YAZARLAR

Behlül Özkan: Kürt sorununa yaklaşımda İYİ Parti ile MHP’nin farkı yok

Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Behlül Özkan, İslamcı ve Türkçü akımlar arasındaki “geçişkenliğin” yarım asırlık tarihi olduğunu hatırlatıyor ve bunların günümüzdeki izdüşümlerinin yapısını irdeliyor. Özkan’a göre İslamcılık ve milliyetçilik yıpranıyor ama bu akımlar Türkiye siyasetinde rol oynamaya devam edecek.

Başta Kürt meselesi olmak üzere ülkenin yapısal sorunlarına yaklaşım konusunda iktidarı domine eden Türk-İslam sentezcisi MHP, aldığı oylarla mukayese edilemeyecek düzeyde bir hareket alanına sahip. MHP’den kopmuş, görece daha seküler Türkçü bir parti olan İYİ Parti ise muhalefeti domine ediyor. Hâl böyle olunca Kürt sorunu konusunda açılımcı bir siyasetin ortaya çıkması mümkün olamıyor.

Mevcut Türkiye sağ siyasetini anlamak, konumlandırmak ve hatta bir gelecek perspektifi kurmak için tarihsel arka plana bakmak gerekiyor. Uluslararası ilişkiler kadar başta Soğuk Savaş dönemi olmak üzere Türkiye siyasal akımlarının yönlendirici unsurları üzerine de çalışan Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Behlül Özkan’a bağlanıyoruz…

Akademisyen Bayram Koca bu hafta İletişim Yayınları’ndan çıkan “Kürtler aslında…” isimli kitabında Soğuk Savaş dönemi “uç” Türk sağını dört kategoriye ayırıyor: Seküler-Türkçü-Turancılar, Anaakım Milliyetçiler, Anaakım İslâmcılar ve Radikal İslamcılar. Ayrıntılarına girmeyelim ama bu dört ideolojik yaklaşımın ne Kürt meselesine ne de Türkiye’nin yapısal sorunlarına dair demokratik çözümcü bir perspektifi, hedefi yok. Soğuk Savaş döneminde şekillenen bu dört akımın günümüzdeki izdüşümleri neler?

Böylesi siyasal veya sosyal dinamiklere bakarken devamlılıklar kadar kırılmalara da dikkat etmek gerekiyor. Tarihsel olarak radikal İslamcıların ve seküler milliyetçilerin Türk sağı içinde etkisi görece daha az. Hakim iki akımdan biri Türk-İslam ülküsü, diğeri ise İslamcılık. Seküler milliyetçilik Türk sağı içinde hiçbir zaman baskın olmadı ve 1965 yılından itibaren etkisini iyiden iyiye yitirdi. 1940’ların sonundan itibaren canlanan radikal İslamcılık ise Soğuk Savaş döneminden itibaren hem müesses nizamın hem de İslamcı kesimlerin basıncıyla büyük ölçüde ortadan kaldırıldı. Türk-İslam sentezine dayanan sağ akım ise en önemli atılımını 1960’larda yaptı. Alparslan Türkeş’in 1965’te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin başına geçmesi ve bu partiyi 1969 yılında MHP’ye dönüştürmesi önemli bir dönemeçtir.

Peki Türkeş’in Türk-İslam sentezine ilk başlardaki yaklaşımı neydi?

Türkeş 1960 darbesinin en önemli isimlerinden biri. Darbe bildirisini radyodan okuyan kişi. O dönemki ideolojisi daha sonrakine nazaran son derece sekülerdir. Hatta darbeden sonra 17 Temmuz 1960 günü Cumhuriyet gazetesine verdiği röportajda Türkeş, “Türk camilerinde Türkçe ezan okunur, Arapça değil" diyor. Keza Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden önceki döneme dönüşün gerekliliğine dair sinyaller verdiği çok önemli başka sözleri de var. Türkeş’in Türkçü ideolojisinde 1960’ların ortalarına kadar sert bir sekülerlik hakimdi.

Bu yaklaşım o tarihlerdeki baskın Kemalist ideolojinin etkisinden mi kaynaklanıyordu?

Kemalizm'den ziyade, Türkeş’in 1930’lu yıllarda Avrupa’daki aşırı sağ milliyetçilik akımlarından,1940’larda Alman milliyetçiliğinden etkilendiği biliniyor.

