Baalbek’in yıkımı ve mirası
İsrail gibi zorbalığın en karikatürize haliyle vücutlaşmış öznesine UNESCO’lu ya da UNESCO’suz bir kenti başlı başına hedefe dönüştürme hakkı nasıl verilebiliyor? Bu güç dengesizliğinde kudretin ta kendisini sorgulamak, bizi liberallerin delik deşik edilmiş ‘insanlık’ masalından uyandıracaktır.
Siyonist İsrail ordusu, uzun bir süredir Lübnan’da çeşitli yerleşimlerin hızla ‘tahliye’ edilmesi gerektiğine dair duyurular yayınlıyor. Ordu, sosyal medya hesaplarından o yerleşimin bir uydu fotoğrafını ‘hedef’ alındığına dair bazı görseller ekleyerek paylaşıyor. Görsellerin piksel kalitesi yüksek olunca İsrail’in katliamları ‘kuralına göre yaptığı’ ve ‘sivil can güvenliğinin gözetildiği’ gibi bir illüzyon yaratılıyor. Ne de olsa kimse ne savaş hukukunu açıp inceliyor, ne yerinden edilenlerin akıbetini merak ediyor, ne terk ettikleri yerlerin geleceğini sorguluyor, ne de ölmesi ‘olağanlaşmış’ insanların canına kıymet veriyor.
İşin daha da ilginç kısmı, yaratılan illüzyonun özensizliğinde. Öyle ki İsrail, yürüttüğü soykırım savaşına kılıf bulma ihtiyacını büyük ölçüde kendisine uygulanan mikroskobik dış baskıdan dolayı hissediyor. Baskının boyutu ve kudretin enginliği söz konusu saldırılara dair yapılan beceriksizce açıklamalarda kendini gösteriyor.
Duyurulan bu ‘tahliye’ emirlerini pek çok açıdan konuşabiliriz: İsrail’in sadece tahliye edilmesini istediği yerleri vurmadığını, keyfi ve haber vermeden çeşitli saldırılar düzenlediğini hatırlatabiliriz. Ayrıca eğer ‘tahliye’ emri verildikten sonra yapılan saldırılar ‘meşru’ ise her taraf için geçerli değerlendirilebilir; Lübnan Hizbullahı’nın da sınır bölgesindeki siyonist yerleşimlerin tahliye edilmesi gerektiğini, zira buraların artık askeri üslere dönüştürüldüğünü açıkladığını biliyoruz. Bu durumda İsrail’in Lübnan’a işgalde casus belli olarak dile getirdiği maddelerden biri, ‘Kuzey İsrail’de yerinden edilenlerin geri dönmesi’ de geçersiz kalıyor diyebiliriz.
Daha da uzatabilir ve İsrail’in yürüttüğü soykırım savaşının ikiyüzlü yanlarını anlatmaya devam edebiliriz. Ancak siyonist saldırıların işlediği savaş suçlarının boyutu öyle seviyelere geldi ki, bazen aşikar olanı doğrudan değil farklı yollarla incelemek gerekiyor. Yani vahşeti değil, vahşeti mümkün kılan kudreti mercek altına almalıyız.
**
Geçtiğimiz hafta yaşanan bir olayı ele alalım. İsrail, Lübnan'ın doğusundaki Baalbek kenti için bir 'tahliye uyarısı' yayınladı. Beka Vadisi’nde yer alan ve nüfusunun büyük bir çoğunluğu Şiilerden oluşan Baalbek, zaten uzun bir süredir İsrail bombardımanı altındaydı. Buna karşın köy, kasaba ve mahallelerin ardından İsrail’in bu kez yüz binlerce insanın yaşadığı Baalbek’in tahliye edilmesini emretmesi, savaşın kuralını koyan tarafın kim olduğunu da gösteriyor.
Baalbek sadece büyük değil aynı zamanda tanınan bir yer. İçinden suların aktığı, yemyeşil parklarının, bir çarşısının bulunduğu canlı bir kent Baalbek. En azından öyleydi. Fakat Baalbek’i UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alan neden, şehrin adını tüm dünyaya duyuran antik kenti ve bu antik kent içerisinde yer alan tapınak. Tüm zamanların en iyi korunmuş tapınaklarından biri olarak görülen görkemli Baküs Tapınağı, 18 metrelik 46 sütunuyla aradan geçen binlerce yıla rağmen hâlâ insanın tüylerini diken diken ediyor.
Kökleri Romalılardan da öteye, Fenikelilere kadar giden bu üç bin yıllık antik kentin İsrail bombardımanına tutulması da sıkça siyonistlerin pervasızlıklarını göstermek için dile getirildi.
