YAZARLAR

Ayasofya’nın kapısını kim yedi?

Ayasofya gibi bir eseri nasıl kullanırsanız kullanın absürt dizilerdeki hikayelerle kıyaslanacak hale getirecek kadar kafanıza göre kullanamazsınız. Kullanırsanız da kime, neyi, ne kadar ‘yedirdiğiniz’ sorusunun yanıtı bir süre sonra karmaşık bir hal alır.

Normal koşullarda tarihi eserler yenmez. Ancak Ayasofya’nın –bugün bile yeni sayfalar eklenen- öyle bir tarihi var ki, bazılarının ondan bir parça ‘yemek’ istemesine şaşırmamak mı gerekir acaba? Tarihi eserlerin yenmesine şaşırmamak gerektiğini söyleyebilecek hale geldik mi gerçekten?
Ayasofya, Hıristiyan dünyasının en görkemli kilisesi olarak inşa edilmeden önce pagan inanışın bir mabediydi. Artemis Tapınağı’nın izleri bugün de yapının girişinde görülebilmektedir. Yani Yunanistan’da dini siyasetin temel ekseni olarak görenlerin hâlâ ‘bir gün geri alınacağını’, bizde de iktidarından muhalefetine din-siyaset ilişkisinde benzer bir noktada olanların –Cumhuriyetin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘müze olsun’ talimatına rağmen- yeniden ibadete açılmış olmasını ‘zafer’ olarak vaaz ettiği yapının yerinde bir zamanlar bir pagan tapınağı vardı.
Sonra, bu tapınağın üzerine MS 360’da bir kilise yapıldı ve adına ‘Büyük Kilise’ denildi. 44 yıl sonra çıkan bir isyan sırasında yanınca yerine ikinci bir kilise yapıldı. Bu ikinci kilise de MS 532’de bu kez başkent Konstantinopolis’in o güne kadar gördüğü en büyük isyan olan Nika Ayaklanması sırasında tahrip oldu. Ayaklanmayı bastıran Doğu Roma İmparatoru Justinianus, aynı yerde yeni bir kilise yapılması emrini, beklentiyi de yükselterek iletmişti: Buradaki yapı ‘merkez’ olmalıydı. İşte Trallesli (bugünkü Aydın) Antemius ve Miletli (bugünkü Didim/Söke) İsidoros’un yaptıkları görkemli Ayasofya, bu isteğin eseridir.
Sadece onların yaptıkları değil, çağının en geniş ve yüksek kubbeli bu yapısını, inşaasından 19 yıl sonra, arada yaşanan iki depremin etkilerini yok etmek için yenileyen İsidoros’un aynı adı taşıyan yeğeni İsidoros’un, yine benzer nedenlerle restorasyon ve onarım çalışmalarını yapan Ermeni mimar Trdat’ın, 1346’da çöken kubbeyi yeniden yapan Astras ve Peralta’nın, 1572’de yapıyı bugün bile ayakta durmasını sağlayacak şekilde güçlendiren Mimar Sinan’ın, 1847’den itibaren eserde önemli restorasyonlar gerçekleştiren İsviçreli Fossati kardeşlerin, Cumhuriyet döneminde yapılan çalışmalara katılan uzmanların emeklerinin toplamıdır bugünkü Ayasofya aynı zamanda…

***
Ayasofya’nın insanlığın ortak değeri olarak önemini büyüten daha nice ‘ayrıntı’ var. Gel gör ki bugün, bu değerin hakkını vererek bu muazzam hazineye gözümüz gibi bakmak yerine onu ‘kimin yediğini’ merak eder durumdayız. Evet, dünyanın her yerinde dini yapıların kutsallıklarını kendilerine mal etmeye çalışanların neler yapabildiklerini biliyoruz. Bunlar bazen siyasi iktidar figürleri, bazen de sıradan ziyaretçiler olabiliyor. Daha yeni Trump gösterdi ki çeşitleri de bol. Ama herhalde Sanat Tarihi Derneği Başkanı Şerif Yaşar’ın Ayasofya’daki İmparatorluk Kapısı’nı birilerinin ‘yediğinin’ söylendiğini duyurması en uç örneklerden biri oldu. Kapıda önemli bir hasar vardı, bunun nasıl oluştuğu sorulmuştu ve Yaşar’ın aktardığına göre bir görevli, hasarın nedeninin yapıya girenlerin ahşap kapıdan söktükleri parçaları ‘kutsal olduğu için koparıp ağızlarına atmalarından kaynaklandığını’ açıklamıştı. Televizyonda bu açıklamayı duyuran spiker, bugünlerde epey popüler olan ‘Gibi’ dizisinin bir bölümünü hatırlatarak şöyle diyordu: “Erasmus’la gelen yamyam gibi…”

***
Ayasofya gibi bir eseri nasıl kullanırsanız kullanın absürt dizilerdeki hikayelerle kıyaslanacak hale getirecek kadar kafanıza göre kullanamazsınız. Kullanırsanız da kime, neyi, ne kadar ‘yedirdiğiniz’ sorusunun yanıtı bir süre sonra karmaşık bir hal alır. Tıpkı Gazete Duvar’da konunun uzmanı Hayri Fehmi Yılmaz’ın Nuray Pehlivan’a anlattığı gibi bir durum ortaya çıkar örneğin: “Ayasofya’da Bizans değil Osmanlı tahrip edildi.” 
Kapıyı apar topar ‘tamir edip’ ne yaşandığına ve tamiratın nasıl yapıldığına dair hiçbir açıklama yapmadan yerine koymak durumu kurtarır mı?
‘Kurtarır’ diyen varsa, işte odur Ayasofya’nın kapısını yiyen…