YAZARLAR

Barışın dikenli çakıllı yolunda kadının konumu ne?

Bu konuda hiç tevazu göstermeyelim, yaklaşık 400 yılda 10 bin yıllık erkek egemen sistemi hayli geriletmeyi, kuşaktan kuşağa miras olarak devredilen bu inatçı iyimserlikle geliştirilmiş feminist kuramlarla yürütülen sistematik mücadele ile başardık. 40 yıllık terör ve çatışma iklimini kalıcı barışa evirmek feministler için çocuk oyunu sayılır. Yeter ki kadınlar ve feminist politikalar süreçten dışlanmasın.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü bilindiği üzere kadınlar ve LGBTİ+lar için toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinin sembolüdür. 8 Mart'ın gece yürüyüşleriyle özdeşleştirilmesi cinsiyet eşitliği bağlamında feminist politikanın bilinçli seçimiydi. Temelinde cinsiyet eşitsizliğine karşı direnişe verilen emek, gözyaşı ve kadınların kancanı vardır. Sevgililer günü, anneler günü gibi çiçekli, hediyeli kutlama günlerinden biri değil tersine mücadele günüdür. Piyasa zihniyetine bunu her yıl usanmadan tekrar hatırlatmak zorunda kalışımız da ayrı bir sorun ama bıkma ve susma lüksümüz de yok. Ve yıllardır ülkemizde eşitlik mücadelesi günü etkinlikleri, eylemleri ve yürüyüşleri için de ayrıca mücadele vermek zorunda kalıyoruz. Görünen o ki 2025 mücadelenin çok daha çetin olacağı bir yıl. Her zamankinden daha güçlü bir dayanışma gerektirecek. Hem Aile Yılı ilan edilmesi hem de Ceza Kanunu ve Medeni Kanunda değişiklik planlanan bir düzenleme taslağı hazırlanması nedeniyle daha zor bir yıldayız. Toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi hatta toplumsal cinsiyet kavramı bile suç sayılabilecek. Biyolojik cinsiyetin “kutsandığı” bir taslak hazırlanmış. Ama insanın doğuştan gelen hakları yok sayılmış. Taslak hakkındaki görüşlerimi daha sonra yazmak üzere şimdilik KAOS-GL sitesinde yayınlanan değerlendirmeyi buraya bırakıyorum.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da 8 Mart gündeminde toplumsal barış önemli bir tutacak. Fakat bu yıl barışın ağırlığı çok daha fazla olacak diyebilirim çünkü bahara çatışmanın sonlanması umuduyla girdik. Sürece kimse barış adını vermese de silah bırakmanın olası sonuçlarından birisi sayılmalı. Gerçi Kuzey Doğu Suriye’deki PKK-YPG tarafından çatlak sesler gelse de Öcalan mektubuna kısa sürede ve olumlu yanıt veren PKK, beklenen kongresinde bu durumu bir iç mesele olarak değerlendirip çözebilir. Tabii yedekte bir silahlı güç tutma fikri ağırlık kazanırsa o başka bir tartışmanın konusu olur. Ki umarım süreç oraya yönelmez. Şimdilik bize düşen sürecin barışa evrilmesini, demokratikleşmeyi kolaylaştırmasını sağlayacak adımları atmayı görev edinmek olmalı. İyi ihtimale kapıyı ardına kadar açmak kötü ihtimale karşı da geçmiş deneyimlerden çıkardığımız derslerle tedbir alarak ilerlemek gerekiyor. Bu durum kimilerince temkinli iyimserlik olarak isimlendirilmekle birlikte inatçı iyimserlik kavramını tercih ediyorum. Tabiri caizse ‘inat da bir murattır’ sözü uyarınca sürecin barışa evrilmesinden umudu kesmemek gerekir. Umut da emek ister elbet. İnatçı iyimserlik, kötü ihtimallere de hazırlıklı olmayı içerir. Yol kötüye çıkıyorsa ardından dolaşıp, önüne geçip iyiye -konumuz bağlamında barışa- doğru yönelmesini sağlama çabasından hiç vazgeçmemek anlamına gelir.

