YAZARLAR

Batıcılar, fetöcüler ve ‘seni mahkemeye verir miyiz evlat’çılar

Bakın kamu bankası “koskoca Serdar Ortaç”ın ödeyemediği kredi borçlarını “seni mahkemeye verir miyiz evlat” diyerek bir çırpıda erteleyivermiş. Üniversite hastanelerinin elinde aşı olacak sağlık çalışanlarına ek olarak bir de aşı olacak torpilliler listesi varmış. Sosyal yardım almak için AKP’ye üye olmak, halka ucuz ekmek satmak için ise CHP’li belediye olmamak şartmış. Mış…. mış…. mış…

Eskiler şöyle bilirdi: Devlet kapısında bir işe girdiyseniz, diyelim bir kamu kurumunda memur olarak göreve başladıysanız, zengin olmaz, refah içinde bir hayat sürmezsiniz. İşin mahiyetine göre belki köhnemiş, iklime göre nem ya da toz kokan bir binada, gri, dar koridorların iki yanına dizilen onlarca odadan birinde, sallanmaması için tek ayağının altına bir parça kâğıt ya da kartonu katlayıp sıkıştırdığınız masanın arkasında, gelen evrakı tasnif edip, damgalayıp dosyalayarak beklersiniz emekliliğinizi. Belki de bir kamyonetin kasasına istiflediğiniz, her taşınmada gördüğü hasarla giderek daha eski, köhne, demode görünen üç beş eşyayla Anadolu’nun o kentinden bu kentine, şuradan buraya savrulmakla geçer yıllarınız. Ama ortalama bir memuriyet aynı zamanda, sürprizsiz bir hayat, minimum yaratıcılık, ne onduran ne öldüren düzenli bir gelir demektir.

Tabii darbeler, muhtıralar, OHAL’lerin neredeyse her döneme damgasını vurduğu, olmasa da bir ihtimal olarak hep konuşulduğu Türkiye gibi bir ülkede, bir memurun hayatının bir evresinde bunlardan birine rast gelmemiş olması pek düşünülemez. Türkiye’de memurluğun bir tarihi yazılacaksa, sürgünler, soruşturmalar, idare mahkemesinden dönen cezalar, 1402’likler anılmadan olmaz. Yine de sonuncusu, 15 Temmuz sonrası ilan edilen ve iki yıl süren OHAL döneminde KHK ihraçları ile yaşanan büyük tasfiye, memurluk deyince akla ilk gelebilecek şey olan düzenli gelir ve iş güvencesinin en azından etliye sütlüye karışmayan, herhangi bir hak mücadelesinin içinde bulunmayan, kendisine emredilen ne ise onu yapmaya devam eden memur için dahi artık geçerli olmadığını gösterdi.

Öyle ya, bir OHAL KHK’sının ekinde isminizin geçmesi için iddia edildiği gibi bir terör örgütünün üyesi, destekçisi, darbe girişiminin planlayıcısı olmanıza gerek yoktu. Üzerinize kolayca atılabilecek ve kanıtlanmasına gerek olmayan herhangi bir suçla; memurluk sınavına girdiğiniz yıl, aldığınız puan sebebiyle ya da bir bankadan aldığınız kredi, çocuğunuzu gönderdiğiniz bir dershane nedeniyle; attığınız bir imza için veya olmayan bir tanığın olmayan ifadeleriyle, daha sonra beraat edeceğiniz bir davadan dolayı işinizden edilebilir, ağaç kökü yemeye mahkûm edilebilirdiniz. İhraçların ardından bir iç hukuk yolu olarak kurulduğu iddia edilen OHAL komisyonunun üç yıllık görev süresinin sonunda kendisine yapılan başvuruların yüzde 89’unu değerlendirdiğini ve bu başvurularda ihraç kararına karşı itirazların yaklaşık yüzde 10’u kadarını kabul ettiğini biliyoruz. Başka bir deyişle komisyon neredeyse 100 bin kişi hakkında verilen ihraç kararını haklı bulmuş durumda. Bunların arasında yargılandıkları davalardan beraat edenler de var. Bir yandan da, Anayasa Mahkemesi’nin ifade özgürlüğü kararına rağmen Barış Akademisyenleri’nin başvuruları henüz komisyon tarafından incelemeye alınan dosyalar arasında değil. CHP Genel Başkan Yardımcısı Gülizar Biçer Karaca’nın açıklamasına göre, ocak ayında görev süresi bir yıl daha uzatılan komisyonun başkanı bu süreci açıkça “yargı kararları bizleri bağlamaz” diyerek aynen olduğu gibi devam ettirme niyetinde olduklarını ifade ediyor.

