Aylak bakkalların 'Çözümsende' oyunu
Ben kim miyim -ki işte, zaten, bütün mesele de burada. Ben sadece bir yurttaşım; Kürt Sorunu’nu çözecek olan tek özne. Sürekli aynı soruyu soruyorum; sormaya da devam edeceğim: Kürt Sorunu kimin sorunu; kim konuşacak bu sorun hakkında; ve de nasıl konuşacak? Kim çözecek, nasıl çözecek? Konuşmadan, tartışmadan, müzakere etmeden mi çözeceğiz? Devlet aklı mı çözecek Kürt Sorunu’nu.
“Sayın Öcalan’a Özgürlük”... Bu cümleyi okuyan adlî kolluk amirinin çayından bir yudum alıp koltuğunda dikildiğini, ilgili Cumhuriyet savcılığı ile irtibata geçtiğini; bir yandan resmî yazışmalar tertip edilir, imzalar atılırken diğer yandan da koç başının sotadan minibüse naklediliverdiğini düşünebilir miyiz? Zaten Türkiye’de hızla yapılıveren iki iş vardır: Biri defin diğeri de adlî kolluk işlemleri.
Gassal dizisiyle “Ölünce sizi kim yıkayacak?” sorusu gündem oldu; yakındır “Yazınca sizi kim derdest edecek?” sorusu da TT olur. Elini tutan mı var! Ahmet Kural’a Gassal’ı çektiren TRT, Murat Cemcir’e de Komiser dizisi çektirir; reklam panolarını da “Yazınca sizi kim derdest edecek?” sloganıyla donatır.
Cezamı şimdi kesip Özlem Gürses gibi elektronik kelepçe mi takarlar; yoksa 10 yıl bekleyip, Esenyurt Belediye Başkanı seçilmemi mi beklerler orasını bilemedim. Ne olur ne olmaz, en yakın arkadaşımın annesi bile vefat etse bu saatten sonra taziye için telefon açmam; böyle biline! Hoş burası Türkiye, “Koçbaşı depodan çıkınca kapıyı kırmaya Bağdat’tan komiser gelir.” demişler.
Sahi, Öcalan’la görüşmelerinden sonra Sırrı Süreyya Bey ve Pervin Hanım’ın basına yazdığı açıklamalar üzerine -farz-ı mahal- “Sayın Öcalan TBMM’yi adres göstermekle ne kadar doğru bir tavır sergilemiş” türünden bir değerlendirme yapsam kim alacak beni polisin elinden, hakimin önünden?
Ben kim miyim -ki işte, zaten, bütün mesele de burada: Ben ne çakarlı makam arabaları ve korumalarla gezen bir devlet ricaliyim ne de depremlere söz geçirebilen bir tarikat şeyhi. Rasim Ozan Kütahyalı gibi derûn-ü devletten haberler getiren bir gazeteci de değilim; Abdülkadir Selvi gibi ağzımda gümüş kaşıkla da doğmadım ki bana Cumhur İttifakı’nın fahri sözcülüğünü yaptırsınlar. Devlet Aklı meleğinin kulağına fısıldadığı eli sopalı bir uzman/akademisyen de olamadım, “Bir kamera bir tripota yenileceksiniz!” diye kükreyebilen bir mafya babası da. Çok bir param da yok ki Ali Ağaoğulları gibi kendi yaptırdığım sitede oturanların kurduğu Fişmekanca Site Sakinleri Kalkınma ve Dayanışma Derneği toplantısını ya da kızımın düğününü diline dolayan magazin programlarını darlayıp küfürler edeyim. Nihat Hatipoğlu gibi müşfik ve baby-face bir yüzüm bile yok ki Ramazan aylarında sahabeden haberler getireyim size.
Ben sadece bir yurttaşım; Kürt Sorunu’nu çözecek olan tek özne. Tanıştığımıza memnun oldum!
KÜRT SORUNU KİMİN SORUNU?
Sürekli aynı soruyu soruyorum; sormaya da devam edeceğim: Kürt Sorunu kimin sorunu; kim konuşacak bu sorun hakkında ve de nasıl konuşacak? Kim çözecek, nasıl çözecek? Konuşmadan, tartışmadan, müzakere etmeden mi çözeceğiz? Devlet aklı mı çözecek Kürt Sorunu’nu. Eşofmanıyla joking yapan - yanlış yazmış olabilirim bu kelimeyi; sanırım jogging olması lazımdı- kerameti kendinden menkul “Devlet bey aklı” mı?