Peki 1960’lardan sonra ne oluyor da Türkçülük akımıyla İslamcılık arasında bir temas yaşanıyor?

Çünkü seküler milliyetçilik tabanda karşılık bulmuyor. Ayrıca o dönem zaten CHP içinde seküler milliyetçi damar vardı. Haliyle seküler MHP taban bulamıyor, kitleselleşemiyordu. Dolayısıyla 1960 darbesinden sonra Türkçe ibadet başta olmak üzere çok sert Türkçü çıkışları olan Türkeş’in giderek hızlanan bir dönüşüm geçirdiğini görüyoruz. “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanız” sloganı bu kırılmanın sembolik bir yansımasıdır.

İSLAMCILIKLA TÜRKÇÜLÜK ARASINDAKİ GEÇİŞKENLİK SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE ARTTI

Nitekim 1969 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi kongresinde Türkeş’in “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanız” sözünü Nihal Atsız gibi isimler kabul edilemez bulup yollarını ayırıyor…

Tabii ama kitleselleşememiş olsa da Türkeş’le birlikte hareket eden seküler milliyetçi bir çizgi de hep varlığını korudu. Hatta 1995 seçimlerinde MHP’den milletvekili adayı olan DGM eski başsavcısı Nusret Demiral bir konuşmasında MHP olarak ezanı yeniden Türkçe okutacaklarını söyleyince adaylığı iptal edildi. Seküler yaklaşım MHP içinde hep var oldu ama kitleselleşemedi. Soğuk Savaş döneminde MHP’nin Erzincan, Tokat, Sivas, Kayseri, Maraş gibi bölgelerdeki tabanı açısından seküler milliyetçiliğin bir karşılığı da yoktu. O bölgelerde Türk-İslam sentezinin etkisi, alıcısı vardı. Bununla birlikte Türkçülerin Nihal Atsız’la başlayan ideolojik mücadelesinin 1970’lerin sonunda Necip Fazıl Kısakürek’le devam etmesini çok çarpıcı buluyorum.

Hangi açıdan?

İslamcı bir yazar olarak Necip Fazıl’ın 1977 seçimlerinde MHP’yi desteklemesi, hatta “Oklar tirkeşe, oylar Türkeş’e” sloganını bulmuş olması milliyetçilerle İslamcıların yakınlığına dair önemli bir göstergedir.

SADECE İSLAMCILARI MÜSLÜMAN OLARAK GÖREN YAKLAŞIMIN YARIM ASIRLIK TARİHİ VAR

Bu ideolojik yakınlaşma 1970’lerin sonunda mı başlıyor yani?

Hayır, İslamcılıkla Türkçülük arasındaki geçişkenlik esas olarak Soğuk Savaş döneminin ortalarında, 1965 sonrasında artıyor. Ama öncesinde Mehmet Şevket Eygi, İslamcı Yeni İstiklal gazetesinde Türkeş’in mektuplarını yayınladı 14’ler yurtdışına gönderildikten sonra. O dönem ilginç bağlantılar var tam çözemediğimiz diyelim. Temel tutkal ise görünürde anti-komünizm ama esas olarak sol karşıtlığı. Solun her çeşidine yönelik bir karşıtlık bu iki ideolojiyi birbirine yaklaştırıyor. Öte yandan 1975-77 yılları arasında TBMM’de bulunan sağ partilerin kurduğu Milliyetçi Cephe koalisyon hükümetlerinin bileşenlerini unutmayalım. İlginçtir Türkiye’de akademi o dönemdeki Milliyetçi Cephe’yi analiz ederken hep Türkçü yapılara bakıyor ama İslamcı yapılara, onların entelektüel üretimine bakmıyor. Oysa İslamcıların 1960’lardan itibaren çıkardığı dergiler, yayınladıkları kitaplar, milliyetçilerinkine nazaran çok daha fazladır. Türkiye sol entelijansiyasının bu konuda yeteri kadar araştırma yapmadığını düşünüyorum. Bu alanla daha ziyade İslamcı akademisyenler ilgileniyor ama onlar da eleştirel bakmadıkları, “davaya zarar gelmesin” diye düşündükleri için bir çok şeyi görmezden geliyor.

