Bağımsızlık bağımlılığı

Sosyal medyanın sihirli mermi etkisiyle gece devrimci olarak yatan bir müzisyen sabah pop yıldızı olarak uyanabiliyor. Bağımsızlık, er ya da geç kitlesel popülerliğe ulaşana kadar binilen bir trendir.

 İllüstrasyon: Christopher Mihaly
Google Haberlere Abone ol

Mutlaka duymuş, görmüş, bir yerlerde okumuşsunuzdur. Müzikte dağıtım ve iletim modellerinin milenyumla başlayan devrimsel dönüşümüyle artık sanatçıların eskiden olmayan imkânlara sahip olduklarını, özgürleştiklerini, daha büyülüsü, bağımsızlaştıklarını… İlki çok doğru. İmkanlar bakımından muazzam bir açılım oldu. Eski mekanizmada müziğini hayatta kimselere ulaştıramayacak veya en iyi ihtimale çok az insana duyurabilecek birçok müzisyen yeni mekanizmalar sayesinde, hem de meşru ve lisanslı şekilde, bunu yapabilecekleri zeminlere, hem de aracısız (aslında halen tamamı aracılı, ama bu aracılar genelde hoş isimli, güler yüzlü, güzel logolu teknoloji ürünleri olduğu için aracı değil de arkadaş gibi algılandıklarından kapsam dışı bırakılabilir), erişebilir hale geldiler. İkincisi, yani özgürleşme, bu imkanlarla elde edilenler sayesinde eskiden bu imkanları sağlayacak ruhsat ve mekanizmaya sahip bir oligopole, yani plak şirketlerine artık muhtaç olmamak anlamında doğrudur. Müziğini dilerse kendi mülkiyetinde, kendi işlevsel ve ticari ilişkilerini oluşturarak yaymak ve pazarlamak konusunda özgürleşmiştir yaratıcılar. Dijital çağda müzik de, beste de, söz de birer metadır artık. En kolay, hızlı ve pratik nasıl alenileştirilebilirse o şekilde ilerlemekte özgürdür sanatçı. Üçüncüsü, yani bağımsızlık meselesiyse diğerlerinden daha girift ve ikircikli. Bu karmaşık kavramı, hele müzikteki mahiyetiyle, anlatabilmek kolay değil, ama denemeye değer, çünkü gün geçtikçe bir papağan ezberi gibi yerli yersiz tekrarlanıyor. Hatta yer yer aslında hiç girilmemiş bir savaşın intikamını alırcasına bir tavırla borazanlar çalınıyor, ama genelde detone. Bunun kime, ne zararı var diye sorulabilir elbet. Ufacık bir ayrıntıdır, bahse değmez diye de değerlendirilebilir. Ama bir avuç azınlığın menfaatine işleyen sistemlerin sorgulanmadan devamı tam da bu tip ayrıntıların yanlış ezberleriyle ve söylemiyle perçinlenir, ta ki o yanlışlar mutlak ve sorgulanamaz doğrular gibi algılanmaya başlayana kadar.  

NEDİR, NEDENDİR VE KİMDENDİR BU BAĞIMSIZLIK?

