YAZARLAR

Aynalı Pasaj... Komünizmin erbezi: Can Yücel

Can Yücel’in organik uyanışı fallokratik bir iktidar kurmaz, şefkat uyandırır; Can Yücel’de fallus bir fatih değil, bir mültecidir; fethetmez, sığınır. İktidar kurucu değil, iktidar kırıcıdır. Her siyasi yenilgiden sonra bedeni üzerinden kendine dönüşün ve oradan yeniden hayata, dünyaya ve bunun sembolü kadına, kadınına açılışın uğrağı.

İki gün önce, 12 Ağustos 2022, en sevdiğim edebiyatçılardan ikisinin, Can Yücel ve Thomas Mann’ın ölüm yıldönümleriydi. Onları daha önce yayımlanmış iki portre yazımdan alıntı yaparak anıyorum.

 Can Yücel ile Yüksel Arslan’ın üretimlerinde bir paralellik saptarım; ötesi, bu iki sanatçıyı, biri şair, diğeri ressam, fiziksel olarak da birbirine benzetirim. Ama cüsseleri, görüntüleri işin cabasıdır, ya da “tuzu biberi” diyeyim, ancak her ikisinin de tutkulu birer Marksist olması konumuz itibarıyle önemli. Buna geleceğim.

Can Yücel, şiirinde, Yüksel Arslan, resminde sıkça bıçak sırtında yol alıyor, her ikisi de sık sık erkek tenasül organı ile oynuyor, üstelik bunu yaparken organı bütün şairane ya da plastik imgelerinden sıyırıyor ve salt biyolojisini konu ediniyorlar. Yine de yaptıkları bir fallus yüceltimi olmuyor.

Yüksel Arslan, salt işlev sahasında tuttuğu erkek tenasül organını tablosuna koymadan önce hayvanileştirerek, diğer memelilerinkinin yanında doğa bilimleri dersliklerindeki gibi bir türler tableau’suna (tabela) yerleştirme yoluyla fallus yüceltimi tuzağından kurtarıyor kendini; Can Yücel ise kendi bireyselliğine, kendi bireysel yaşantısına-trajedisine katarak, yenilgilerin ertesinde yalnızlığıyla sıvazlayarak, tarih içinde bunca kudret atfedilmiş fallus’u şefkat uyandırıcı bir biçareliğin simgesi durumuna getiriyor.

Ressam Yüksel Arslan 

Konuya buradan girmemin sebebi, en az Can Yücel’e yöneltilen kimi maşizm suçlamalarından duyduğum rahatsızlık kadar, tam da buranın Can Yücel’in şiirindeki bütün o entelektüel başkaldırının ve müdanasız küfürbazlığın altında akan komünist hüznünü en bariz, en çıplak biçimiyle saptayabileceğimiz yer olmasıdır.

Can Yücel

Can Yücel’in organik uyanışı fallokratik bir iktidar kurmaz, şefkat uyandırır; Can Yücel’de fallus bir fatih değil, bir mültecidir; fethetmez, sığınır. İktidar kurucu değil, iktidar kırıcıdır. İnanmış komünistin onca tarihsel hayal kırıklığından sonra biçareliğini en fazla yakıştırdığı, elini üzerine her defasında şefkatle koyduğu, mahpusluk gecelerinin bir yareni. Her siyasi yenilgiden sonra bedeni üzerinden kendine dönüşün ve oradan yeniden hayata, dünyaya ve bunun sembolü kadına, kadınına açılışın uğrağı.

‘Erotizma’ şiiri şöyledir:
Kulağımın tozunda bir ağustosböceği Aşk
-Erkekler giyinmek için giyinir
Kadınlar da soyunmak için-
Öyleyse kadınların arzuları üzre
Ben bütün kadınları anadan doğma
görüyorum...

Apışaramda yeni doğmuş bir kedi
Hiçdurma yalıyor erkekliğimi
Nabzım şakaklarımda atıyor
Bir yaz yağmuru başlıyor
Kan değil akçıl bir dem boşalıyor
kamışımdan
Ağustosböcekleri hâlâ ötüyor
Şimdi biraz ıslaklar

Bu şiirdeki kadar hüzünlü, iyicil ve şefkatli bir erkek cinselliği edebiyatta sık görülmüş bir şey değildir.

(Bu yazımın tamamı Bakışın Ritmi adlı kitabımın 131-134’üncü sayfalarında yer almaktadır.)

