YAZARLAR

Aşı karşıtlarından ne öğrenebiliriz?

Aşı karşıtlığıyla mücadele etmenin, “ya siz ne biçim insanlarsınız, fantezileriniz yüzünden tüm insanlığı tehlikeye atıyorsunuz, bak işte bilim insanları böyle söylüyor”dan başka bir yolu olmalı. O yolu henüz bilmiyorum, mevcut iktidarın, “aşı olunacak dedim, olun” demek dışında bir yöntem geliştireceğinden emin değilim.

Salgının başında Marburg Üniversitesi’nden bazı arkadaşlarımla konuşurken, “hah, nihayet Almanların bizi gerçekten kıskandıkları bir şey buldum” diye acıyla karışık gülüvermiştim. Daha o günlerde yapılan bir değişiklikle kızamık dışında zorunlu aşı kalmamıştı. Özellikle çocuğu olan arkadaşlar bu durumdan pek de hoşlanmıyorlardı. Çocukların aşılanmasının ebeveyne bırakılması hem vicdani sorumluluğu artırıyor hem de aşılı-aşısız çocuklar arasındaki bağışıklık sistemi alışverişine şüpheli bakmalarına neden oluyordu. Türkiye’deki aşı zorunluluğunu sevimli bulmalarının iki sebebi vardı dolayısıyla: Bu konuda günah ebeveynden gidiyor ve ayrıca bağışıklık konusunda bir tür eşitlik sağlanıyordu.

Yaşıtlarım ana-baba olurken aşı tartışmasını yetişkin gözüyle dinlemeye de başladım. Bir sene içinde 40 (yazıyla kırk) arkadaşım çocuk yapmıştı da, el insaf, demiştim. Önerilen sağlıklı çocuk doğurma döneminin sonuna geliyordu kadın arkadaşlarım. Sonradan pişman olmamak için çocuk yapıyorlardı büyük çoğunluğu. Kusuruma bakmasınlar, hepsini çok seviyorum ama bu işlerin böyle tarafları da var. Neyse, “Ayşeee, sana güzel bir haberim var” diye arayana, o ses tonunu iyice tanımaya başladığım için bezginlikle, “bebek mi geliyor?” diye soruyordum artık. Komik bir seneydi, mahsuller ilkokul bitirmek üzereler. Hepsine uzun, mutlu, umutlu, neşeli, sağlıklı bir ömür diliyorum.

Aşı karşıtı olan yalnızca iki arkadaşım vardı. Birini ucundan anladığımı söylemem lazım. Modern tıptan çok çekmiş, doktorların dediklerini yapmamaya başladığında da sağlığı düzelmişti. Var böyle hikâyeler. Ama diğeri çok acayipti, hiç kusuruma bakmasın ama, aşı karşıtlığının sebebi kibriydi. Öteden beri kibirli biriydi ama çocuk sahibi olduktan sonra aldığı şekil inanılır gibi değildi. Kimisine yaramıyor işte: “Kıyamet sonrasının temiz nesli”ne babalık edecekti onun oğlu. Çocuğu için çok üzülürüm hâlâ.

Malum bendeniz de bir dönem inanç kazanına düşen, yanan ve çıkıp kendini buzlara sarmaladıktan sonra da dönüp ne oldu, nasıl oldu diye soraraktan yolunu bulmaya çalışan bir garibanım. Fakat Allah korudu da, bu arkadaşım kadar inançlı olmayı bir türlü başaramadım. Tam olarak Allah’a inandığı için mi seçilmiş olduğuna da inanıyordu, yoksa aslında seçilmiş olduğuna inandığı için mi Allah’a inanıyordu emin değilim.

İNANÇ VS BİLGİ

İnanç böyle bir şey işte, kolay ediniliyor zor vazgeçiliyor. Hayatın merkezine o konduğunda, olup biten her şey inancın konusuyla ilişkisi üzerinden pozitif ya da negatif değerler edinmeye başlıyor. İşte bu yüzden çok gülerim inançlı insanları deneysel bilgi aracılığıyla inancından vazgeçirmeye çalışanlara. Bu kadar beyhude bir iş daha yoktur dünyada. Çünkü inanma ve bilme fiilleri arasındaki ilişki birbirinin yerine geçme halinde değildir başlangıçta. Ama bilme fiili aracılığıyla inanma fiilinin kapsadığı alanı daraltmaya kalkışırsanız ikisi arasına kocaman, aşılmaz duvarlar örersiniz. Bilgiyi mü’min için erişilmez hale getirmekten başka da işe yaramaz bu. Bu kendi tercihidir, deyip geçmekle de olmuyor maalesef. Çünkü müşterek yaşamımızı bu fiiller çerçevesinde kurguluyoruz ve bize saçma gelen o şeyler bir şekilde hayatlarımızı etkiliyor. Örnek mi istiyorsunuz, Trump ve etrafındaki mü’minler topluluğuna bakın. Neyse... İnanç kanıtlanamadığı ölçüde değillenemeyen şeyler hakkındadır. Bilgi inancın konusu olan şeylere temas ettiği oranda, inancın alanına müdahil olmaya başlar ve hoooop kocaman bir çatışma çıkar ortaya. Beni sınayıp yanlışlayabilirsiniz diyen bilgi’nin, benden yüz çevirirseniz hayatınızı sonsuza kadar cehenneme çeviririm, diyen inanç’la rekabete sokulması hem gereksiz hem züldür.

