Babalalaştıramadıklarımızdan mısınız?

Sağ hegemonyaya hapsolmuş kitlelerle sol/muhalif medya arasındaki duvarda çatlaklar açılamadıkça, kamuoyu Platon’un mağarası misali o duvarda oynatılan gölge oyunları üzerinden oluşuyor.

Google Haberlere Abone ol

Hakan Sipahioğlu

Babala TV’nin “Mevzular Açık Mikrofon” (kısaca M.A.M.) yayın serisinin güncel siyasete etkileri malum. Bu etkilerin keskin bir ideolojik dönüşümden ziyade seçim aritmetiğine yöneldiği elbette aşikar. Öte yandan sadece 15 bölüm yayınlanmış bir tek programın TİP’in üye (ve yüksek ihtimalle seçmen) sayısında gözle görülür bir artış, Sinan Oğan’ın genç tepki oylarının çekim merkezi olması gibi hem solun hem de aşırı sağın yakın dönemine yön vermekte mütevazı denemeyecek bir rol oynadığı da en az o kadar ortada. Kılıçdaroğlu’nun da başkanlık seçiminin iki turu arasındaki her saniyesi alabildiğine kıymetli zamanının hatırı sayılır bir bölümünü bu programa ayırması zaten bu anlamda fazla söze yer bırakmıyor.

Şaşırtıcı olan, yaşı yeten hemen herkes için M.A.M.’ın formatının hiç de şaşırtıcı olmayışı. Abbas Güçlü’nün Genç Bakış’ından Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı’na, kısmen Reha Muhtarlı Ateş Hattı’na, hatta daha “lümpen” bir örneği olarak Savaş Ay’ın A Takımı’na kadar epeyce öncülü bulunan bir yapım tipi bu. Bir sunucunun moderatörlüğünde tercihen siyasetçi bir konuğun gençler/vatandaşlar tarafından “sıkıştırılması”.

90’ların başından itibaren açılmaya başlayıp sayısı hızla artan özel televizyon kanalları için dönemin ifade özgürlüğü bakımından görece liberal ortamında (pek tabii o dönemde de bu özgürlüğün “PKK terör örgütü müdür” gibi kırmızıyla çizilmiş sınırları vardı) bu tür programlar bir istisna değil adeta Brezilya dizileri gibi yayın akışının olağan bir parçasıydı. Özellikle Siyaset Meydanı tam da M.A.M. gibi sabahlara dek izlenir, ertesi gün okullarda, işyerlerinde, kahvehanelerinde programın kritiği yapılırdı.

Siyaset Meydanı

2002 sonrasında “eski Türkiye”nin artık mazide kaldığı, “ileri demokrasi” dönemi başladığındaysa enteresan bir dinamikle karşı karşıya kaldık. Geleneksel medyadaki tartışma sahnesinden halk yavaş yavaş ama adım adım (el) çek(tir)iliyordu. Siyaset Meydanı ve Genç Bakış’ın can çekişmesi 2010’lara kadar sürse de artık yeterince ilgi çekmiyor, halk adına “bilirkişilerin” tartıştığı programlar daha yüksek reyting alıyordu. Örneğin “muhalefet” adına Emre Kongar, iktidar adınaysa (2008’deki kısa süreli bir Cengiz Çandar dönemini saymazsak) Mehmet Barlas’ın yer aldığı Yorum Farkı bunlardan biriydi. Haber kanallarındaki pek çok benzeriyle beraber, Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge’si ise belki de en çok izleneni (en azından “bölge”nin tarafsızlığının üzerindeki illüzyon perdesi alenen yırtılana değin).