Ne gibi şeyleri?

İslamcı literatürde işi ırkçılığa vardıran çok ciddi bir Hristiyan-Batı karşıtlığı ve antisemitizm var. Toplumda kendilerinden olmayanlara karşı kurdukları dil de benzer. Sadece İslamcıları Müslüman olarak gören, kendilerini desteklemeyenleri Müslüman kimliği dışında bırakan bir söylem bu. Şu anda çok görünür hale gelen bu dil yeni değil, yarım asırlık bir evveliyata dayanıyor. Necmettin Erbakan’ın 1990’lı yıllarda Refah Partisi’ne hizmet etmeyenleri “patates dininden” saydığı açıklaması bunun popüler bir örneğidir. Bu yaklaşımın Türk olmayanı bu toprakların yabancısı, giderek vatan haini, iç düşman olarak gören Türkçü düşüncenin İslamcı versiyonu olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu alanda çalışan İslamcı akademisyenler, literatürde ırkçılığa varan yaklaşımları genelde görmezden geliyor.

DEVLET, SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE CEMAATLERİ SOLA KARŞI KULLANDI

Seküler ırkçı-Turancılar arasında İslamcılarla ittifakı reddedenler var. Peki radikal İslamcılar arasında Türkçü-İslamcı ittifakı reddeden bir yaklaşım var mı?

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte İslamcılık içinde iki önemli müesseseye müdahale edildi: Medrese ve ulema ile tarikatlar ve cemaatler. Medreseler, tekkeler kapatıldı. Oysa ulema medreselerden yetişmiş, entelektüel birikime sahip derinlikli insanlardan oluşuyordu. Bu insanlar İslam tasavvufuyla, daha da ötesi halkla çok içli-dışlı değiller. Cemaat ve tarikatlar ise halkla iç içe olan yapılar. 1924’te kurulan Diyanet İşleri, 1960’ların ortalarına, yani bu nesil büyük ölçüde ortadan kalkana kadar medrese kültüründen yetişmiş son dönem Osmanlı uleması tarafından yönetildi. Tekkeler de fiziken kapatıldı ama aktiviteleri, örgütlülükleri devam etti. Dolayısıyla tarikatlar ve cemaatler Cumhuriyet döneminde İslamcılığın şekillenmesinde önemli rol oynadı. Ayrıca cemaatler Soğuk Savaş döneminde devletle de işbirliği yaparak Anadolu’daki sol ve komünizm karşıtlığı üzerinden örgütlendi. Diyanet İşleri’nde etkili ulema ise halka ulaşamadı, zaten böyle bir amaçları da yoktu. Dolayısıyla müesses nizam 1960’larda yükselişe geçen sola karşı cemaatlerin işlevsel olabileceğini gördü ve bunu da kullandı. Zaten Osmanlı’nın son döneminde yetişmiş ve Cumhuriyet döneminde Diyanet İşleri’nin “bünyesine” alınmış din alimlerinin yerini 1960’lardan itibaren cemaatler aldı. Kısaca cami hocaları diye ulemanın küçümsediği kişiler cemaatler üzerinden güçlendiler.

Peki Tek Parti dönemi CHP’sinin buna yönelik politikası ne yöndeydi?

1940’ların sonunda CHP, tarikat ve cemaatlerin güçlendiğini görerek Ankara’da yeni bir ilahiyat fakültesi açmak istedi. Kafalarındaki model ise Mısır’daki El Ezher Üniversitesi gibi İslam ilimleri ve fen bilimleri üzerine eğitim veren bir yapıydı. CHP hep katı laikçi olarak görülüyor ama 1930’lardan itibaren CHP vatandaşlık kimliğini Sünni Türklük üzerinden kuruyordu.

