Ayşe Acar: Saatlerce muhabbet etmek ile Twitter’da vakit geçirmek çok farklı değil

Bilimkurgu-fantastik edebiyat yazarı Ayşe Acar sanal gerçeklik uygulamalarının, ölüm travmalarında yas sürecini yaşayan insanlarda kullanılmaya başlandığını söylüyor. Acar bu tip gelişmelerden korkmamamız gerektiğini ifade ediyor: "Her şeyi distopik görmek çok daha kolay. Sakin bir şekilde düşündüğünüzde kahvede erkeklerin bütün günü geçirmesi, kadınların yemeği yaptıktan sonra buluşması, saatlerce muhabbet etmesi ile Twitter’da insanların vakit geçirmeleri çok farklı değil."

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Sanal gerçeklik teknolojilerinin insanlık için ne gibi sonuçlar doğuracağı tartışmaları uzun bir süredir yapılıyor. Bu tartışmalarda etik anlamda önlemler alınması gerektiği savunuluyor. Örneğin yapay zekânın kontrol altında tutulması ve hatta hukukun yeni gelişen teknolojiler karşısında içtihat oluşturması gerektiği söyleniyor. 

Şimdilerde ise ölen insanların simülasyonu gibi uygulamalarla yakınlarını kaybeden insanlar birkaç saniyelik de olsa ölülerin mimiklerini izleyebiliyor. Bu tuhaf an, yakın gelecekte insanlığı neye hazırlıyor? 

Ayşe Acar.

Bilimkurgu-fantastik edebiyat yazarı, aynı zamanda Kant Felsefesi üzerinden yürütülen Yapay Zekâ çalışmalarını konu edindiği 'İnsan ve Yapay Zekâ’da Otonomi, Otonominin İnsan Hakları ve Onur kavramlarıyla İlişkisi' başlıklı yüksek lisans tezini yazan Ayşe Acar’la felsefe perspektifinden yapay zekâ, sanal gerçeklik üzerine konuştuk.

Sosyal medya kullanıcıları bugünlerde 'deep fake' denilen sanal gerçeklik uygulamalarından birini kullanıyor. Hayatta olmayan insanların fotoğrafları üzerinden yapılan canlandırma bir taraftan ürkütücü bulunuyor bir taraftan cazip. Buna rağmen insanlar denemekten alıkoyamıyorlar kendilerini. Neden?

Ürküyorlar çünkü ölüm fenomeninin kendisiyle çelişen bir durum var. Diğer tarafta insanın hayatındaki en keskin şey olan ölüm fenomenine karşı sanal da olsa bir şey ortaya çıkarıldığı için şaşkınlık var. 

2016’da Güney Kore'de çocuğunu kaybetmiş bir kadının sanal gerçeklik teknolojisi ile çocuğuyla karşılaşmasını izlemiştik. Sanal gerçeklik hayatımıza girmeye başladı. Daha çok ölüm travmalarında, o travmayı tolere etsin diye adım adım ayrılmak gibi sanal gerçeklik üzerinden hayatta olmayan kişinin simüle edilmesi zaten var. Diğer taraftan ölümden sonra dijital yaşam konuşuluyor. Facebook'tan, Gmail, Twitter üzerinden alışkanlıklarımız, 'siri' gibi bir asistan tarafından gayet iyi biliniyor. Biz olmasak bile  alışkanlıklarımız üzerinden istatistik olarak yanıt verebilirler, beğenebilirler yani herhangi tepki verebilirler. 

‘HENÜZ OTONOM HALDE DEĞİLLER’

Bu nasıl yapılabiliyor?

Yaşarken verdiğimiz tüm tepkilerin istatistikleri çıkartılıyor ve bir bellek oluşturuluyor. İnsan sadece bellek değildir elbette. Akıl, sezgi, duygular gibi bir sürü yetinin birleşimidir insan. Dolayısıyla dijital ortama aktarılan kişi hala o kişi mi? Değil elbette. 

Sizi aramadan önce Siri’ye “Kendimi iyi hissetmiyorum” dedim. “Eşleşen hiçbir yer yok”  yanıtı geldi. Uygulama “Neyin var?” diye sorma aşamasına geldiğinde sizce insanlar alışacak mı, yeterli gelecek mi o ses? En nihayetinde sesin, uygulamanın insan olmadığını biliyoruz.

Bir zaman sonra alışılacağı düşünülüyor. Yapay zekâ dünyayı ele geçirecek falan deniliyor ama zaten aslında o aşamadayız. Akıllı telefonları, arama motorlarını kullandığımız tarihten beri yapay zekâyla iç içeyiz. Henüz onu kodlayan insanlar söz sahibi. Dolayısıyla aslında dolaylı olarak onu kodlayan insanlar bizimle konuşuyor. Mühendisler onlara otonom dese bile biz diyemiyoruz. Yarı otonomlar diyebiliriz. Bağımsız, özerk zekâ değiller henüz. Otonom hale gelmeleri için onlara sorumluluk verilmesi lazım. Hukuk ve felsefe açısından da bu böyle.