İşçi sınıfının git gide örgütsüzleştirildiği, sokakların halka (merkez “muhalefet”in de eşsiz katkılarıyla) kapatılmaya başladığı dönemde medyada da benzer bir sürecin yaşanması çok da şaşırtıcı değildi belki, kabul. Esas enteresan dinamiği henüz belirtmedik yalnız: Demokratik bir çeşitlilik içerdiği ön kabulüyle halkın ekranlara “karşıt görüşlü temsilciler” olarak taşınması BİLE (bu temsilcilerin seçilimindeki tüm kusur ve manipülasyonlar bir tarafa) medyadaki dönüşümün yegane aksı değildi. 90’larda muhalefetteyken bir anda iktidara gelen ve gittikçe anaakımlaşan “yandaş medya” bu temsil krizini de çözmenin ve siyasetteki esas dönüşüme ayak uydurmanın yolunu buldu: Aynı fikirdeki insanların çıktığı tartışma programı. 24 TV’de Nagehan Alçı ile sırasıyla Mehmet Metiner ve Ahmet Kekeç’i buluşturan “Nerede Kalmıştık” bunlardan biriydi. Halkın çeşitliliği artık yalnızca imaja (“modern” kadına karşı muhafazakar erkek) indirilmiş, söylemse ortaklaşmıştı. Bu esnada ana akım medya da bu dönüşümü yakalamış ve Kongar ile Barlas arasındaki tartışma, yerini NTV Radyo’da Oğuz Haksever ile yine Barlas arasına geçen siyasetten arındırılmış bir musiki sohbetine bırakmıştı. Programın yeni adı müthiş bir sembolizmi bünyesinde barındırıyordu: Artık “Yorum Farkı” değil “Makam Farkı”ydı, ne de olsa katılımcıların ikisi de “aynı telden” çalıyorlardı.

Nafehan Alçı, Mehmet Metiner-Nerede Kalmıştık Programı. 

Kabul edelim ki bu “bileşik makam”ın tonunu biz muhalifler de çok sevdik. Sesimiz özellikle 2016 sonrasında ana akım medyadan bile tamamen dışlanır hale gelince yöneldiğimiz alternatif mecralarda kendi yankı odalarımıza kapanmanın psiko-sosyal açıdan kuvvetlendirici bir rolü vardı. Medyascope’ta, İMC TV’de ya da Halk TV’de olsun fark etmez, halkın karşıtlıklar içeren yapısının ne doğrudan ne de temsil düzeyinde katılımına rastlanmadığı gibi[1] dürüst olmak gerekirse işin alıcısı olan bizler tarafından talep de edilmiyordu. Sürekli “doğruları” duymak, sinirimizi günden güne daha çok bozan karşıt/faşizan/cahilce (dilediğinizi seçiniz) seslerden azade bir nefes alanı bulmak hoşumuza gidiyordu. Aksi bir argümana karşı savunmalarımızsa çoktan hazırdı: Devlet merkezli/burjuva/milliyetçi/gerici söylemleri kendi mecralarımızda yeniden üretmek gibi sorumluluğumuz yoktu ki zaten bu aptallık olurdu, hem “tarafsızlık” dediğimiz şey liberal bir zırva değil miydi…

Bu ve benzeri argümanlara da “sol ezber” deyip geçecek değilim, kuşkusuz haklılık payları var. Öte yandan bu haklılık sarhoşluğundan ara sıra da olsa uyanıp somut durumun somut tahlilini yapmakta da fayda var. Neticede bu “haklılığın” sol/muhalif söylemlerin yaygınlaşamaması, böylece bu kitlenin genişlememesi, kitlesi genişlemeyen muhalif medyanın aynı kitlenin aynı ihtiyaçlarına cevap vermeye devam etmesi gibi bir kısır döngüyü beraberinde getirdiği ortaya çıkıyor.

Buradaki tuhaf çelişki, solun kolektif hafızasına, handiyse genetik kodlarına içkin olan demokratik bir tartışma zeminini örgütleyip yönetme beceri ve birikiminin sanal alana aktarılamaması. 60’lı ve 70’li yıllarda üniversitelerde etkin olan forum ve komite kültüründen Terzi Fikri’nin belediye başkanlığındaki mahalle meclislerine, yakın geçmişte Gezi sürecinde önce parkta, sonrasında mahalleler ölçeğinde oluşan forumlara kadar aslında katılımcı müzakere ortamlarının yaratılması ve yönetilmesi doğrultusunda solda oluşmuş bir kapasite mevcutken, nasıl oluyor da bu kabiliyet sol değerlere uzak, muhalif söylemlere karşı neredeyse “bağışık” duran, ancak dertlerine tercüman olacak ve eylemlerine kılavuzluk edecek kişi, siyaset ve/veya fikirlerin arayışında olan çoğunluğu umutsuz ve öfkeli gençlerle temas imkanına çevrilemiyor?