Komisyonun bugüne kadar ret kararı verdiği 100 bin kişi, haklarını yargı yoluyla aramaya, belki davalarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürebilmek için tüketmeleri gereken iç hukuk yollarını tamamlamak için çabalamaya devam edecekler. Komisyon kendisini yargının üzerinde gördüğü ve yargının verdiği beraat kararlarını tanımadığını açıkça ilan ettiği için, bu 100 bin kişinin arasında kaçının masum, kaçının gerçekten bir suç örgütüyle ilişkili olduğunu bilemiyoruz. Ancak komisyonun verdiği bu ret kararlarının yarısının doğru ve hakkaniyetli olduğunu varsayacak olsak dahi, bu rakam bize basitçe “kandırılmışız yahu” diye açıklanamayacak bir gerçeği hatırlatıyor. Onca yıl boyunca gençlerin bir hayat kurabilme, düzenli bir gelir sahibi olabilme ümidiyle girdikleri kamu personeli yerleştirme sınavlarının koca bir yalan olduğunu öğreniyoruz. Yıllar boyunca, üstelik sadece memuriyete giriş sınavlarında değil, üniversite sınavlarında, tıpta uzmanlık sınavı gibi akademik yeterliliğin son derece kritik önem taşıdığı sınavlarda ve yabancı dil barajını aşmak için yapılan sınavlarda dahi soruların çoktan önemli mevkilere iktidar eliyle yerleştirilmiş maharetli eller tarafından ilgili adreslere servis edilmiş olduğu, 15 Temmuz’un ardından açığa dökülen kirli çamaşırlarla birlikte gözümüzün önüne seriliyor.

Aslında, yıllardan beri merkezi sınava ek olarak getirilen mülakat sınavları ve bu sınavlarda “Reis kimdir?” sorularına verilen yanıtın, sadece memuriyete girişte, öğretmenliğe atanmada değil, üniversitelerin yönetimi dahil, pek çok önemli mevkiye erişim bakımından kilit önem taşıdığını bilmek için 15 Temmuz’un yaşanması da gerekmiyordu. Ama belli ki, 15 Temmuz sonrası kurulan yeni rejimde, artık gizliye saklıya gerek kalmadan, soruların çalınması ve el altından adreslerine teslim edilmesi gibi inceltilmiş kimi taktiklere başvurmadan, 'hamili kart yakınımdır' imzalı kartların evrak arasında, avuç içinde gizlenerek teslim edildiği “eski”nin yerine, düpedüz yandaşlık üzerine kurulu bir kamu istihdamı rejimi norm haline getirilmeye çalışılıyor.