Otonom hale geldiklerinde yasalar da buna göre düzenlenmeli mi sizce?

Tabii ki. Bu konular Avrupa parlementosunun alt komisyonlarında tartışılıyor. Yapay zekâ özne midir, nesne midir? Şu anda nesne ama öznelik tartışması gündeme geldiğinde hukuki tartışmalar o kadar hayati, gerekli olacak ki… Yani bir şekil yapay zekânın kontrollü hale getirilmesi gerekiyor. Fakat şöyle bir problem var. Teknolojideki gelişmelerin hızına hukukta norm oluşturma hızı yetişemiyor.

’60 YILDA KAZANILAN ALIŞKANLIK BİRKAÇ GÜNDE KAZANILIYOR’

Guy Debord 'Gösteri Toplumu’nda “İnsanlar babalarından çok yaşadıkları zamana benzerler” diyor. Facebook, Instagram ve hatta Twitter gibi mecralarda insanlar felsefi anlamda 'ben'le meşgul olmaktan ziyade başkalarıyla meşguller. Bu çağın insanı nasıl şekilleniyor?

Biri bizi gözetliyor evet ama biz de birilerini gözetliyoruz. Çok fazla bildirim alınan bir çağda yaşıyoruz. Kesintisiz bildirim alıyoruz. Dikkat dağınıklığı denilen problem sadece yeni doğan çocuklarla falan alakalı değil. Gmail, Twitter, Instagram… Dikkatimiz sürekli bölünüyor. Çok fazla zihinsel hareketlilik içindeyiz. Anlam yitiminin çok yoğun yaşandığı bir çağ. Bir oryantasyon, kıble yitimine uğradık. Weber’in bir lafı vardır ya: Dünyanın büyüsü bozuldu. Yani dünyanın her yerine sızmış olan o büyülü Tanrı dünyadan alındı; yerine kutsal günlerde, belirli mekanlara hapsedilen Tanrı konuldu. Tanrı camiye, kiliseye, havraya hapsedildi. Seküler dünyanın kalan bölümü bize ait oldu. Bu bir anlamda iyi bir sonuç ama diğer taraftan büyünün yerine bir şey koyamamakla ilgili bir problem yaşıyoruz. Dolayısıyla hiçbir şekilde kendimizi anlamlı bulmuyoruz. Abartılmış, köklerinden kopartılmış bir gerçeklik dünyasında yaşıyoruz. Bu nerede duracak? Bir öngörüde bulunmak çok zor. 60 yılda kazanılan bir alışkanlık bir kaç günde kazanılıyor. “Bu çocuk bilgisayar bağımlısı oldu” diyen anne ve babalar bilgisayarın başından kalkmıyor. Pandemi sebebiye dijital çağa daha da sürüklendik. Şikayet ediyoruz ama 70 yaşındaki insanlar internetten market siparişi vermeyi iki günde öğrendi. 

‘TEKNOLOJİK GELİŞMELER SOSYALİZMİ ÖN PLANA ÇIKARTABİLİR’

Pandeminin de etkisiyle disiplinli bir hayata uyum sağladık. Fakat diğer taraftan disiplinli topluma muhtaç sağ popülizmde çatırdamalar başladı. Yakın gelecekte bu bahsettiğimiz teknolojik ilerlemeler hangi ideolojiye yakınlaştırabilir bizi?

Dediğiniz gibi ama şu da var: Teknoloji aracılığıyla disiplin toplumunun şeffaflaşmanın söz konusu. Bir taraftan otoriteler sarsılıyor, otoriteler esnemek zorunda kalıyor. Otoritelere açıklama yapmak zorunda bırakılıyorlar. Çok akışkan bir şeyle karşı karşıyayız. Hangi ideoloji ön plana çıkabilir? (Düşünüyor)

Belki de şöyle sorabilirim. Zorunluktan dolayı sosyalizme ihtiyaç olabilir mi?

Bilginin paylaşımı, mülkün paylaşımı… Açık kodlar meselesi mülkün paylaşımıdır mesela. Kendi evrimsel sürecinde daha çok sosyalizme ilerleyiş var. Örneğin pandemi boyunca yaşanılan sıkıntılar, ızdıraplar sağlık politikalarını yeniden gözden geçirmeyi zorunlu kıldı. 

Mesela dijital paralar devletin fonksiyonunu işlevsiz hale getirebilir mi? Modern ulus devletinden parayı çektiğimizde devletin tanımı ne olacak? Paranın devletin elinden alındığı bir dünyada kapitalizm yeni bir biçime mi bürünür yoksa sosyalizme daha da mı yanaşırız? Sanki ikincisi gibi duruyor. 

Teknolojinin en büyük avantajı şeffaflaşma meselesi. Yalan söylemenin önündeki engeller, hakikati korunaklı hale getiriyor. Hashtag’ler artınca kamuya sorumluluğu olan kişiler, kurumlar açıklama yapmak zorunda kalıyor. Dolayısıyla teknoloji aracılığıyla, sosyal medya aracılığıyla bizim bir miktar söz sahibi olduğumuz da ortada. 