Aslına bakılırsa tartışma biraz daha genişletilebilir ve “format” üzerinde çok durulmayabilir. Bir başka deyişle mesele oldukça dar bir “neden ‘sol babala’ yok” sorusuna hapsedilmeden, “neden en geniş manasıyla sol medya sanalda bir bütün olarak bu denli zayıf” diye sorulması daha doğru olur. Zira yeni medyada kanaatler yalnızca tarafsız tartışma üzerinden şekillenmiyor. Twitch yayıncılığından popüler kültür sohbetlerine, gündem yorumculuğundan podcast’lere varıncaya kadar takipçilerinin fikir dünyasını şekillendiren çok sayıda içerik ve biçim var. Ve elbette bu alanlarda da solcular, muhalifler var. Fakat bir kısım liberal - sol liberal gazeteciyi saymazsak bir “popülerleşme” trendinden söz edemiyoruz (ki söz konusu liberal gazetecilerin popülerliği de göreli olarak kalıyor, yankı odasının sınırlarını aşamıyor).

“Popülerleşme” demişken, bu tabirin içerdiği tüm olumsuz çağrışımlarla beraber - “popülizm”le karıştırılmadan - bağra basılması gerektiğini düşünüyorum. Diğer bir deyişle tamamen kurmaca bir “halk”a ulaşmak adına o kurmaca “halk”a atfedilen dinî, politik, tarihsel vb. referanslara dört elle sarılma kolaycılığına düşmeksizin dil, biçim, içerik gibi açılardan sekterizmden vazgeçmenin mümkün hatta gerekli olduğunu, yankı odasından çıkmanın ve “merkez” iddiasını kurmanın bu şekilde mümkün olacağını savunuyorum.

Format tartışmasını genişlettiğimize göre örneği de tazelemek mümkün: Bu noktada Flu TV’yi ele alalım. Tarih, sinema, edebiyat, tıp, felsefe gibi alanlarda “uzman” sohbetleri yaparak eğlencelik içerikler üreten Flu TV’nin nötr bir ideolojik pozisyonda görünürken soru, yorum, konu seçimi gibi tercihlerle izleyicisini belirli bir yöne kanalize etmeyi başardığını, öte yandan “Ben Marksist Gördüm”, ”Ben Komünist Gördüm” veya “Ben Sendikacı Gördüm” gibi bölümlerinde “bizim tarafa” gayet özgüvenle açılabildiğini ve tarafsızlık iddiasını da böylece yeniden üretebildiğini söyleyebiliriz (Bu yazının yazıldığı sırada bu videoların izlenme sayıları sırasıyla 351, 179 ve 293 bin).

Şimdi bir de biçimsel olarak Flu TV’yle bire bir özdeş olmasa da benzer bir boşluğu dolduran bir sol mecraya, BSM TV’ye bakalım. Kendilerini tanımlarken şöyle diyor BSM Kolektif:

Bize göre, bugün iletişim alanında ne kadar büyük bir yer kapladığı tartışmasız olan bu alanların (dijital medya kast ediliyor - H.S.) sol tarafından yeterince değerlendirilmemesi hem bizler için birçok politik fırsatın kaçırılmasına, hem de bu alanların sağ ve liberal politikanın propagandalarına tamamen terk edilmesine neden oluyor.