1960’LARA KADAR CEMAATLERİN GÜÇLENMESİNE GÖZ YUMULDU

Laik, Hanefi, Sünni Türklük…

Çarpıcı gelecek ama CHP’de Türklük daha geri planda kalıyordu. Boşnaksanız, Arnavutsanız ama Müslüman- Sünniyseniz vatandaşlığa kabulde bir sorun yoktu. Ama mübadeleye tabi tutulan, Anadolu’da yaşayan Ortodoks Türkler gönderildi o dönem. Sünnilik Cumhuriyetin kuruluşunda da baskın kimlikti. Öte yandan az önce söylediğim gibi, 1940’ların sonunda CHP, tarikat ve cemaatçilerin toplum üzerindeki etkisine karşı El Ezher gibi bir üniversite kurmak istiyordu. Hatta dönemin Milli Eğitim Bakanı Bangoğlu Mısır’a bu amaçla seyahat etmişti. CHP iktidarının 1949-50’deki son başbakanı Şemsettin Günaltay önemli bir İslamcıdır. Daha sonra iktidara gelen Demokrat Parti, CHP’nin yeni ulema yaratma hedefinden farklı olarak cemaatlerle işbirliği yaptı ve kitleleri bunun üzerinden kontrol etmeye yöneldi.

Peki CHP’nin “yeni ulema” hedefi başarılı olsaydı ne olurdu?

Bunu tahmin etmek çok zor. Fakat 19. yüzyıl Osmanlı’sında ve öncesinde tasavvuf İslamı ile medreseden yetişmiş ulema arasında çetin iktidar savaşları olduğunu biliyoruz. Ulema o zaman da alanı tarikat ve cemaatlere bırakmak istemiyor ama zaman zaman işbirliği de yapıyordu. Şimdilerde “Cumhuriyet döneminde cemaatler çok baskı gördüler” deniyor ama Osmanlı’da da aynı uygulamalar vardı. Cemaatler hep padişaha, saraya yakın yerlerde tekke açmak, devleti kontrol etmek istiyordu. Devlet de bu cemaatleri ve onlar üzerinden kitleleri kontrol etmeye çabalıyordu. Karşılıklı bir mücadele ve işbirliği tarihinden söz ediyoruz. Osmanlı’da Meclis-i Meşâyih kurumu tekke ve cemaatleri denetlemek için kurulmuştur. 1923 sonrasında Diyanet kurulup tekkeler kapatıldığında devlet 1960’lara kadar, 30-40 yıl boyunca cemaat örgütlenmelerini ve güçlerini görmezden geldi. Bu cemaatlere, kitlesel bir güç gösterisi yapmadıkları sürece dokunulmadı. Dolayısıyla aslında medresenin kaldırıldığı, Diyanet'in görece devlet kontrolüne girdiği 1923-1960 arası cemaatler inanılmaz derecede güçleniyorlar. Bugün solda Anadolu İslamı şeklinde idealize cemaat ve tarikat yapısının ciddi sorunları olduğunu söylemek istiyorum. Bugün dışardan bakanların sufizm diye benimsedikleri bu yapıları ulema başta olmak üzere ciddi eleştirenler vardı ve bunda da haklıydılar.

1970’LERDE HİÇBİR ORTADOĞU ÜLKESİNDE İSLAMCILAR, TÜRKİYE’DEKİLER KADAR İMKAN SAHİP DEĞİLDİ

Yani bazı AKP’lilerin “Tek Parti döneminde Müslümanlar Kur’an’ı gizli okuyordu, mütedeyyinler büyük baskı altındaydı” türü ifadeleri doğru değil, öyle mi?

Bu çok abartılıyor. O dönem CHP içinde de örneğin Nakşibendiliğin kollarına intisablı milletvekilleri var. O yıllarda “cemaat mensubusun, partiye giremezsin” gibi bir yaklaşım yok. Halifeliğin kaldırılmasıyla ilgili Meclis’e önergeyi veren kişi Halveti Şeyhi ve Urfa milletvekili Şeyh Safvet Efendi’ydi. Elbette CHP’yle karşı karşıya gelen cemaatler, tarikatlar, yapılar var ama işbirliği yapanlar da var. Tek Parti dönemi anlatıldığı gibi siyah ve beyaz renklerden oluşmuyor yani. Bugün pek hatırlanmaz ama en büyük baskıyı erken Cumhuriyet döneminde Bektaşilik gördü. Resmen köklerini kazımaya çalıştılar.

1960’lardan itibaren siyasi partiler üzerinden beliren Türkçü-İslamcı sağ akımları birbirine yaklaştıran anti-komünizm dışında ne tür birleştirici ve ayrıştırıcı unsur var?