"Ben bilmem (Devlet) Bey’im bilir!” Zaar Kürt Sorunu halkın konuşamayacağı, çözemeyeceği kadar “möhim” bir meseledir. Öyle olmalı ki bir âhir zaman Nevzat Tandoğan’ı olarak Kısıl Han’ımız da bize “Ulan öküz Anadolulu! [Kürt Sorunu’na] çözüm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek.”(1) demeye getiriyor.
Devlet Bahçeli’nin DEM Parti yetkililerinin elini sıkmasından bu yana ortada ne bir çözüm süreci var ne de devlet ricalinin şimdilerde meftunu olduğu tabirle bir terörsüz Türkiye perspektifi; ortada Öcalan’ın kelimeleriyle “Sayın Bahçeli’nin ve Sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigma” falan da yok. Bir grup aylak bakkal toplanmışlar “çözümsende” oyunu oynuyorlar.
BEN, SEN 'BİZ' YA DA HİÇ
“Sürekli aynı soruyu soruyorum” demiştim; sürekli de aynı cevabı yazıyorum; yazmaya da devam edeceğim: Kürt Sorunu bir demokrasi sorunudur. “Toplumu oluşturan tüm heterojenliklerin, toplumu oluşturan farklı sınıfların, kesimlerin, grupların; gençlerin, kadınların, işçilerin, işsizlerin, orta sınıfın; sosyalistlerin, liberallerin, milliyetçilerin, muhafazakârların, cumhuriyetçilerin… konuşmadıkları, örgütlenmedikleri, daha da doğrusu konuşmaya, düşünmeye korktukları; konuşmalarının ve örgütlenmelerinin olası bedellerini hesap etmekte bile zorlandıkları bir ülkede” hiçbir sorun çözülemez. “Toplum, halk, onun her bir unsuru, kesimi ne düşünür; çözüm sürecinden ne bekler, nasıl bir çözüm süreci tahayyül eder, neyden çekinir, neye cesaret edebilir, neyi ister bilmeden; halkın bizzat kendisi konuşmadan, halkın bizzat kendisi söylemeden, eteklerindeki taşları dökmeden, düşündüklerini karnından değil ağzından, özgürce ifade etmeye başlamadan Kürt Sorunu çözülmedi, çözülmez; çözülmeyecektir de.”
“Çünkü düşünce özgürlüğü yoksa, örgütlenme özgürlüğü yoksa, bu özgürlükleri garanti altına alacak bir hukukî iklim yoksa, özetle demokrasi yoksa bir sorunu çözmek için yola revan olduklarını söyleyen kâğıttan kahramanlar ya yalan söylüyorlardır ya da bizi kandırıyorlardır. Üçüncü bir yol asla, kat’a yok.”
Yine, yine söylemek istiyorum ki eğer Kürt Sorunu bir gün aşılacaksa; bir gün gelip de siyasal alandan/olandan tarihe, tarihin alanına havale edilecekse, edilebilecekse; bir gün gelip toplumsal barış sağlanabilecekse, bu konuda siyasi liderlere tek bir görev düşmekte: Toplumun önünü açmak, bunun için gerekli kurumsal/yasal düzenlemeleri yapmak ve çenelerini kapalı tutmak.
"Kürt Sorunu’nun çözümünde özne, fail, toplumun kendisi olacaksa bunu sırtını çoğulluğun meşruiyetine dayayarak gerçekleştirecektir. Çoğulluk meşru değilse, çoğunluk buyuracaktır. Ya çoğulluğun zenginliğine dayanacağız ya da çoğunluğun adına konuşanların densizliğine katlanmaya devam edeceğiz."
Haydi bu haftayı da -değişiklik olsun- Kısakürek ile bitirelim (bir) “Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!/ Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası?/ Evet, kafam çatlıyor, gûya ulvî hastalık;/ Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık.” (Muhasebe).
Yazmış mıydım, unuttum. Kürt Sorunu’nun faili de benim mef’ulü de; mağduru da, madunu da. Kürt Sorunu’nun da, çözümünün de tek öznesi “ben”im, “sen”sin, “biz”iz. Ya “biz” konuşacağız, çözeceğiz ya da aylak bakkallara kantar taşımaya devam edeceğiz.
Keyifli günler…
NOTLAR:
(1) “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek.” sözünü dönemin Ankara Valisi (ve Belediye Başkanı) Nevzat Tandoğan’ın 1944'te Irkçılık-Turancılık Davası’nda sanık olarak yargılanan Osman Yüksel Serdengeçti'ye sarf ettiği rivayet olunur.