Bahçeden parka, parktan meydana: Var olma, iktidar mücadelesi

Gezi Parkı’na AVM yapmaya çalışan, Salda Gölü’nü ve daha nice doğal güzelliği peşkeş çeken iktidar şimdi de “Millet Bahçesi” ile halkın ortak vakit geçireceği parkları planlıyor.

Google Haberlere Abone ol

Lale Can*

Bizleri diğer canlılardan belirgin bir şekilde ayıran ilişkiselliğimizin organizatörü mekândır. Mekânların salt bir anlamı yoktur. Mekân ancak kendisini dolduran şeylerle bir kimlik kazanır. Burada, çevre psikologlarının uzun yıllardır çalıştığı yer kimliği (place identity) kavramı önemli bir işleve sahiptir. Yer kimliği, o yeri diğerlerinden ayıran özelliklerin ve bireysel atıfların tümüdür. Kök salma olgusu ise antropolojik olarak insanın yer kimliğine ihtiyacını doğurur. Yani insan sosyal bir hayvan olarak kimliğini oluşturabilmek için “burası noktası”nın inşasına ihtiyaç duyar. Kişinin “burası noktası” bir hapishane hücresi olabileceği gibi bir park ya da kentin belirli bir meydanı olabilir.

Abraham Moles’un deyişiyle “kent, merkezi ile var olur.” Bu nedenle kent kavramının temelinde kenar mahalle-merkez diyalektiği yatar. Burada günlük hayatta kullanılan “ev kira, semt bizim” latifesine bakabiliriz. Kişisel mekândan kent meydanlarına gittikçe daha özgün, kamusal bir kimlik kazanılabilir. Bunu, mahalle baskısının kent meydanlarında azalmasıyla doğru orantılı düşünebiliriz. Öyle ki Orta Çağ Avrupası’nda “kentli” kelimesi özgür insan anlamında da kullanılır. Her kent meydanının diğer bir kente ve meydanına göre farklı kimliği vardır. Bireyin kök salma, mekânı sahiplenme ihtiyacı belirli sınırları meydana getirir.

ANTİK KENTLERDE MEYDANLAR NASIL KULLANILDI?

İtalyan Ressam Raffaello Sanzio tarafından 1509-1511 yılları arasında yapılmış
"Atina Okulu” isimli tablo.

Eski Mezopotamya’dan bugüne ulaşan Gılgamış Destanı’nda Uruk kralının kentin etrafını surla kuşattırdığı ve bu surlara rölyeflerle kendi maceralarını kazıttırdığı anlatılır. Buradan da kralın kalıcı olma, kök salma ve mekân hâkimiyeti isteğini somut bir şekilde görebiliriz. Kentlerin odak noktalarını ve halkın toplaşma alanlarını oluşturan meydanlar ise antik Yunan’da “Agora”, Roma’da “Forum”, Rönesans’ta “piazza” isimlerini aldı ve sonrasında “kent meydanı” kullanılmaya başlanıldı. Antik Yunan’da insanlar agoralarda bir araya gelerek felsefi ve politik konuları tartışıyorlardı. Bu bağlamda agoralar kentin kamusal alanını oluşturuyordu. Bir diğer yandan agoralar, ticaretin yapıldığı pazar yerleri olarak da kullanılabiliyordu. Belki de genetik kodlarımıza işlenen bu ilk kent meydanı temsili agoralar sayesinde yurttaşlık ve özgürlük mücadelemizi alanlarda sürdürmeye devam ediyoruzdur!

MUKTEDİRLER MEYDANLARI İKTİDAR ALANI OLARAK NASIL KULLANIYOR?