‘DİSTOPYA ÇOK SATAR, ÜTOPYA SATMIYOR’

Yapay zekâ tartışmaları başta olmak üzere anladığım kadarıyla teknolojik gelişmelerden korkulmaması gerektiğini söylüyorsunuz

Evet. Gelişimin taşı yontarak bıçak yapan insanla başladığını düşünüyorum. İnsan kendi ötesine geçmek için o bıçağı yapıyor. O bıçağı yaptığımız ilk günden başladı bu hikâye. Dumanlı iletişimden sosyal medyaya geldik. Tarihseldir bu tür gelişmeler. Biraz böyle yapmak lazım meseleye. Her şeyi distopik görmek çok daha kolay. Konuşmamızın başında başka bir konu için “Kötü haber çok çabuk yayılır” dediniz ya… Distopya çok satar, ütopya satmıyor. İyi habere eğilimimiz yok. Robotların dünyayı ele geçireceğine inanmak daha kolay. Distopyayı daha inandırıcı buluyoruz. Çok ümitli değiliz kendimizden ve gelecekten. Kötücül bakış bir şekilde daha güvenilir geliyor. 

Alan Turing 1950’de bir sabah kalktı, “yapay zekâ diye bir şey yapayım” demedi. Böyle olmadı. Yapay zekâ tartışmaları antik Yunan tragedyalarında bile var. Bu bir süreç ve bu sürece katkı sunan birçok insan var. Sakin bir şekilde düşündüğünüzde kahvede erkeklerin bütün günü geçirmesi, kadınların yemeği yaptıktan sonra buluşması, saatlerce muhabbet etmesi ile Twitter’da insanların vakit geçirmeleri çok farklı değil. 

‘İLİŞKİLER PORNOGRAFİK YAŞANIYOR, GELENEKSEL AŞK TANIMI YEŞİLÇAM FİLMİ GİBİ ALGILANIYOR’

Son karamsar sorum olsun. Duygular evrimleşebilir mi peki? Robotları konuşurken biz mekanik hale gelebilir miyiz? Güneşin batışını seyrederken herhangi şey duymayan, neşesi kaybolan, çoğu şeyi sevmeyen insanlar haline gelebilir miyiz?

Çok uzun zamandır var bu. Bunu bir örnekle anlatmak istiyorum. Siz de çevrenizden biliyorsunuzdur. Ahlaki yargılarla bu örneği vermediğimin altını çizmek isterim. “Fuck buddy” denilen ve çok uzun zamandır, artarak yaygınlaşan ilişki biçimleri var. Çiftler sadece seks yapmak için bir araya geliyorlar. Yani birbirlerine herhangi yükü olmadan, sadece tek bir amaç için bir araya geliyorlar.

İki uçtan bakıyorum bu meseleye. İlki bunu pornografik buluyorum. Pornografi, 'özsüz görünüş' demek. Cinsel eğilim önemli değil, iki kişi var, sevişiyorlar, görünüşte sanki aşk varmış gibi ama özünde aşk yok. İhtiyaç giderilmesi için kişinin hem kendini hem ötekini araçlaştırdığı, bir anlamda saygının olmadığı bir ilişki. Bir taraftan bu bir tiyatro değil. Çünkü tiyatro gibi ilişkiler de var. Sevgi varmış gibi yürütülen ilişkiler… Pornografik olan belki de daha dürüst, neyse ne, sevgi yok, böyle bir iddiası yok. Bu durumda hangisi tercih edilmeli? Fakat soru belki de bu değil, konumuz bu değil.  Sevgi, aşk gibi duygular öznelliği parçalar. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Uyanıyorsunuz, o kişi aklınızda. O kadar yoğunki bu duygu, kendi öznel deneyiminizi içerde karıştırıyorsunuz, bu ben miyim, sevgilim mi? Sizi dolduran, kendi öznel deneyiminizi bile gölgeleyen bir duygu. Öyle bir şeyki bu örneğin; sevişirken, bu benim elim mi, onun eli mi karışır.

Bu muhteşem bir şey değil mi?

Muhteşem ötesi. Bana sorarsanız, bundan daha yüksek bir deneyim yok dünyada. Geleneksel aşk  tanımı Yeşilçam filmi gibi algılanıyor. Oysa şunu söylemek isterim. İnsan düzeyinde yapay zekâya 2030’lı yıllardan sonra gelineceği tahmin ediliyor. O zaman muhtemelen göreceğiz ki, yeni akıl türleri ile tanışacağız. Belki de çok daha gelişmiş etik ve ahlak anlayışıyla karşılaşabiliriz. Ne yapacağız? Küp şeklinde ama akıllı bir varlık. Şimdi buna ne diyeceğiz, insan mı diyeceğiz, makine mi diyeceğiz? Özsel ayrımım akılsa, küp de akıllı. Özsel ayrımım ne? “İnsan değerler dünyasına sahip bir varlıktır.” Makineler de o değerler duygusuna sahip olacaksa, o zaman ona da insan dememiz gerekir.