Bunları birleştiren temel saik iktidar olup bunun nimetlerinden faydalanmak. Böylece bürokraside, bakanlıklarda kadrolar almak, devlet imkânlarına erişmek ve buralara yerleşmek. Bu haliyle Türkiye, bütün Ortadoğu ülkelerinden farklı bir konuma oturuyor.

Nasıl?

Suriye, Irak, Mısır, Tunus gibi ülkelere baktığımızda, bir tek Türkiye’de İslamcı bir akımın 1970’lerde parti haline geldiğini ve bakanlık elde ettiğini görüyoruz. İslamcıların diğer hiçbir Ortadoğu ülkesinde böyle bir imkânı olmamıştı. Çünkü Türkiye Soğuk Savaş dönemi devlet yapılanmasında bu devletlerden çok farklı. Unutmayalım ki Türkiye Soğuk Savaş döneminde bir NATO ülkesiydi. Ayrıca NATO üyesi ülkeler içinde Sovyetler Birliği’yle anlamlı sınırı olan tek ülke Türkiye. Dolayısıyla NATO açısından bir cephe ülkesi. NATO ittifakı açısından Türkiye’nin demokrasisi, ekonomik kalkınmışlığı ön planda değildi. Türkiye NATO açısından Sovyetler Birliği’nin yanı başında bir güvenlik ve istihbarat devleti olarak yapılandırılıyor. O dönemde Sovyetler Birliği için ABD’nin yanı başındaki Küba ne ise, Türkiye de ABD açısından istihbarat ve güvenlik anlamında SSCB’ye karşı oydu. SSCB’nin askeri üsleri Türkiye üzerinden izleniyordu.

İSLAMCILIK KÜRTLERİN SİSTEME ENTEGRASYONUNDA CİDDİ ROL OYNADI

Peki bunun Türkiye’deki iç siyasete yansıması ne oldu?

Burada kesinlikle ve kesinlikle solun gelişmesine müsaade edilmeyecekti, nitekim öyle de oldu. Türkiye‘de Soğuk Savaş döneminde İslamcılık bu bağlamıyla bir enstrüman olarak rol oynadı yani. Bunu bizzat Nurettin Topçu söylemiştir İslamcılara: Kendinizi kullandırmayın diye. Ama dinleyen olmadı.

İslamcı ve Türkçü akımların güçlenmesinin arkasında da bu mu yatıyordu?

Elbette buradaki İslamcılığı ve milliyetçiliği ABD kurmadı. Ama işbirliği yaptılar, karşılıklı olarak birbirlerinden faydalandılar. İslamcılar da bunun üzerinden meşrulaşabildi, hükümette bakanlıklar alabildi. Türkiye’nin İçişleri ve Adalet Bakanlığı’nı 1970’li yıllarda İslamcılar yönetti. Soğuk Savaş döneminde aynı şey sol açısından söz konusu bile olamazdı. Öte yandan devlet yapılanması Tek Parti döneminden bugüne kadar hep Kürtlerin de bir şekilde sisteme entegrasyonu üzerinden şekillendirildi ve İslamcılık bunda ciddi bir rol oynadı. Türk milliyetçiliği ne kadar baskın olsa da, Kürtlerin “entegrasyonu” için İslamcılık, İslamcı yapılar kullanıldı. Sadece siyasi partiler değil, cemaat yapıları da Kürt meselesi konusunda çok ciddi roller üstlendi.

Buna karşın Kürt hareketlerinin de 1960’lardan itibaren önce Türkiye solu içinde örgütlenmeye başladığını, giderek bağımsız ama esas olarak sol, seküler hareketler inşa ettiğini görüyoruz. 1991 seçimleri öncesinde Refah Partisi önce Kürtlerle, HEP’le ittifak yapmak istiyor ama son anda dümeni Türkeş’in MÇP’sine kırıyor. Burada bir “devlet eli” olduğunu söyleyebilir miyiz?

Türkiye İslamcıları içinde müesses nizamla sorunlu olan kesimler hep oldu. 1970’lerin sonundan itibaren İran İslam Devrimi’nden etkilenenler de vardı, Suudi Arabistan etkisi altındaki İslamcı gruplar da. Keza sermayeyle çok iyi ilişkileri olan İslamcı gruplar da vardı. 1980’li yıllardan itibaren, müesses nizamla sorunu olan bazı İslamcıların sisteme muhalif gördükleri bazı kesimlerle, kısmen Kürtler ve solcularla işbirliği yapılıp yapılamayacağını tartıştıklarını biliyoruz. Fakat 1991’de Refah Partisi sadece MÇP’yle ittifak yapmadı. O üçlü bir ittifaktı ve küçük ortak Islahatçı Demokrasi Partisi’ydi. Bence çok önemlidir IDP ve hep es geçilir.

REFAH PARTİSİ ÜZERİNDEN CEMAATLER, ONLAR ÜZERİNDEN DE KÜRTLER SİSTEME ENTEGRE EDİLMEK İSTENDİ

IDP hangi gelenekten geliyordu?

1960’lı yıllarda devlet içinde önemli bir kesim Türkiye İslamcılığının Ortadoğu etkisine girmesinden rahatsız oldu. Bunun üzerine, bizatihi devletin müdahil olmasıyla Türkçü-İslamcı bir hareket olan Yeniden Milli Mücadele Hareketi kuruldu. Karanlık bağlantıları olan bir örgütlenmedir. Dergilerinde istihbarat kökenli raporlar yayınladılar.

Islahatçı Demokrat Parti bu harekete mi dayanıyordu?

Tabii 1960’lardaki Yeniden Millî Mücadele Hareketi’nin lideri Aykut Edibali, 1984 yılında Islahatçı Demokrasi Partisi'ni kurdu. Edibali’nin devlet içindeki önemli isimlerle yakın ilişkileri olduğunu biliyoruz. Yeniden Milli Mücadele Hareketi içinde yer alan isimler içinde Taha Akyol, Cemil Çiçek, Melih Gökçek gibi, daha devletçi İslamcılar olduğunu da hatırlatayım. 1991’deki koalisyona Edibali’nin girmesi, Kürtlerle işbirliği yapmaya yönelen RP’yi daha devletçi bir çizgide tuttu. Böylece Güneydoğu’da çatışmaların doruğa çıktığı bir dönemde RP üzerinden cemaatler ve onun üzerinden de Kürtler tekrar devlete entegre edilmek istendi. Yani RP 1991 seçimlerinden itibaren sistem tarafından Güneydoğu’da bulunması istenen bir aktör olarak konumlandırıldı. Bu çok net bir karardı ve bugünkü iktidar yapılanmasında da bunun izlerini görüyoruz.

Bunun izleri sadece iktidar yapılanmasında mı var? İktidar koalisyonu İslamcı ve milliyetçi iki partiden oluşuyor ama Millet İttifakı’ndaki muhalefetin de baskın ortaklarından biri seküler Türkçü bir parti olarak İYİ Parti ile Erbakan’ın izcisi Saadet Partisi. Dolayısıyla şu anda iktidarıyla, muhalefetiyle Türkiye siyasetine egemen olan temel iki akımdan biri İslamcılık, diğeri milliyetçilik. Bu haliyle bakıldığında örneğin iktidar değişse bile devletin Kürt politikasında ciddi bir farklılık söz konusu olabilir mi?

Evet, olabilir gibi görünüyor. İktidardaki iki aktörün Kürt meselesine bakışı birbirinden kısmen farklı ama MHP’nin bakışının uygulamada daha belirleyici olduğu görülüyor. Cumhur İttifakı Kürt meselesi konusundaki sertlik politikasını o kadar üst düzeyde tutuyor ki, karşı taraf, Millet İttifakı bunun bir tık altındaki söylemle yetinebiliyor. Millet İttifakı “Kürt sorununu çözeceğiz” demek yerine “kayyımlara son vereceğiz”, “dokunulmazlıkların kaldırılmasına hayır diyeceğiz” açıklamalarıyla bile iktidardan farklı bir politika izliyor gibi görünebiliyor. Ama hepsi bu. İYİ Parti’nin içinde olduğu bir koalisyondan daha fazlası beklenebilir mi, emin değilim. Fakat İstanbul ama esas olarak Ankara’daki yerel seçimler çok çarpıcıydı. Çünkü MHP kökenli bir adaya bile HDP seçmeninin önemli bir kısmı oy verdi. Erdoğan, MHP’yle ittifakı dolayısıyla Kürt meselesinde muhalefete karşı söylemsel düzeyde bile hamle yapamıyor.