İşte bu türlü çatışmaların gidişatının kişinin vicdanına bırakılması haline sekülerlik diyoruz. Farklı inançlardaki insanların bir arada yaşamak durumunda oldukları her an ve yerde yeniden icat edilen su gibi, ekmek gibi bir ihtiyaç. Ama kolay da değil ha! Çünkü seküler bir hayat, benden olmayana, benimle aynı şeylere inanmayana, canımı emanet edebilecek kadar güvenmemi sağlayacak ortak deneyimler biriktirmekle mümkün. Bakınız yasa demiyorum, hukuk demiyorum, anayasa demiyorum. Deneyim, tecrübe. İnançtan ve bilgiden bir farkı var bunun. Yalnız veri babında değil, hissiyat manasında da kanıtlanmış olmalıdır ki bu bilgi, sadece bilinen bir şey olmaktan çıkıp tecrübeye de dönüşsün.

SEKÜLERLİK VE GÜVEN TECRÜBESİ

Bütün bunların aşı karşıtlığıyla ne ilgisi var diyeceksiniz. Büyücek bir iddiam var efendim. Bazılarınız hayli komik de bulacaksınız ama ciddiyim. Aşı karşıtlığının (aşıya yekten karşıt olanların da, kurumlara güvenmeyenlerin de ortak noktası) hem esbab-ı mucibesi olduğu hem gösterdiği bir durum var. Yalnız bizim memlekette değil, tüm dünyada seküler hayat bilgisinin ciddi darbeler aldığına işaret ediyor aşı karşıtlığının bunca yüksek olması ve dahası aşı karşıtlığı seküler hayat bilgisi yeni zamanlara kendini yordamınca uyarlamadığı için bunca yüksek.

Demiştim ya, sekülerlik aslında benden olmayana canımı, malımı, hayatımı emanet edebileceğim tecrübesi ve aynı zamanda kendimi, benden olmayanın benden zarar görmeyeceği şekilde donatmam demek. Konunun dinle bağlantısı dolaylı aslında. Yani elimden, dilimden, belimden yalnız benden olanlar değil olmayanlar da emin olacaklar. Bu böyle bireysel planda sıkışıp kalacak bir durum da değil. Seküler bir toplum herkesin ne kadar da ahlaklı olduğu bir toplum demek değil çünkü. Bu işler otomatik olmuyor. Bir de herkesin birbirinden birbirlerine benzemeseler bile emin olması ilkesi üzerinde şekillenmiş kurumlara ihtiyaç var. Sekülerlik konusunda “Hristiyan Batı” deneyimi dediğimiz şey bu kurumların tasarımıyla ilgili ve sınırlı. Yoksa kavramın tarif ettiği müşterek yaşam tecrübesi elbette dünyanın elini attığınız her yerinde bulabileceğiniz bir nüve. Çünkü çoğumuz yalnızca kendisine benzerlerle yaşamak istemez, kendine benzemeyenlerden de saygı görmek ister ve kendine benzemeyenlerle yaşama arzusu ya da zorunluluğu o benzemezlikle yaşama bilgisini de üretir.

Bu yazıyı yazabilmek için oturdum aşı karşıtlarının attıkları twitlere, sıraladıkları argümanlara falan baktım. Bu konuya ilişkin, Covid’den çok önce başlayan literatürün bulgularını tam olarak ispatlıyordu her birinin düşünme yöntemi. Dertleri aşıyla ilgili değildi. Kurumlara, topluma, başka insanlara güvenmiyorlardı. Aşı karşıtı olarak haklı ya da haksız olmalarını bir tarafa bırakıyorum, kurumlara güvenmemekte haklılardı. Örneğin, Diyarbakırlı bir aşı karşıtı, salgın esnasında Diyarbakır’a gönderilen ilaçların son kullanım tarihinin bile geçtiğini, mevcut idarenin yaşadığı şehre ve insanlara karşı bir garezi olduğunu, onları sakatlamak için ellerinden geleni ardına koymayacaklarını söylüyordu. “Bana şırınga edecekleri sıvının herkese yapılan aşı olduğundan emin misiniz?” diye soruyordu. Kim cevap verebilir ki böyle bir soruya. Kaldı ki bu Türkiye’ye özgü bir sorun da değil. Almanya’da da çok ciddi bir aşı karşıtı hareket var ve aynı kaynaktan besleniyor, yani mevcut devlete güvensizlikten. Aşı karşıtları arasında ciddi sağcılar olduğu gibi ciddi solcular da var. Her iki tarafın ortak özelliği devletin insanların sağlığını ve özgürlüğünü koruyacağına olan güvensizlikleri.