**
Bu noktada insanın aklına çeşitli düşünceler geliyor. Önce şöyle soruyorsunuz kendi kendinize: İsrail bombardımanları yüzünden Lübnan nüfusunun yüzde otuzu evinden olmuşken, son bir yılda İsrail’in katlettiği insanlar on binlerle sayılırken, yerleşim yerleri tek tuşla moloz yığınına çevrilirken ‘UNESCO Dünya Mirası’ ne ifade ediyor? Siz yakınlarınızın parçalanmış bedenlerini toplarken uzaklardan biri bedenler kadar taşlar için de gözyaşı dökse ne hissedersiniz? Muhtemelen ‘bir insanın hayatına karşın yerin dibine batsın tapınağınız da harabeniz de’ diyebilirsiniz.
Örneğin bir gazeteci gibi olaylara tanıklık eden üçüncü bir kişi iseniz, doğal olarak “Hal böyleyken kalkıp kültürel mirastan söz etmek ne kadar gerçekçi?” diye düşünebilirsiniz. Ya da “Baalbek adı sanı bilinmeyen çirkin, içinden nehir geçmeyen, cansız, geçmişsiz, gri bir yerleşim olsaydı, manşet hiyerarşisinde kaç basamak geri düşecekti?” diye sorabilirsiniz.
Bunların hiçbiri buruşturulup çöpe atılacak sorular değil. Ancak hedef alınan tarihi yerleşimlerden söz etmek illa kültürel mirası insan yaşamının önüne koymak anlamına gelmiyor. İsrail’in barbarlığını ne denli umursamazca etrafa saçtığını göstermek için de bu antik Baalbek’in akıbetinden söz edebilirsiniz.
Fakat asıl mesele bu iki düşünceden birine ya da ötekisine hak vermek değil. ‘Miras’ ile ‘insan’ arasında bir tercih bizi bir yere götürmeyecek.
‘Kültürel miras’ denilen şeyi insandan arındırarak ele alanlar için tarih ve bugün idealize edilmiş bir yansımadan ibarettir. Oysa insanlık bir ideal değil, bir gerçekliktir. Bu yüzden yıkım da vahşet de barbarlık da insanlık mirasına içkindir. İsrail’in barbarlığı da Baalbek’in sütunları kadar insana dairdir. Ancak ‘insanlığın’ yüzleşilmesi ve sonsuz kadar kılıç sallanması gereken bir yüzüdür. Çünkü bizim ideali vurgulamak için kullandığımız pozitif ‘insanlık’ ifadesi yanlış olmasa da bazen karanlık tarafı gizleyen eksik bir tanımlamadır.
**
Kahkahalarla tek saniyede havaya uçurulan Güney Lübnan’da adı bilinmeyen bir köy, o köyden edilip Beyrut’un bir caddesinde haftalardır kaldırımda uyuyan bir aile. Numara değilse bile ismiyle değil de ‘cenaze’ olarak anılan, nesneleşen insan bedenleri… Emperyalistlerin serdiği halılar üzerinde tüm bunları yapma kudretini elinde toplayan bir gücün hükmettiği bir yerde insanlık nedir? Miras nedir?
Davut’un da Golyat’ın da insanlığa içkin olduğunu kabul ettiğimiz takdirde pek çok şeyin berraklaştığını fark edeceğiz. Gerçek mirasın taşlarda değil, karşısına çıkan dev Golyat’a taş atmaya cüret eden binlerce Davut’un içinde olduğunu göreceğiz. Tutulan saf da, atılan taş da hikmetinden sual olmaz bir kudretin yarattığı yıkıma karşı direnme cüretinde saklı.
Özetle şu soruyu sormak gerekiyor: İsrail gibi zorbalığın en karikatürize haliyle vücutlaşmış öznesine UNESCO’lu ya da UNESCO’suz bir kenti başlı başına hedefe dönüştürme hakkı nasıl verilebiliyor? Bu güç dengesizliğinde kudretin ta kendisini sorgulamak, bizi liberallerin delik deşik edilmiş ‘insanlık’ masalından uyandıracaktır.
Kavel Alpaslan Kimdir?
1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde çalıştı. 1+1 Express Dergisi’nde yazıyor. 2016 yılından bu yana Gazete Duvar’da yazı ve haberleri yayınlanıyor. "Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri" kitabı 2023 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.
Aristokrat aileden Bolşevik önderliğe: Elena Stasova 30 Kasım 2024
NATO’nun Lenin ile savaşı 27 Kasım 2024
Metrobüs sırasında anlatılan bizim punk hikayemiz: Cebren 23 Kasım 2024
The Forbes köleliğin faydalarını sıraladı: Polyworking 20 Kasım 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI