YAZARLAR

Bana edebiyat yapma!

Eleştirel zekayı geliştiren, kelime haznesini genişletip dili lezzetlendiren, üslubu zenginleştiren, malumatı arttıran bir pratiktir edebiyat okumak aynı zamanda. Kelimeleri adabına göre istif edersiniz. Bunu bazen hayran olduğunuz bir yazarı taklit ederek yaparsınız ama iyi okur kendi sesini er geç bulur.

Geçmiş yıllarda, özellikle liselerde münazara etkinlikleri çok yaygındı. Hatırlayanlar olacaktır. Okulun en bilmiş, ağzı laf yapan ve okur-yazar çocuklarından oluşan iki grup karşılıklı masalara oturtulur, öğretmenler arasından seçilen bir hakem idaresinde, ortaya atılan çoğunlukla çok sıkıcı ve bir neticeye bağlanması imkansız, görecelik seviyesi yüksek argümanları savunmaya ve birbirlerine galebe çalmaya çabalarlardı. Onları dinlemeye gelen öğrenci kalabalığı ise dersten kaytarmanın hatrına bu anlamsız laf yetiştirme oyununun seyircisi olurlardı. Bu pratiğin terbiyevi bir yönü de vardı tabii. Hem yeniyetme bireyi fikir sahibi olup bunu savunmaya yöneltmeye hizmet ederdi, hem de ortaya atılan argümanlar genç dimağları endoktrine edici niteliğe haiz olurdu. O günkü konular çoğunlukla modernleşme ve asrileşme yolundaki bir toplumun gündemine giren ilim, fen, kültür-sanat alanlarından seçilirdi. Bugün neler münazara konusu ediliyor diye baktığımda, biz gençken, hayatta karşılığı olsa bile, dillendirilip meşrulaştırılmasın diye özen gösterilen, savunulabilir görülmediği için tartışma konusu bile edilemeyecek değer yargılarının, hak ihlallerinin, ahlakçı tutumların münazaralarda cansiperane savunulabilir hale geldiğini fark ettim: “Kız evlat mı erkek evlat mı daha hayırlıdır?”, “Erkekler ve kızlar ayrı okullarda okumalıdır? Buna katılıyor musunuz?”, “Toplumun ilerlemesinde kadın mı, erkek mi daha önemlidir?”

Bu yazının meramı, münazara kültürünü masaya yatırmak değil. Fakat konuya giriş yapmak için, 70’ler ve 80’lerde çok yaygın olarak münazara konusu edilen, hatta münazara deyince ilk akla gelen ve bugün bile tartışıldığını anladığım ajitatif soruyu hatırlatmak isterim: “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?”

Gezmeyi de, okumayı da çok seven biri olduğumdan, çocukken bu soru hep kafamı meşgul eder, beni ikilemler içinde bırakırdı. Neden birini diğerine tercih etmeliyim, diye sorardım kendime. İlle de bir tarafı seçmek gerektiğine inandığım için de, çok okumayı seçerdim. Okumak, gezerken de yapabildiğim bir eylemdi ve gezmenin dışında kalan zamanlarımı da kaplardı çünkü. Gezerken karşılaşacağım, beni şaşırtacak, mutlu edecek, ürkütecek ve ufkumu açacak her şey o kitaplarda vardı.