Eksantrik, egosantrik bir ozan prens: Thomas Mann

Çoğu yazardan daha eksantrik ve şaşılacak derecede egosantrik biriyle karşılaşıyoruz Thomas Mann'a baktığımızda. İlkgençlik yıllarımdan beri Mann ailesinden çıkan yazarların, özellikle de Thomas Mann ve ağabeyi Heinrich'in sadece kendi yazdıklarını değil aynı zamanda bütün biyografilerini de okumaya çalışırım. Şu sıralar da Thomas'ın iki bin sayfanın üzerinde bir biyografisini okuyorum. Bu yüzden onun girişte sözünü ettiğim özelliklerini örneklemek için epey malzeme birikmiş durumda bende. Ama bu yazı Lotte in Weimar'ın Türkçe'de yayımlanması vesilesiyle yazıldığı için seçici davranacağım elbette.

Thomas Mann

Daha okul yıllarında sarsılmaz özgüveni ve kendisine ilişkin sağlam bilinci ile dikkat çeken Thomas Mann ömrünün sonuna kadar bu niteliklerini muhafaza etti. Gerek özel hayatındaki sarsıntılar gerekse içinden ya da onun durumunda yanından geçtiği ve ikincisi öncesinde ülkesini terk edip sürgüne gittiği iki dünya savaşı, bu iki savaş arasındaki ekonomik ve siyasi yıkım süreçleri ve elbette Nazizm, hiçbiri onun büyük bir disiplin içinde birbirinden önemli yapıtlar üretmesini engelleyemedi bu karakter özellikleri nedeniyle. Aynı özellikleri bir yandan da hayatın her alanında kendisine ayrıcalıklı davranılmasını büyük bir pervasızlıkla talep etmesine yol açıyor, savaşın neden olduğu ekonomik önlemleri bile zaman zaman kişisel alıyor, ABD'deki sürgünü sırasında statüsü ve servetinden kendisini cömertçe yararlandıran meseni, gazeteci Agnes Meyer'in iyi niyetinin sınırlarını sonuna kadar zorluyordu. Çünkü o sadece büyük bir yazar değil, aynı zamanda bir prensti. Evet, Thomas Mann kendisini bir prens, bir yazar-prens ya da prens-yazar olarak görüyordu. Bu tanıma yine geleceğiz ama burada önce belirtmem gerekiyor ki, ben yazar kelimesini kullansam da, Mann çağdaşı birçok Alman yazar gibi yazar tanımını kendisine yakıştıramıyor, bunun daha çok Fransız ve Anglosakson ve dolayısıyla amiyane bir tanım olduğunu düşünüyor ve kendisini ozan (Dichter) olarak adlandırıyordu. Konumu ise ozan-prens (Dichterprinz) idi.

Thomas Mann

Birçok biyografi Thomas Mann'ın bu prenslik takıntısını onun daha küçücük bir çocukken oynadığı oyunlara kadar götürür. Küçük Thomas'ın kardeşleriyle ya da yalnız olarak en severek oynadığı oyun farklı karakterlere bürünmekti birçok çocuğun yaptığı gibi. Ama Thomas'ınki herhalde daha ileri bir düzeyde olmalı ki kendisine en uygun gördüğü, en severek takındığı kimlik olan prensliği sonrasında da hiç terk etmedi ve kendisine de böyle davranılmasını bekler oldu. Asaletini hazır etmişti, bir süre sonra bunu yazarlığıyla kanıtlayacak ya da deklare edecekti.

Thomas Mann'ın kendisini bir yazar olarak böyle bir asaletle, ünvanla tanımlaması ve tamamlamasında bir etken egosantrizmi ve kendisine ilişkin bilinci olduysa, bir diğer etken de kendisine rol model olarak aldığı, Almanca edebiyattaki konumu ve seviyesini önüne hedef olarak koyduğu, hayatını varisi olmak için tanzim ettiği Goethe olmuştur. Almanca'da çağdaşı bütün yazarların ilerisinde olan yazar için Dichterfürst yani ozan-prens ya da prens-ozan (Fürst kelimesi de Almanca’da prens anlamına gelir.) kavramı üretilmiştir. Ve bu Goethe için kullanılmaktadır. Ve şimdi bu ünvana Thomas Mann taliptir.