Hangi Demokrasi-BSM TV

Kesinlikle doğru, bu yazının önermeleriyle de örtüşen tespitler bunlar. Öte yandan BSM Kolektif’in sağ ve liberal propagandaya karşı cephe savaşında nerede olduğunu da sağlıklı değerlendirebilmek gerekiyor. Mesela şu bir başlangıç olabilir: Bu kanalın son üç ayda paylaştığı toplam on beş videodan yalnızca bir tanesi on binin üzerinde izlenmiş (on bir bin). Soru şu: Flu TV’deki marksizm, komünizm, sendikacılık vs. tartışmalarının izlenme rakamlarıyla kıyasladığımızda, bu on bir binde kalışın sebebi acaba bu kapitalist demokrasi - sosyalist demokrasi tartışmasının dört katılımcısının dördünün de sosyalist demokrasiyi savunması olabilir mi? Elbette rakamı belirleyen daha birçok faktör var, Flu TV’nin daha geniş bir tanıtım ağına ve daha yüksek bir bütçeye sahip olması akla ilk gelenler. Yine de BSM TV’deki programda liberal demokrasiyi savunan veya sosyalist demokrasi hakkında şüpheleri, yanıt bekleyen soruları bulunan kişiler de yer alsaydı, daha “organik” bir tartışma, seyir zevki daha yüksek, viralleşme olasılığı çok daha fazla bir program ortaya çıkmaz mıydı? Sosyalist müzakerenin Haksever’le Barlas’ın “makam farkı”yla yürütülmesinden arzu ettiğimiz çıktıları aldığımızdan emin miyiz?

Aslında BSM Kolektif organizasyonel anlamıyla işin nasıl yapılacağına dair iyi bir fikir veriyor. Herhangi bir sosyalist partinin merkez komitesinden sol eğilimli babala tv kurma kararı çıkmasını (çıksa da işlerlik kazanmasını) bekleyemeyeceğimize göre bu alanda gerek bireysel gerekse kolektif inisiyatifler almak gerekiyor. Soyadını bile halen çoğumuzun bilmediği grafik tasarımcı Mahir’in ürettiği sticker’larla seçim gündemine sosyalist bir içeriği sızdırması gibi, “sola sol propagandası” yapmanın sınırlarını aşacak, sol söylemi geniş kitlelerle eşit bir ilişki zemininde buluşturacak kanalları açabilmek gerekiyor.

Aksi takdirde yalnızca bir fırsat kaçırılmış olmuyor, zira siyasetin doğası boşluk kabul etmiyor. Daha vahim bir tablo çıkıyor ortaya: Özellikle sosyal medyanın kaotik dinamikleri neticesinde kimsenin tam olarak ne iş yaptığını hatta adını bile bilmediği Jahrein, Erlik vb. aşırı sağ eğilimli figürler kanaat üretmeye, bilhassa da öfkeli ama öfkesinin doğru ifadesini bulacak teorik/politik araçlardan yoksun gençliğin bilincine şekil vermeye başlayabiliyor. Bununla da kalmayarak, Oğuzhan Uğur gibi radikal sağ görüşlerini saklama gereği duymayan biri yeni “tarafsız” halk arenasını kurgulayıp siyasete yön verebilir hale gelebiliyor. Öyle ki, yazının başında da altı çizildiği gibi, sosyalistler bile o alanı kullanmak durumunda kalabiliyor ve siyasal meyvelerini - şimdilik - toplayabiliyor. Gelgelelim eskinin en azından görünürde tarafsızlık iddiasındaki merkez medya ve gazetecilerinin aksine bu yeni medya figürlerini bağlayan böyle bir “meslek etiği” yok ve yarının ne getireceği, bugün muhaliflerin ve sosyalistlerin de katılımlarıyla tarafsızlık payesi kazandırdığı M.A.M. gibi oluşumların nereye evrileceği tam bir muamma. Sağ hegemonyaya hapsolmuş kitlelerle sol/muhalif medya arasındaki duvarda çatlaklar açılamadıkça, kamuoyu Platon’un mağarası misali o duvarda oynatılan gölge oyunları üzerinden oluşuyor.

NOT:

[1] Yiğidi öldürsek de hakkını vermek isterim: İMC TV’nin 2015 seçimleri öncesi kurduğu “Seçim Kürsüsü” gibi pratikler mevcuttu. Ya da Medyascope’ta sokak röportajlarıyla halkın nabzı seçim gündemine endeksli olsa bile tutuluyordu ve halen de tutuluyor. Fakat bu yazıdaki arayışın bireysel seslerin medyada yer almasından ziyade kollektif bir tartışma/müzakere ortamının kurulması olduğunun altını çizmek gerek.