Helenistik dönemle birlikte agoralarda anıtlar ve kutsal mekânlar boy göstermeye başladı. Tiranlar ve despotlar halka kendi gücünü göstermek için eğlenceler düzenliyor, aynı zamanda anıtlar, çeşmeler için fazlaca para harcıyorlardı. Bir ordu devleti olarak kabul edebileceğimiz Roma’da ise meydanlar daha geniş yer kaplıyordu. Agoraya ek olarak davalar burada izlenebiliyor ve askeri geçit törenleri düzenleniyordu. Kalabalığı kontrol etme gereği duyan iktidar, ilk defa halkın anlık bir şekilde eğlenebilmesi için parkları oluşturdu. İktidarın nam salma ve güç gösterme istekleri halkı forumlarda pasif bir role sürüklemiş, insanlar sadece görevleri gereği forumdaki gösterilere katılmışlardır. Roma Dönemi’nde yolunda gitmeyen işleri örtbas etmek ve gündem değiştirmek için hükümdar gladyatör dövüşleri düzenletir ve halkın ilgisini bu oyunlara çekebilmek için gladyatörleri gösterilerde hayvanlara parçalatırdı. Bir diğer yandan, tasarım olarak bakıldığında, Roma forumlarındaki geometrik mimari, muktedirlerle halk arasındaki çizgiyi de belli eden cinstendi.

William Tell tablosu, British Museum.

Rönesans’a gelindiğinde ise daha çok kapitalist toplumun ihtiyacını giderecek şekilde pazar alanı olarak kullanılan meydanlar için “piazza” ismi kullanılıyordu. Ticari ilişkilerine ek olarak meydanlarda iktidarın ve ordunun güç gösterileri devam ediyordu. Öyle ki ordunun ihtiyaçları için piazzaların çevresine terziler, tophaneler ve genelevler kurulmuştu. Bu dönemde iktidar, ibret-i âlem olsun diye idam cezalarını bu meydanlarda uygulatıyordu. Bu yöntemle halka, gözlendiği/ gözetlendiği mesajı verilmek isteniyor, adeta “panoptikon” toplumu yaratılmaya çalışılıyordu. Tam burada gerçekliği şaibeli olan, dönemin halk kahramanı William Tell’den bahsetmek gerek: İsviçre imparatoru şapkasını kentin meydanına astırır ve geçen herkesten bu şapkaya selam vermesini bekler. Fakat karakterimiz okçu William Tell şapkayı selamlamadığı için tutuklanır. Ceza olarak meydanda oğlunun başına konulacak elmayı ok atışıyla ikiye bölmesi istenir. Eğer elmayı bölemezse oğlu ve kendisi meydanda idam edilecektir. Hikâyenin sonunda William Tell’in kurtulduğuna inanılır.

17’nci yüzyılda meydanlar, parklar ve bulvarlar, aynı sosyo-ekonomik düzeyden ve meslekten insanların birlikte yaşayabilecekleri cepheler oluşturmaya hizmet etmeye başladı. Ancak Sanayi Devrimi’nin ardından devletler meydanların kontrolünü daha fazla elinde bulundurmak istiyordu. Örneğin, burjuva politikacısı ve şehir planlamacı Georges-Eugène Haussmann, Fransa’daki meydanları ezen ve ezilen sınıflar nezdinde ayırmak istiyordu. Yani amacı, sınıfları kendi içlerinde yalıtmak, her sınıfın kendi çöplüğünde kalmasını sağlayacak bir şehir planı oluşturmaktı. Bu dönemden sonra meydanlar, muktedirler tarafından kapitalist rekabete hizmet edecek şekilde tasarlanmaya başlandı. Meydanların yanındaki veya yerindeki alışveriş merkezleri, lüks konutlar bu rekabetin ve halkın ortak alan kullanımını engellemenin en büyük göstergeleri olmuştu. Öyle ki Haussmann, devrimden sonra tüm Paris’i yıkıp baştan kurmayı planlıyordu. Böylece meydanları sokak sokak halkın olası direnişine kapatabileceğini hayal ediyordu!

HALK, MEYDANLARI İKTİDARLARA KARŞI NASIL KULLANDI?