Liyakatin bu yeni düzendeki yeri, Meclis kürsüsünde konuşan AKP milletvekilinin lise diplomasının sahteliği, sonradan erişim engeli getirilen mahkeme kararıyla tescil edilen eski güreşçi yeni bakan yardımcısı, kamu bankası yönetim kurulu başkanı, Cumhurbaşkanı başdanışmanı ile ne kadar gurur duyduklarını alenen ilanı ile tescillenmiş oluyor. Tez çalışmasında intihal yaptığı kanıtlanan, dışarıdan atandığı üniversitede kendisiyle çalışacak rektör yardımcısı dahi bulamayan, hocaların her gün rektörlük binasına arkalarını dönerek protesto ettiği, kendisini protesto eden öğrencileri içeriye almamak için üniversitenin kapısına kelepçe vurduran rektörün, kendisini başvuran adaylar arasından Cumhurbaşkanı’nın atadığına işaret ederek “Niye istifa edeyim ki?” şaşkınlığında gözümüzün içine sokuluyor yeni düzenin açık kodları. Kültürel iktidarını ilkesizliğin, normsuzluğun ve yandaşlığın esas, liyakatin istisna olduğu bir düzeni, daha doğrusu düzensizliği olağan hale getirerek kuracağını, ancak ve ancak her şeyin içini boşalttığında ve tümünün yerine “yerlilik ve millilik” adını verdiği riyakarlığı geçirdiğinde gerçekten güvende olabileceğini sanan bir yıkıcılık içinde hareket ediyor.

Sahte diplomanın, intihalin, başkasına tez yazdırmanın olağan olduğu bir düzen bu. Öyle olduğu için de, düzenin kurmaya çalıştığı kültürel iktidarın sözcülüğüne soyunan tırnak içindeki “gazete”nin tırnak içindeki “yazarı”, üniversitelerde dil barajlarını geçenlerin ya fetöcü ya Batıcı olduğundan dem vurarak YÖK’ün doçentlik sınavındaki dil barajını yükseltmesine isyan ediyor. Ümit Kıvanç, haklı olarak Gazete Duvar’daki yazısında “o geçemediğiniz, dil değil ahlak barajı” diye çıkışıyor. Ama yeni rejim, zaten çoktandır bütün barajların yıkılmasını emretmiyor mu? Hâlâ üniversitelerin kadrolarını işgal etmeye devam edip de dil barajını geçemediklerine göre, yazara göre fetöcü de Batıcı da olmadıkları ve bu durumda olsa olsa 28 Şubat’ın önünü kesmeye çalıştığı Anadolulu akademisyenler olabilecekleri kendiliğinden menkul bu grubun hak ettiği mertebelere erişebilmek, doçent, profesör, dekan ve de dışarıdan rektör olabilmek için önlerine çıkarılan baraj pürüzlerinin bir an önce temizlenmesi ve hatta sözlü aşaması zaten kaldırılmış olan doçentlik sınavının tümden kaldırılması gerekmiyor mu? Böylece, Anadolulu olmak koşulu ve yukarıdan gelecek bir talimatla bu kişilerin mesleğe doğrudan profesör olarak başlamaları sağlansa, hatta yüksek lisans, doktora tezi yazmak gibi Batıcı ya da fetöcü uğraşlarla meşgul edilip değerli zamanları israf edilmese, 18 yıldır kültürel iktidar olmak uğruna boşa çabaladığını itiraf eden iktidarın bu hedefine ulaşmak için kat edeceği yol biraz daha kısaltılmış olmaz mı?

Neyse, bütün bunları bir kenara bırakalım. Bakın kamu bankası “koskoca Serdar Ortaç”ın ödeyemediği kredi borçlarını “seni mahkemeye verir miyiz evlat” diyerek bir çırpıda erteleyivermiş. Üniversite hastanelerinin elinde aşı olacak sağlık çalışanlarına ek olarak bir de aşı olacak torpilliler listesi varmış. Sosyal yardım almak için AKP’ye üye olmak, halka ucuz ekmek satmak için ise CHP’li belediye olmamak şartmış. Mış…. mış…. mış… Kültürel iktidar deyince, geçelim liyakat, hakkaniyet, eşitlik, adalet gibi yerliliğe ve milliliğe ters icatları. Bunlar yeni rejimin yandaşlarına gösterdiği babacan tavırdan, şefkatten, insaniyetten bihaber icatlar. Bugün bunlardan söz edenler, zaten ya Batıcı, ya fetöcü.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.