizi. Beyaz Toros birini, ahırdan bozma bir evin önüne fırlatıyor.(Evin içi de leş gibi. Dağınık, camlar kirli, kırık. Çamurdan da olsa duvara bir sıva yapmayı bile akıl etmemiş oturanlar. E ne de olsa Kürt evi.) Beyaz Toros’un kapıya kadar hizmet götürdüğünü de bu filmden öğreniyorum. Evdekiler fırlayıp yüzü gözü patlamış adamı alıyorlar. Zınar’ın babasıymış. Baba durmuyor, direnmiyor. Karısını, büyük çocuğunu alıp sınırı geçiyor, üstelik Zınar’ı da götürmüyor. Kendi çocuğunu bırakıp kaçan Kürtler… Bu tamamen yeni bir motif. Çocuğunu bırakıp gider ama her fırsatta da , “Oğlum okusun, büyük adam olsun” diye haber gönderir. Dilinin, kültürünün yasak olduğu bir eğitim sisteminde okumasını, “büyük adam” olmasını beklemek romantizmi de unutulmamış.

Tüm Kürt karakterler, özellikle de dede olabildiğince ezik bir şekilde gösterilmiş. O kadar ezik ki kucakladığı Zınar’ın ölü bedenini katiline gösterip, “Öldü, okula gidecekti daha” diyerek, boynu bükük ve merhamet dileyen bir ifadeyle askerin karşısına dikilir. Dikilir demişim, pardon. Dikilmek onun haddine mi? Öylece boynu bükük durmuş işte.

Anne babası gittikten sonra Zınar adeta köyün delisi muamelesi görmeye başlıyor. Arkasından “anasız, babasız” diye gülüp eğleniyor köydeki diğer çocuklar, kimse oynamıyor onunla, kimse konuşmuyor. Savaş sadece Türk ordusuyla Zınargil arasında yaşanmış sanki.

Kahramanın İzmir’de yetimhanede geçen çocukluğuna da gidiyoruz ara ara. Ülkenin iki ayrı yakasında, iki çocuk. Hikâyeleri güya benzetilmeye çalışılmış. Şekerle olan ilişkileri, kimsesizlikleri, yalnızlıkları, Kemalettin Tuğcu okumaları, konuşmaktan vazgeçmeleri, yüzlerindeki yaralar…Ve sonra batıdaki doğudakini öldürüyor. Halbuki ikisi de aynı acılardan geçmiş. Hikâyenin sonunda neden birinin ötekini öldürmesi bu kadar meşrulaştırılıyor? Neden öldürülüyor bile demiyorum, neden meşrulaştırılıyor? Ölen diğeri olsaydı meşrulaştırmak için bunca çaba gösterilir miydi? Gösterilebilinir miydi?

Zınar’la sözde yüzleşmek için yazdığı romanın taslağını bir deftere yazmış kahramanımız. O defter de Zınar’ın babasının sınırı geçtikten sonra Zınar’a yolladığı defter. Kahramanımız çocuğu öldürmekle kalmaz, boş defterini alıp hikâyesini yazar. Öldürdüğü çocuğun hikâyesini, çocuğun defterine yazmak tam olarak ne demek oluyor gerçekten çözemedim. Zınar’ı katlettikten sonra çıktığı evden sadece defteri değil, Zınar’ın annesiyle çekilmiş tek fotoğrafını da alır. Hem geçmişinin hem de geleceğinin üstüne çöker. O fotoğrafı alıp çocuğun mezarına koyana kadar da “yüzleşme” bekledim. Ama yüzleşme falan yokmuş, anlayış beklenmiş bizden. Bu arada Zınar’ın mezar taşındaki doğum tarihi de 01.01.1992. Kürtlerle ilgili klişeler de es geçilmemiş.

Filmi sadece Kürtlere yaklaşımından değil, genel olarak da sevmedim. Taksimin göbeğinde oturuyor kahraman, Gezi olayları tüm şiddetiyle yaşanıyor ama eylemcinin sevgilisi ve komşusu olması dışında eylemle bir bağı yok. Başka çocukların ölüyor olması, öldürülecek olması pek derdi değil. Sevgilisi desen, o da ayrı bir dert. Akademisyen ve eylemci ama kahramanın acıklı hikâyesini dinlemek dışında bir diyalogları olmadan ona sırılsıklam aşık olabiliyor. İki günlük ilişkide kahramanın arkadaşının ona “yenge” diye hitap etmesi, onu erkek üzerinden tanımlaması rahatsız etmiyor. Arkadaşı dediğim kişi de Mesut. Kahramanımızla birlikte askerlik yapmışlar. Mesut, kahramanın emrindeki bir er imiş. Er olması sebebiyle de biraz gerisinde kalıyor kahramanımızın. Astlar reel hayatta da üstleri geçmemeli çünkü.