Thomas Mann, Almanca edebiyatın en büyük yazarlarından biri olmayı başardı. 1929 Nobel Edebiyat Ödülü'nü ilk romanı Buddenbrooks (1901) ile aldı. Sürgün yıllarında “Ben neredeysem, Almanya oradadır” diyordu. Ve sahiden de ona öyle davranılıyordu. Savaş sırasında, yazıları, radyo konuşmaları ve konferansları ile Alman toplumuna sürgünden şiddetli eleştiriler yöneltse, bu eleştirilerini savaşın sonunda Alman kentleri bombalanırken de kesmeyip Almanya'nın ağır biçimde cezalandırılmasını kamuoyu önünde mütteffiklerden talep edecek kadar ileri gitse de, savaştan sonra birçok çevreden Almanya'ya dönmesi yönünde rica mektupları almış, onu Almanya Cumhurbaşkanlığı için namzet gösterenler olmuştu. Evet, Thomas Mann, Almanya'nın yeni Dichterfürst'ü olmuştu. Ya da Dichterprinz'i.

Thomas Mann yazarlık yaşamı boyunca Goethe ile meşgul oldu. Onun izlekleri-izleri üzerinde yürüdü, onun problematiklerini ve tematiğini birçok yapıtında yeniden üretti. Savaştan sonra geri dönüp yerleşmekten ölümüne kadar imtina ettiği Almanya'ya yaptığı ilk ziyaret ise Goethe'nin hayatındaki en önemli iki kentin, Frankfurt ve Weimar'ın Goethe Ödülleri'nin kendisine verilmesi vesilesiyle oldu. Yine bir Goethe tematiğini tekrarladığı ve kendisinin en fazla önem verdiği Doktor Faustus (1947) romanının da etkisiyle.

(Bu yazımın tamamı Henüz Zaman Var adlı kitabımın 91-95’inci sayfalarında yer almaktadır.)

Darwin’le Akşam Yemeği

Darwin'le Akşam Yemeği, Jonathan Silvertown, Çev:Can Evren Topaktaş, 296 syf., Kolektif Kitap, 2018

Şu sıralar sofrada geçiyor vaktimin büyükçe bir kısmı. Bir okuma şölenine davet ettirdim kendimi. Evrimsel biyoloji profesörü yazar Jonathan Silverstown’un kurduğu sofrada Charles Darwin’i anarak, onun öğrettiklerini sevinçle hatırlayarak, önümüze konulan her yiyeceğe bilimin gözüyle bakarak, dünyada olmanın, doğaya ait olmanın neşeli bilinciyle, tadına varıyoruz her sözcüğün, her bilginin, her yiyeceğin, içeceğin…

Evrim, yeme içmeyi nasıl etkiler? altbaşlıklı Darwin’le Akşam Yemeği adlı kitabı tavsiye ediyorum. Bu şöleni kaçırmayın. Kitabın yazarı Jonathan Silverstown’un dediği gibi: “Her alışveriş listesi, her yemek tarifi, her menü ve yemek pişirmek için kullandığımız her malzeme evrimci anlayışın babası Charles Darwin’le akşam yemeğine üstü kapalı bir davettir.”

Özgün adı Dinner With DarwinFood, Drink, Evolution olan kitap, Türkçe’ye Can Evren Topaktaş tarafından çevrilmiş ve Kolektif Kitap tarafından yayımlanmış.

Franz Schubert (Ressam Wilhelm August Rieder)

Haftanın Müziği

Friedrich Nietzsche’nin Şen Bilim (La Gaia Scienza) kitabının adını kendilerine grup adı yapmış La Gaia Scienza Üçlüsü’nden Franz Schubert’in eseri: Trio in Es-Dur für Piano, Violine und Violoncello, Op. 100: 1. Allegro


Ahmet Tulgar Kimdir?

Ahmet Tulgar, İstanbul'da 1959 yılında doğdu. 35 yıldır gazeteci ve edebiyatçı olarak yaşıyor. Çalıştığı yayınların bazıları sırasıyla Sabah, Güneş, Nokta, Milliyet, Akşam, Vatan, Birgün, Cumhuriyet oldu. Makale ve denemeleri Şehrin Surlarındalar (1992), Tam Yakalandığımız Yerden (2004), Ne Olmuş Yani? Korsan Yazılar (2005), Ben Onlardan Biriyim (2007), Diller Çehreler Barış (2010), Henüz Zaman Var (2013), Bakışın Ritmi (2020), söyleşileri Mahallede Herkes Kahramandır (2004) adlı kitaplarda toplandı. Evsiz Ülke Hikâyeleri (1989), Birbirimize (2009), Duygusal Anatomi (2015), Trajik Nüans (2016), Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı (2018), Arzunun Serbest Dolaşımı (2021) adlı altı öykü kitabı, Volkan'ın Romanı (2006), Çocuklar ve Canavarları (2012) adlı iki romanı yayımlandı.