Kök salma, yer kimliği ve mekânı sahiplenme ihtiyaçlarına ek olarak bireyler eşit ve özgür yurttaşlık haklarını da mekânlar üzerinden temin ederler. İşte bu yüzden iktidarların tahakküm aracı olan meydanlar, halkların da özgürlük mücadelesinin aracı bazen de amacı oldu. İktidarların tüm engellemesine ve şiddetine rağmen kitleler meydanları hak mücadelesinin mekânı olarak kullanmaya devam etti. Muhaliflerin kamusal alan ve parklardan başka seslerini duyurabilecekleri bir mecranın olmaması belki de meydanları kullanma ısrarını açıklayabilir. Tüm gücün muktedirde toplandığı, kitle iletişim araçlarının hepsinin halka karşı kullanıldığı merkezi bir sistemde halk adına başka bir propaganda aracı düşünülemez zira.

Gezi Parkı eylemine polisin biber gazıyla saldırısı, Haziran 2013 

İstanbul Taksim Meydanı Cumhuriyet Dönemi’nin en önemli eylem ve gösteri meydanı iken bu meydanda 1 Mayıs gösterileri dâhil her türlü eylem ve gösteri yasaklandı. Yasaklamanın ardından, anlık bireysel ve kitlesel eylemler yapan halk kitleleri eylem alanını geri kazanmak için Taksim Meydanı’nı seçiyordu. İktidar, halkın kolektif belleğinde yer eden bu direniş alanından kurtulabilmek, aynı zamanda kapitalizmin ihtiyacına uygun olarak Gezi Parkı’na AVM yapmak için meydanı tamamen halktan izole etmeye çalıştı. Sonuç olarak; aylar süren ve tüm ülkeye yayılan direnişle Gezi Parkı, halkın agorası olarak kaldı ve iktidara geri adım attırdı. AKP İktidarının meydan savaşındaki yeni stratejisi ise “Millet Bahçeleri”. Gezi Parkı’na AVM yapmaya çalışan, Salda Gölü’nü ve daha nice doğal güzelliği peşkeş çeken iktidar şimdi de “Millet Bahçesi” ile halkın ortak vakit geçireceği parkları planlıyor.

AKP İKTİDARI ‘MİLLET BAHÇELERİ’ İLE MEYDANLARI NASIL KULLANMAK İSTİYOR?

Tarihsel olarak muktedirlerin meydanları kullanım şekillerine baktığımızda toplumsal adaletsizliğin, yönetememe krizinin ya da otoriterleşmenin arttığı dönemlerde kamusal meydanlara özellikle müdahale edildiğini görebiliriz. Çünkü iktidarlar için halkın kültürel ve kolektif belleğine müdahale edebilmenin en kolay yolu parkları-meydanları değiştirmektir. Oysa her ne koşulda olursa olsun muktedirler kitlelere cenaze, inanç ya da diğer kültürel ihtiyaçlarını karşılayacakları meydanları tahsis etmekle yükümlüdür. Diğer yandan modern mimarideki yeni tasarımlar “panoptikon toplumu” anlayışının pekiştirilmesine hizmet eder. Gerek yeni dönem politikaların bir sonucu olarak gerek bekçiler gerekse kameralar, korku iklimi oluşturarak meydan, park ve bahçelerdeki kamusal alan algısını tahrip eder. Kişisel alandan kent meydanlarına doğru giderken kazanılan özgün kimlik, yeni tasarlanan bahçeler yardımıyla tekrar boyunduruk altına alınabilir.

Sonuç olarak, “burası noktası”nın inşası aynı zamanda “başka yer” inşasını da getirir. Bu “biz” ve “diğerleri” çağrışımına benzerdir. Ülkemizde uygulanmaya çalışılan politikaya baktığımızda da bunu görebiliriz. Bu bir nevi iktidarın onların “Gezi Parkı” varsa bizim de “Millet Bahçelerimiz” var sinyalidir. Aynı zamanda burjuva siyasetçisi Haussmann’ın “her sınıfı kendi bölgesindeki parklarına hapsetme” politikasıdır. Çünkü hâlihazırda burjuvalar zaten özel parklı-bahçeli villalarda ya da sitelerde yaşıyor. Dolayısıyla kamusal kimliğine müdahale edilmek istenilen kesim belli. Hem ezilen sınıf hem de ezen sınıfın meydan muharebesi bu bağlamda insanlık tarihi boyunca devam edeceğe benziyor!

*Psikolog