Güvenilmeyen bir diğer kurum ise, bilim ve üniversiteler. Ki üniversite malum-u aliniz öyküsü itibariyle Batı tipi sekülerleşmenin vuku ve vücut bulduğu kurum olmuştur. Nice zamandır da üniversitelerin güvenilir kurum olma niteliklerini kaybettiklerine dair bir tartışma dünyanın Batı’sında da sürüp gitmekte. Peki güveni erozyona uğratan şey ne biliyor musunuz? Üniversitelerin piyasalaşması. Üniversite tecrübesinin piyasalaşması. Bu yalnızca özel üniversitelerin sayısının artmasıyla ilgili bir şey değil, örneğin üniversite çalışanlarının, yani akademisyenlerin prekarya sınıfına itilmeleriyle de ilgili. Çocuğuna güvenilir bir iş bile sağlayamayacağını bildiği bir kurumun altına imza attığı araştırmayla üretilen aşıya nasıl güvenecek ihtiyar bir dindar? Devlet tarafından finanse edilmeye devam etmekle birlikte, kamusal niteliklerini kaybeden pek çok üniversite var. Şu yanlış olarak “esnek çalışma koşulları” dedikleri aç gözlü düzenlemelerle üniversite camiasının saygınlığını ve onunla birlikte üniversite denilen kurumun güvenilirliğini çöpe attılar. Buradan hemen üçüncüsüne zıplayayım. Gene sağlık altyapısının ve sigortacılığın piyasaya terk edilmesi aynı sonucu tıp camiası için de doğurdu. Sigortacılığı saymıyorum bile. O zaten bu güvensizlik ortamından beslenen bir sektöre dönüştü çıktığı andan itibaren.

Piyasaya olan güvensizlik. Yani tamam, Türkiye versiyonunda “bizimkiler” biraz kutsamaya çalıştılar onu ama piyasa demek sekülerlik demektir, çünkü piyasa her meşrepten insanın alışveriş yaptığı yerdir. Her meşrepten insan ancak meşrebi ne olursa olsun adil muamele göreceğini bildiği piyasaya güvenir. İslamcıların, dindarları ve oluşturdukları dayanışma ağlarını, en imtiyazlı siz olacaksınız, bizden garanti, ayağınız alışsın diye sürükleyip orta yerine bıraktıkları piyasa, güven yoksa yoktur. Aşı karşıtları haklı olarak ilaç şirketlerine güvenmiyorlar. Bayağı kötü deneyimler biriktirdik çünkü hep beraber. Fakat Türkiye’de fazladan bir durum daha var. Dindarlar, kendilerine piyasada ayrıcalık sağlayan devlete, şimdi artık aynı piyasada başkalarına ayrıcalık sağlamaya karar verdiği “inancı”na dayanarak güvenmiyorlar. Yani dindarlar arasındaki aşı karşıtlığının temelinde çok özel bir sebep daha var. Bizzat tecrübe ettikleri imtiyazların başkalarına verilebileceği şüphesi. 'Nasıl olacak bu' sorusunun cevabı yok ama uzayan karmaşık tartışmalardan anladığım şu: “Bizimkiler bilim-milim saymazlar o kadar, şimdi aşıya bu kadar yatırım yaptıklarına göre, bizden vazgeçmiş olmalılar.” Haydaaaaa... Boşuna değil siyasal iletişimcilerin, birinin güvenini kazanmak istiyorsanız ona hak ettiğinden fazla iltifat etmeye kalkışmayın, adınız yalakaya çıkar, uyarıları. Hak ettiklerinden daha fazla imtiyaz edinen kesimler, kendilerine haksız olarak bu imtiyazları verenlere, şimdi aynı haksız davranışı başkaları lehine sergileyeceği için güvenmiyorlar. Ah keşke alan çalışması yapabilsem, şu bitmek bilmez ekonomik krizde bu türlü güvensizliğin payını araştırmayı ne çok isterdim.