Önce, müzikteki anlamıyla bağımsız teriminin köklerine hızlıca bakalım. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki 20 yıl içerisinde kayıt taşıyıcı (fonogram, yani plak) teknolojilerinin ilerlemesiyle süre ve nitelik anlamında taşıyıcıların kapasitesi büyük oranda arttı. Aynı dönemde ve devamında kayıt taşıyıcı mecraların (neredeyse) bire bir kopyalanma ve hızlı çoğaltılma imkanları fazlalaştı. Radyo ve sonrasında başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere dünyada neredeyse her haneye giren televizyon sayesinde artık kitlesel tanıtımı ve reklamı da yapılabilen sanatçılar ve şarkılarının kaydedildiği mecralar (önce 45’lik ve 33’lük vinil plaklar, sonrasında kasa içinde barınan manyetik bantlar, yani muhtelif kasetler), fiziksel dağıtımla perakende tüketicisine ulaşınca satılan her bir kopya, ticarî hak sahibine (yani plak şirketlerine) hatırı sayılır bir kâr marjları sağlamaya başladı. Satışların on binler, yüz binler ve hatta milyonları bulmasına sanatçı ve repertuar çeşitliliği eklenince, hak sahibi olan birkaç şirket kısa sürede üstel biçimde büyüdü. Bu büyüme, 1960’lardan itibaren küresel müzik devlerini yarattı ve dünya müzik piyasasına hakimiyetlerini günümüze kadar taşıdı. Alfabetik sırayla bu şirketler Almanya kökenli Bertelsmann Music Group (BMG), Britanya kökenli Electrical and Musical Industries (EMI), Japonya kökenli Sony Music Entertainment (şimdi Sony Music Group - SMG), A.B.D. kökenli Universal Music Group (UMG) ve benim de Atlantic Records bünyesinde olmak üzere çatısı altında yedi yıl çalıştığım A.B.D. kökenli Warner Music Group (WMG) idi. Yıllarca müzik endüstrisinin “beş büyüğü” (The Big Five) olarak adlandırılan bu oligopol, 2008’de Sony’nin BMG’yi almasıyla “dört büyük” (The Big Four), 2013’te de Warner’ın EMI grubuna ait kayıtlı müzik bölümünü almasıyla “üç büyük” (The Big Three) olarak devam etti. Elbette bu devlerin şemsiyesi altında onlarca irili ufaklı başka şirket bulunuyor ve farklı otonomi seviyelerinde faaliyetlerini sürdürüyorlar ama başat bezirgânlar hep aynı. On yıllardır ve hâlen alenileşen kayıtlı müziğin yaklaşık %85’i direkt veya dolaylı olarak bu üç şirket tarafından yayımlanmaktadır. Bir şekilde bu devlere bağlı olmayan plak şirketleri de “bağımsız” (“independent”, kısaltması “indie”) olarak adlandırılmıştır. Yani, bu terimin bir müzik türü ve o türü icra eden sanatçılar için kullanılmaya başlamasının kökeni aslında sanatsal değil, ticarî sınıflandırma sonucudur.

BAĞIMSIZLIK TRENİ

Her kültürel endüstride olduğu gibi, asgarî müşterek ve ana akımdan ziyade daha marjinal beğeni ve tercihlere hitap eden müzikler de kamuya doğal olarak işbu “bağımsız” şirketler tarafından sunuldu ve sunulmaya devam ediyor. Bu şirketlerle çalışan sanatçıların eserlerinde daha serbest dışavurum sahalarına ve ifade biçimlerine sahip olmaları da, bu şirketlerin, müziklerini bu şekilde yaratmayı ve sunmayı seçen sanatçılarla çalışmayı seçmeleri de bir tesadüf değil. Hayat görüşü ve sanatsal tercihler kadar ekonomik ve sektörel koşulların da dayattığı bir hâl bu. Denklem basit ve beşerî: marjinal şeyler üretirsen seni daha az sayıda insan umursar (çünkü insanları ya zorlarsın ya da aşarsın), dolayısıyla daha az tüketilir ve daha az popüler olursun, dolayısıyla daha küçük paralar kazan(dır)ırsın, dolayısıyla daha küçük yatırımlar yapabilen ve daha küçük paralar kazanmayı fazla dert etmeyen, kendi yağında kavrulan ve buna ilkesel olarak yürekten bağımlı olan bağımsız kişi ve kurum(cuk)larla çalışırsın. Bu iklimlerde üretilen ve bu tip şirketlerce umuma sunulan müzikler de, istisnalar hariç, adıyla, sanıyla, sazıyla, sözüyle, anlatımıyla, tınısıyla belli duruşları ve varoluşları yansıtır. Bunların etrafında kurulu o hal, tavır, görünüş, vücut dili, ses tonu, hatta yürüyüşler dahi birbirine benzer. Pazarlama refleksi her zaman kuvvetli olmuş müzik sektörü de özünde tektipleştirilmesi ve ambalajlanması zor bu sanatçıları ve müziklerini kolayca “indie” diye paketleyip bunu bir janr olarak tanımlamıştır.