***

Kişinin yakınında rol modeli olarak gördüğü birisi varsa, hayata onun rehberliğinde giriş yapıyor. Tabii bunun sonuçları kötü de olabiliyor. Ama ben şanslıydım, ara sıra yazılarımda bahsettiğim, çok bağlı olduğum, örnek aldığım, benden yaşça epey büyük bir ablam vardı. Ve de onun o dönemde ve o ekonomik koşullarda olabileceği kadar etkileyici bir kitaplığı… Okumayı öğrendiğim 70’lerde ve artık çocuk kitaplarından başka şeyler de okumama izin çıktığı 80’lerde ablamın kitaplığında, Türkiye’deki kısıtlı yayıncılık piyasasının okura sunduğu telif veya çeviri hemen hemen her edebi eser bulunuyordu. Varlık, İnkılap ve Aka, Remzi, e, Cem, Can ve Sol gibi yayınevlerinin yanında, Milliyet, Hürriyet, Tercüman gibi büyük gazetelerin yayıncılık faaliyetlerinin ürünleri ve Milli Eğitim Bakanlığı ile Kültür Bakanlığı’nın bastığı dünya klasiklerinin özenli tercümeleri elimin erişebileceği uzaklıktaydı. Ablam, politik duruşu gereği sol hareketin değer verdiği yazarlara meylettiği ve önce harçlığını, daha sonra da maaşını romanlara, hikayelere sarf ettiği için benim okuma zevkim bu doğrultuda biçimlendi ve kendimi inşa ederken ilk bu kitaplıktaki kitapları yapıtaşı olarak kullandım. Lisedeki sınıf arkadaşlarımdan biri, üniversitede okumak için yanlarına yerleşen ülkücü dayısının aile fertlerine çaktırmadan kucağına bıraktığı kitapların etkisiyle ülkücü harekete yakınlık duymuş ve Ecevit hayranı babasından gizli ülkü ocağına kaydını yaptırmış, haber duyulunca da babasından sıkı bir dayak yemişti. Şahit olduğum bu ve benzeri örneklerden yola çıkarak, kitaplarla ilk tanıştığınız ve en yakınınızdaki kitaplık sizi belirler, sonrakiler dönüştürür iddiasındayım.

Neredeyse üniversiteden mezun olur olmaz kendimi akademinin içine atmış olmama ve yüzlerce teorik eser okumama rağmen, bu zamana kadar beni farklılaştıran, yaratıcı kılan, bazen mutlu eden, bazen sosyal ilişkilerin dışına itse, yalnızlaştırsa, ürkekleştirse de, düşünmeye, farklı bir bilinç, eleştirel bir bakış geliştirmeye sevk eden metinler hep edebi olanlardı. Resmi tarih anlatısının bakış açısına girmeyen olayları, kişileri, coğrafyaları, toplulukları bu kurgu metinler aracılığıyla keşfettim. Bırakın milli eğitim müfredatını, araştırma-inceleme niteliğindeki metinler bile sansür veya otosansüre uğruyorlarken, hikayelerin, romanların kurgusal dünyalarında yerini bulan etnik topluluklar, zulümler, zorunlu göçler, çeteler, genel ahlaka meydan okuyan kadınlar, geleneksel toplumlara özgü adetler, ezeli düşman denilen kültürlerin içimizde yaşadığı, hatta bir kısmımızın onlardan genetik izler taşıdığımız ve benzeri birçok şey bana başka hayatların başka biçimlerde yaşandığını, söylenenden daha fazla söz, duyulandan daha fazla ses olduğunu gösteriyordu. Yaşar Kemal okuyarak coğrafya dersinde öğrenemeyeceğim birçok şeyi, yani coğrafyanın kültürel boyutunu öğrenmiştim. Pınar Kür, Sevgi Soysal evde ve sokakta kötü gözle bakılan bir kadınlık halinin aslında özgürleştirici olduğunu göstermişlerdi. Bundan yıllar sonra Duygu Asena, Kadının Adı Yok ile Virgina Woolf’un kendine ait odasına sahip olmak için mücadele etmeye davet etmişti. Kemal Tahir’le birlikte cesaretle Cumhuriyet’in kurumlarına eleştirel gözle bakmaya başlamıştım. Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u, İstibdat dönemini okullardaki tarih kitaplarında anlatılamayacak akıcılıkta, aşkla, entrikayla, gündelik hayatın fon teşkil ettiği bir sahne içinde canlandırıyordu. Sonraları, bir kesimin istibdat dönemi olarak adlandırdığı dönemin, bir başka kesim tarafından altın çağ olarak özlemle anıldığını fark edecektim. Kemal Tahir’in de beni konforumdan çekip çıkardığı bu dönem, beni belirleyen kitaplıkların çoğullaştığı olgunluk dönemiydi. Yine de Yarın Yarın’daki Doğan veya Ali gibi bir sevgili düşlediğim yaşları; Ayla Kutlu’nun Sen de Gitme Triyandafilis’inden Amanos Dağlarının bizi hem ayırıp, hem birleştirdiği Arap akrabalarımızın olduğunu şaşkınlıkla fark etmemi; Selçuk Baran’ın Bozkır Çiçekleri sayesinde aşkın büyüsüne kapılarak hakim cinsiyet rollerine, beklentilere boyun eğmenin bir kadını çarkın dişlisi olmaya yöneltebileceğini akılda tutmamı; Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’yle erkekliğin kriziyle tanışmamı ve memleketteki akraba ziyaretlerinden aşina olduğum taşra sıkıntısıyla yeniden karşılaşmamı; Peyami Safa’nın Sözde Kızlar’ını, su gibi akan, parıltılı üslubuna kanmamaya çalışarak muhafazakarlığın cenderesinde kadına duyulan arzunun kadın düşmanlığı biçiminde tezahür ettiği bir metin olarak okumaya çalışmamı dün gibi hatırlıyorum. Bir genç kadının kendini bulma, durduğu yeri belirleme çabasında edebiyat bulunmaz bir rehberdi.

