YAZARLAR

Başkalarının hayatı…

“Penceredeki Kadın”ın sorunu söylenmiş sözleri aynen tekrar etmesinde, yeni bir üslup geliştirememesinde yatıyor büyük oranda.

Gösterimi yılan hikayesine dönen “Penceredeki Kadın” (The Woman in the Window) geçen hafta itibarıyla Netflix’te arz-ı endam etmeye başladı. 2018’de çekilen, bir yıl sonra vizyona girmesi planlanan ancak ön gösterimlerindeki eleştiriler sonrası vazgeçilen, geçen yıl pandemi nedeniyle bir kez daha ertelenen yapımı merak etmek için birçok sebep var kuşkusuz.

“Aşk ve Gurur”, “Kefaret”, “Hanna”, “Anna Karenina” ve “En Karanlık Saat” gibi filmlere imza atmış Joe Wright’ın yönetmen koltuğunda oturması mesela. Amy Adams, Gary Oldman, Julianne Moore gibi oyuncu kadrosu, Tracy Letts gibi usta bir kalem diğer nedenler. A.J. Finn’in aynı adlı romanından uyarlanan yapım, daha proje aşamasındayken Alfred Hitchcock’un “Arka Pencere” (Rear Window- 1954) filmine benzetilmeye başlanmıştı. Çünkü filme kaynaklık eden kitap da okurla buluştuğunda benzer eleştiriler almış. Zaten film de bu ilişkiyi inkar etmiyor. Daha ilk 20 dakika içinde aralarında “Arka Pencere”nin de olduğu Hitchcock filmlerine saygı duruşunda bulunmayı ihmal etmiyor.

Nihayetinde hikaye hikayeye benzer ve gök kubbe altında söylenmedik söz de kalmadı! Ama “Penceredeki Kadın”ın sorunu söylenmiş sözleri aynen tekrar etmesinde, yeni bir üslup geliştirememesinde yatıyor büyük oranda. Filmin yarısına geldiğimizde, “Arka Pencere”de ya da türün benzer filmlerinde olmayan hiçbir şey yok filmde. Her şey öngörülebilir, tahmin edilebilir ve daha önce defalarca anlatılmış/ çekilmiş bir tekrar izliyor gibi hissediyoruz ilk bir saatlik bölümde. Belli ki travmatik bir olay sonucu agorafobi geliştirmiş çocuk psikoloğu Anna Fox, karşısındaki apartmana taşınan Russell ailesini gözetlemeye başlıyor ve beklenildiği üzere korkunç bir olaya tanıklık ediyor. Ancak hem ağır ilaçlar kullandığı hem alkol aldığı hem de hali hazırda zaten sorunları olduğu için anlattıkları polis tarafından pek ciddiye alınmıyor. Zaten Anna da bir süre sonra problemi kendisinde görmeye başlıyor.

Bu tür hikayelerden beklentimiz kabaca iki tanedir aslında. Gerilim hissini yaşamak ve merak duymak. Film, evin mekânsal tasarımını iyi kursa, Amy Adams role kendisini fazlaca kaptırmış olsa da niyet ettiği gerilimi bir türlü inşa edemiyor açıkçası. Anna Fox’un kafasının bulanıklığıyla seyirci açısından olayların bulanıklığı arasında bir paralellik inşa edilmek istense de bu daha çok karışıklık yaratıyor sanki. Anna’nın travmasının nedenlerini ufak ufak açık etmek yerine finalde bir anda üzerimize boca etmek belki o an için anlamlı oluyor ama kendisinden önceki bölümlerin işlevsizliğini gideremiyor. Hatta boşa düşürüyor. Çünkü seyirci olarak Anna’nın geçmişindeki dramatik ana, suçluluk hissinin kaynaklarına dair merak duymamızı sağlayacak aşamaların yeterinde iyi örülmediğini anlıyoruz.

Öte yandan, Anna sürekli evde olduğu için gerilimin de bu alanda inşa edilmesi gerekiyor haliyle. Sorun şu ki, evin hem karakterin agorafobik olarak kendisini en güvende hissettiği yer olması hem de giderek tekinsiz bir mekâna dönüşmesi arasındaki tezatlık giderilemiyor bir türlü. Çünkü Anna için tehdit evin dışında. Anna’nın dışarı çıkmaya mecbur kalması, dışarıyla temas etmesi üzerine inşa edilecek gerilimler kurulamazken, eve dair tekinsizlik de finaldeki sürprize kadar belli belirsiz olarak kuruluyor. Anna’nın neden durup dururken hedef haline geldiğine, katilin motivasyonuna da pek inanamıyoruz açıkçası.

Filmden elimizde kalan tek olumlu şey “başkalarının hayatına burnunuzu sokmak başınızı belaya sokabilir” diye özetleyebileceğimiz ‘ana fikir’ olabilir belki. Ya da tam tersi etrafınızda olup bitenlere karşı sorumlu hissetmek iyidir mi desek!