KÜRT MESELESİNE YAKLAŞIMDA İYİ PARTİ İLE MHP ARASINDA HİÇBİR FARK YOK

İYİ Parti ile MHP’yi ideolojik olarak birbirinden ayıran nüans ne? Biri seküler Türkçü, öbürü Türk-İslam sentezcisi mi?

Aslında çok ilginç ama Devlet Bahçeli geçmişte daha seküler bir çizgideyken, Meral Akşener ise Türk-İslam sentezine daha yakındı. Şimdi rollerin değiştiğini görüyoruz. Fakat İYİ Parti kendisini merkez-sağ parti olarak konumlandırmak, oradaki boşluğu doldurma misyonunu üstlenmek yerine MHP’ye alternatif olarak sunmaya yöneldi. Türkiye’de milliyetçi partiye oy verenlerin oranı yüzde 20 civarında. Nitekim MHP-İYİ Parti toplamının da bu orana denk geldiğini biliyoruz. İYİ Parti bunun ötesine geçecek bir açılım yapmıyor. Kürt meselesine yaklaşımda İYİ Parti ile MHP arasında hiçbir fark yok. Bu güncel politik konularda da böyle. MHP, “HDP kapatılsın” diyor, İYİ Parti ise en fazla “fezlekelere tek tek bakarak karar veririz” diyor. İYİ Parti, MHP’nin alternatifi olmaya oynadığı için Kürt meselesinde farklı bir pozisyona yönelmiyor.

Dolayısıyla Millet İttifakı iktidara geldiğinde de devletin Kürt meselesine yönelik yaklaşımın değişmeyeceği sonucuna ulaşmak mümkün mü?

Bunu öngörmek zor. Gelecekte nasıl bir iktidar koalisyonunun oluşacağı, kimin başkan seçileceği önemli. Ekrem İmamoğlu, hem İYİ Parti, Saadet hem de HDP oylarını gözeten bir söyleme başvuruyor. Türkiye’nin batısında da önemli bir Kürt seçmen olduğunu unutmamak gerekiyor. Batıdaki önemli şehirlerde HDP, MHP’den daha fazla oy aldı. MHP bunu gurur meselesi yaptı. Cumhur İttifakı mevcut Kürt politikasını sürdürdüğü müddetçe de bu denge değişmeyecek.

BÜYÜKŞEHİRLERDEKİ MİLYONLARIN KÜRT MESELESİNE BAKIŞI TAŞRADAKİNDEN FARKLI

Peki geleceği şekillendirecek olan ideolojik yapılar hangileri olacak?

İslamcılık ve milliyetçilik Türkiye’de rol oynamaya devam edecek. Şu anda iktidarda AKP-MHP var ama benzer ideolojik arka plana sahip olan İYİ Parti, DEVA, Gelecek, Saadet partileri de karşı tarafta duruyor. İslamcılık ve milliyetçilik yıpranıyor ama karşısında başka seçenekler doğuyor. Bu iki ideolojinin Türkiye’nin yapısal sorunlarını çözme konusunda ayak direttiği açık ama bu, toplumsal alanda olumlu gelişmeler olmayacağı anlamına gelmez.

Nasıl yani?

Siz ideolojik olarak değişmez bir politikaya demir atıyor olabilirsiniz ama özellikle büyükşehirlerde hayat buna göre şekillenmiyor. Belki taşradaki ekonomi hâlâ büyük ölçüde devletin yatırımlarına bağımlı ama büyükşehirler öyle değil. Büyükşehirlerdeki milyonların Kürt meselesine, İslamcılığa, milliyetçiliğe bakışı da örneğin Gümüşhane’dekinden, Elazığ’dakinden, Kütahya’dakinden farklılaşabiliyor. Ve yerel seçimlerle birlikte AKP büyükşehirlerdeki yerel yönetim hakimiyetini büyük ölçüde kaybetti. Bu geleceğe dair bir işaret. Maalesef Türkiye İsveç-Norveç olamayacak ama bu umutsuz olmayı da gerektirmiyor.


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.