Bizde hiç de fena olmadığını düşündüğüm çeviri faaliyetlerinin beni tanıştırdığı Rus ve Fransız ustalar, yayıncılık piyasası canlandıkça, hatta şahlandıkça diyelim, birer birer önümüze düşen olağanüstü yetenekli yazarlar, Woolf, Fowles, Barnes, Atwood, Lessing, Cunnigham, Calvino, Szabo, Le Guin, Marquez ve oburca saymak istememe rağmen, lafı uzatmamak için kendimi tuttuğum daha onlarcası, beni bizimkine benzeyen, benzemeyen başka coğrafyalara, denizlere, ideolojilere, kültürlere, çağlara, hatta hiç varolmayan dünyalara, ütopyalara, distopyalara savurdular. Gidilemeyen, gezilemeyen yerlerdeki hiç karşılaşılamayacak insanların sesi oldular.

“Bana edebiyat yapma!”, uyarısını sık duyduğumuz bir memlekette yaşıyoruz. Bu uyarıdaki edebiyat tabii ki, edep, adap anlamına geliyor. Mealen, süslü kelimelerle, adabına uygun tavırlarla beni tavlamaya, konuyu saptırmaya, olduğundan farklı göstermeye çalışma, deniliyor. Okur-yazar kesime gösterişçi bir saygı ile yaklaşırken, bir yandan da anti-entelektüalist bir hınç duyan toplumumuzda, genelde okur yazarlık, özelde de kurgusal metinlerle haşır neşir olmak, gerçeklerden, ahlaki normlardan, manevi değerlerden uzaklaştıran bir pratik olarak görülür. Aklı uçurup, muhayyileyi kuvvetlendireceği, kişiyi baştan çıkaracağı, sorumluluklarından azade olmaya yönelteceği, kural-kaide dinlemeyecek hale getireceği düşünülür. Don Kişotvari bir maceraperestliğin yolunu açacağına inanılır. Bazen de öyle olur tabii. Çok da iyi olur.

Eleştirel zekayı geliştiren, kelime haznesini genişletip dili lezzetlendiren, üslubu zenginleştiren, malumatı arttıran bir pratiktir edebiyat okumak aynı zamanda. Kelimeleri adabına göre istif edersiniz. Bunu bazen hayran olduğunuz bir yazarı taklit ederek yaparsınız ama iyi okur kendi sesini er geç bulur. Okumanın kendini konuşarak veya yazarak anlatmaya kanal açması, o cesareti ve yeteneği kazandırması çok da sağaltıcıdır. Edebiyat okuyarak dünyayı içinize sığdırır ve dünyada bir yer edinirsiniz.


Funda Şenol Kimdir?

Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.