SONUÇ DEĞİL BAŞLANGIÇ

Hal böyle ise aşı karşıtlığıyla mücadele etmenin, “ya siz ne biçim insanlarsınız, fantezileriniz yüzünden tüm insanlığı tehlikeye atıyorsunuz, bak işte bilim insanları böyle söylüyor”dan başka bir yolu olmalı. O yolu henüz bilmiyorum, mevcut iktidarın, “aşı olunacak dedim, olun” demek dışında bir yöntem geliştireceğinden emin değilim. Bu yöntemin sonuçlarının düşünüldüğü kadar olumlu olacağından da emin değilim. Ama yalnız aşı işlerimizde değil, her işimizde rehberlik edebilecek birkaç sonuç çıkartabiliriz aşı karşıtlarını soğukkanlılıkla dinleyerek.

1- Şeffaf olmayan yapılar, kurumlar güvensizlik yaratır.
2- Eşitlik ilkesini ihlal eden, kurumlar, siyasetler, adil olmayan uygulamalar güvensizlik yaratır.
3- Popülizm güvensizlik yaratır. Oylarını baki kılmak için imtiyaz tanıdığınız, imtiyazlı olduklarına inandırdığınız insanlar, her krizde size olan güvenlerini biraz daha yitirirler. Onları biraz daha zorladığınızda en büyük düşmanlarınız olacaklardır. (Nitekim Erdoğan üç kez aşı olan ilk kişi olmasına rağmen Erdoğan taraftarı pek çok kişi Erdoğan’ın aşıyı zorunlu getirmesi ihtimalinden korktuğunu açıkça dile getiriyor. O da muhtemelen bu kaygıları gidermek için yapmayacağız diyor ama yapmayacağını garanti edebileceğini ya da verdiği herhangi bir teminata yine kendi taraftarlarının güveneceğini hiç sanmıyorum nedense.)
4- Kurumların, bunu yalnız üniversite değil, ilaç şirketlerini kastederek de söylüyorum, itibarları çalışanlarına gösterdikleri ihtimamla doğru orantılıdır. Bunun maaşla vs. ilgisi yalnızca kısmi. Saygın bir kurum olmak istiyorsanız, saygınlığınıza sermayenizden daha çok önem vereceksiniz, çünkü kriz anlarında başka sermayeniz olmayacak. Gözden geçirdiğim hiçbir örnekte üniversitelerden ve ilaç şirketlerinden şüphenin temeli dini inançlar değildi. Örneğin biri, bir zamanlar doktorların sigara reklamlarında poz verdiğini hatırlattı.
5- Bir de bilimsel verilerin içeriğini tartışırken din adamlarının yaptığı gibi, “ya kardeşim madem anlamıyorsun, bana güven yeter” dememek lazım. “Bana güven” sözünün kendisi güvensizliği çağırıyor çünkü.
6- Asıl önemlisi ve bizim büyük mücadelemiz, bütün çocuklarımıza sağlam bir bilim eğitimi vermenin yolunu bulmak zorundayız. Test çözerek olmaz o iş, farklı bilgi türlerini anlayıp karşılaştırabilecekleri analitik becerileri geliştirmekle olur. “Eleştirel düşünce” demememin bir sebebi var. Şu an aşı karşıtları “eleştirel düşünce”nin doruklarında dolaşıyorlar ama öyle parçacıl ve seçici (yalnızca inançlarını doğrulayan verileri kullanıyor ya da verileri inançlarını doğrulayacak şekilde çarpıtıyorlar) yollardan gidiyorlar ki “nasıl ya!” sessizliğine bürünmek istiyorsunuz birkaç argüman sonra.
Aaaaa, o da ne, bunlar zaten hep yapılması gerekenler. Hep yapılması gerekenler hep yapılsaydı bu hale mi gelirdik ya? Dedim size, çözüm önermeyeceğim. Çözüm olmayan bir önerim var yine de. Aşı karşıtlığı mevzuunu, aşı karşıtlarıyla konuşurken ortak bir noktamız var. Devlete, üniversitelere (hele Türkiye’de), kurumlara, piyasaya, ilaç şirketlerine aşı olanlar da güvenmiyorlar. Onlar aşı olmuyorlar. Ama biz oluyoruz. Belki tartışmayı bu mecrada tutmak ve tartışma tecrübesi biriktirmek (biliyorum zor) iyi bir başlangıç noktasıdır. Yapılabilecek diğer şeylerin, hele mevcut devletin bedenlerimiz ve birbirimizle ilişkilerimiz konusunda daha fazla yetki sahibi olmasını sağlayacak taleplerin maksadını aşmaya pek eğilimli olduğu şu günlerde ne yazık ki başka çaremiz de varmış gibi görünmüyor.


Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.