Minerva Josefina Tavárez (Minou) Mirabal’in kavramlaştırmasıyla inatçı iyimserlik gerçekte feminist mücadelenin temeline yerleşmiş görünür. Bu konuda hiç tevazu göstermeyelim, yaklaşık 400 yılda 10 bin yıllık erkek egemen sistemi hayli geriletmeyi, kuşaktan kuşağa miras olarak devredilen bu inatçı iyimserlikle geliştirilmiş feminist kuramlarla yürütülen sistematik mücadele ile başardık. 40 yıllık terör ve çatışma iklimini kalıcı barışa evirmek feministler için çocuk oyunu sayılır. Yeter ki kadınlar ve feminist politikalar süreçten dışlanmasın. Ancak Öcalan’ın kısa ama net olarak tanımlanan mektubunda Kürt siyasetinde kendisinin kurduğu kadın eşitlik paradigmasına yer vermeyişi şaşırtıcıydı. Kamu görevlileriyle uzlaşılan bir metin olması nedeniyle, iktidarın eşitlik karşıtı yaklaşımı dikkate alınarak anlaşılabilir diyelim, şimdilik. Ancak Sırrı Süreyya Önder’in, mektubun Kürtçe ve Türkçe olarak okunduğu toplantıda her kesime ve emek verenlere teşekkür ederken kadın hareketlerini unutması anlayışla karşılanabilecek bir durum değil. Karşısında Gültan Kışanak, Sabahat Tuncel ve daha nice bedel ödeyen kadınlar otururken “unutkanlık” bahanesine sığınacak olsa bile kabul edilemez. Feminizmin kaynaştırıcı katkısıyla yıllardır birlikte eşitlik mücadelesi veren kadınları yok sayan tutumu nedeniyle Sırrı Süreyya Önder’i açıkça eleştirdiğimi yazmadan geçemeyeceğim. Bu arada Selahattin Demirtaş’ın Gazetemizde yayınlanan açıklamasındaki yapıcı tutumu sürece olumlu katkı sunması nedeniyle övgüye değer. Diğer yandan Kürt kadın hareketinin eşitlik paradigmasına onun da hiç değinmediğine sitemkar bir not düşeyim. Selahattin beyi biraz olumsuz anmış olsam da Başak Demirtaş’a gönülden acil şifa diliyorum. Demirtaş’ın eşine hastanede refakat etmesine verilen izin iyi gelişmelerden birisi. Her tutuklu ve hükümlüye böylesi insani durumlarda hakkı olan ihtimamın gösterilmesini umalım.

Kısa sürede ve aynı konuda üstelik en yetkin isimlerin sergilediği kadın eşitlik paradigmasını geri plana iten, görmezden gelen tutum bana tesadüf olarak görünmedi maalesef. Biz feministlerin üzerine hayli düşünmemiz gereken bir anlam taşımasından endişeliyim. Endişemde haklıysam bile Türkiye siyasetine eşbaşkanlık sistemini, kadın meclislerini kazandıran, siyasette kadın varlığının artmasında önemli rol oynayan Kürt kadın hareketinin, büyük mücadele ile elde ettiği eşit siyaset yapma hakkından vazgeçmeyeceğine şüphem yok. Fakat haklıysam Türk kadın hareketlerine eşitlik mücadelesi veren Kürt kadın hareketine şimdiye kadar olduğundan daha büyük dayanışma desteği ve ortak mücadeleyi yükseltmek için daha fazla sorumluluk düşüyor demektir. Kadın hareketlerinin, adı konulmamış bu sürecin barışa evrilmesini sağlamak için mevcut çalışmalarda aktif rol oynaması ve bu yolla kendisini denkleme eklemesi gerekecek. Erkek siyasetinin savaş, çatışma, silahsızlanma gibi konularda kadınları mevzu dışı sayıp paranteze almasını önlemek için yapılması gereken şey doğrudan inisiyatif almak ve Türk-Kürt feministlerin bu konularda da ortak politika geliştirmesinin yolu açmak olmalı. 8 Mart etkinliklerinde öne çıkarılması gereken konu budur bence. Eril zihniyetin ulusal meselelerde kadın haklarını “şimdi sırası değil” kalıbıyla değersizleştirme, gündemden düşürerek hak gasplarına yol açma fırsatçılığı yönündeki pratiği hatırda tutulmalı.

8 Mart’ta yine coşkuyla dayanışmayı büyütmek, eşitlikçi tutumla toplumsal barışı gece yürüyüşlerinde yaşayarak güçlendirmek dileğiyle kadınlara, LGBTİ+lara, gönlü eşitlikten ve barıştan yana olan herkese inatçı iyimserlik diliyorum. Tabii ki inatçı iyimserlik yanında kazanımları korumak için gerekli olan dikkatli kaygı da önemli çünkü elde ettiklerimizin kıymetini bilmeyi, korumayı, haklarımıza ve birbirimize ihtimam göstermemizi sağlamakta etkili olacaktır sanıyorum.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.