İster tek olsun ister grup, çoğu müzisyen varlığının bu “bağımsız” düstura armağan olması hayaliyle, hatta yeminiyle, başlar bu işlere. Dava asla satılmayacak, öze söze sonuna dek sadık kalınacaktır. Ta ki bir konser çıkışı sabaha karşı elinde yağı donmuş çeyrek kokoreç kirayı nasıl ödeyeceğini kara kara düşünürken, aynı dönemde aynı izbe barda, kusmuk kokan sahnede bu işlere başladığı bir meslektaşı birdenbire popülerleşen yeni şarkısının ardından kolunda o çok güzel/yakışıklı dizi oyuncusuyla önünden geçip havalı arabasına binene kadar. Er ya da geç, ama aslında baştan/öteden beri öyledir ki, birkaç istisna dışında, her müzisyen, besteci, şarkıcı ister ki eserleri daha fazla duyulsun, bilinsin, dinlensin, tüketilsin, gelir üretsin, güç getirsin. Ama uzun süre, bazen yıllarca, bu hiç de böyle değilmişçesine, çok bağımsız ve bazen pek âsi, hem de bir o kadar başına buyruk ve devrimci eylem ve söylemlerle icra ederler sanatlarını. Eskiden bu evrimler yıllarca sürerken günümüzde özellikle sosyal medyanın sihirli mermi etkisiyle gece devrimci olarak yatan bir müzisyen sabah pop yıldızı olarak uyanabiliyor. Bağımsızlık, er ya da geç kitlesel popülerliğe ulaşana kadar binilen bir trendir; uygun durağa ulaşıldığında inilecek ve bir daha muhtemelen esamesi okunmayacak, ancak yeri geldiğinde serde ve yürekte aslında ne kadar özgür ruhlu olduğunu sosyal medya paylaşımlarındaki beğenilerle ifade ederken pek de kullanışlı gelecek olan.

'ÖZGÜR KIZ'DAN BUGÜNE

Eski sistemde köşeleri tutmuş yapımcılar, dağıtımcılar, yazılı, görsel ve işitsel müzik medyası mensupları elbirliğiyle yaratıcı mahsulün kendi lehlerine tekdüzeleşmesine uğraşırken bugün benzer işlevi yazılımlar, algoritmalar, dijital platformlar, şekilli sakallı ajans mensupları ve yeni yetme metin yazarları sağlıyor. Lakin araçlar ve oyuncular biraz değişmiş olsa da, vanaları ve küpleri tutanlar pek değişmedi. Hâl böyleyken ve değişmemiş, sadece dönüşmüş yapılara dibine kadar bağımlıyken, küresel müzik endüstrisinin Matruşka’yı andıran yapısında hangi bebekle yan yana durduğu gündelik hayatta bir “bağımsızlık” sanrısı yaratsa da, bağımsızlığın tam karşısında dikilen en büyük bebeği beslemektedir dolayısıyla sanatçılar, küçüğünden büyüğüne.

Öte yandan, bıyıklı bazı amcalar ya da onların merkeze yakın hipster türevleriyle iştigal etmek zorunda kalmamayı sağlayan yeni sistem sayesinde boy boy fotoğraflarını mega-kentin billboardlarında, başka mega-kentlerin devasa binalarında, dijital listelerin kapaklarında görebilmek şüphesiz müthiş bir histir. Ancak bağımsız olmayı, şarkılarını bir dijital toptancılık servisi üzerinden kendi ismi veya markasıyla dijital müzik platformlarına yüklemekten ibaret algılayan ve göğüslerini gere gere sağda solda bağımsızlık üzerine vaaz veren bazı şarkıcılar, iş birliği içerisinde oldukları servis ve platformların ticarî yapıları hakkında ne kadar fikir sahibidirler acaba? Gerçek anlamda, tamamıyla bağımsız olabilmek ve kalabilmenin ne kadar zor bir yol olduğuna ve nasıl bedeller ödettiğine vâkıf mıdırlar? En başta sosyal medya ve yeni sistemin bazı aktörleri olmasa şöhretlerinin uzunluğu en iyi ihtimalle bir barlar sokağının bir ucundan diğer ucuna kadar olacak birtakım “temsilci” müzisyen, bugün eylem ve söylemlerini her fırsatta yerdikleri ulusal “ideal anne” portrelerimizden birinin 20 yıl önce koca ülkeye “özgür kız” diye yedirildiğini, hâlâ da temcit pilavı gibi türlü soslarla yedirildiğini unutmuş görünüyor. “Yedirildiğini” demeyelim de, sunulduğunu diyelim.