YAZARLAR

Armut!

Kültürel üretimde niyet ile akıbet her zaman denk düşmüyor; niyet akıbeti garanti etmediği gibi, akıbet asla niyet etmediği bir etkiye sahip olabiliyor.

Fethiye Belediyesi’nin desteğiyle 1-4 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek olan Milyon Fest Fethiye, dün Muğla Valiliği tarafından iptal edildi. Böylece son dönemdeki konser ve festival yasaklarına bir yenisi daha eklendi. Buradan (ve kadınlara ve cinsel kimliklere ve alkole karşı tutumdan ve daha pek çok şeyden de) anlaşılıyor ki yaşam tarzı ve gündelik yaşam kültüründe iktidar görece bir "özgürlük yanılsaması"ndan açık ve net biçimde "otoritenin dayatılması"na geçmiş durumda. Verili gerçeklik, yani otoriter rejim, artık kendini gizleyemeyecek duruma geldiği için siyasal iktidar, iktidarda kalma stratejisinde taktik değişikliğine gitmiş, kendisini gizlemek yerine kendisini dayatacak uygulamalara yönelmiş gibi görünüyor.

Buna karşılık, muhalif cephe de boş durmuyor! Dün ve önceki gün, (adını duyduğum ama daha önce hiç dinlemediğim) Tan Taşçı’nın yeni "tekli"si "Zor İşimiz Zor" ile dalgalandı gündem. Şarkı ve klibi sosyal medyada "TT" olmuş. Klipte Soma Katliamı ve orman yangınlarından kadın cinayetlerine, Ali İsmail Korkmaz’dan Hrant Dink’e kadar yakın tarihin iz bırakan olaylarına, olgularına ait dramatik görüntüler, hafızalara kazınan ikonik imajlar arka arkaya akıyor. Doğal olarak da bunların hazır müşterileri, karamsarlığa sürüklenen laik modernler, yoksullaşan beyaz yakalılar, ülkenin iyi yönetilmediğini düşünen gençler, yani bir bütün halinde yaşam tarzı tehdit altında olanlar, toplumun kendini siyasal yenilgi içinde hisseden kesimleri, şarkıyı ve klibi büyük bir beğeniyle sosyal medyada hızlıca paylaşıp yaymışlar.  

Bu biraz Şanışer ve arkadaşlarının "Susamam", biraz da Tarkan’ın "Geççek" vakasına benziyor; onlar gibi Tan Taşçı’nın şarkısı ve klibi de Türkiye’nin epeydir politikleşmiş kültürel alanında (şüphesiz ki) kısa süreli olacak protest bir rüzgâr estirmiş görünüyor.

Şarkı ve klip, çok bilinçli bir tercih olarak, ülkenin sert gerçekliğinin kültürel bir temsili olsun istenmiş. Elbette saygın bir tercih. Ama kültürel üretimde niyet ile akıbet her zaman denk düşmüyor; niyet akıbeti garanti etmediği gibi, akıbet asla niyet etmediği bir etkiye sahip olabiliyor. Sanatın toplumsal tarihini yazan Arnold Hauser, on yedi ve on sekizinci yüzyılın natürmort resimlerini değerlendirirken bir karşılaştırma yapar ve tam da buna ilişkin şöyle bir şey söyler: "Almanlar düşlerinin resmini yaptı, ortaya çıkan sadece armuttu. Flamanların ise sadece bir armut resmi yapmaları yeterliydi ortaya çıkanın bir düş olması için!"

Tan Taşçı ve klibin yaratıcıları da, (popüler kültür demeye alışık olduğumuz) kitle kültürü içinde saygın bir yer edinebilecek protest bir ürün çıkarmak istemişler. Ne var ki ortaya çıkan şey, ("armut" denecek kadar vahim bir durum yok ama) yalnızca yakın tarihin dramatik görüntülerinin, ikonik imajlarının art arada dizildiği sıradan bir pastiş, ham bir kolaj olabilmiş. Fakat bu, ortada beğenilecek bir şey yok anlamına gelmiyor; git gide incelikten yoksunlaşan kitle kültürü dünyasında ürünleri beğenip beğenmemek için elimizde hassas bir terazimiz kalmadı artık, ne kadar sıradan ve ham olsalar da o ürünlerde herhangi bir toplumsal kaygı belirtisini, sıradan bir rahatsızlığı, son derece doğal bir duyarlılığı görmek insanın hoşuna gidiyor. Bu çerçevede, Tan Taşçı’nın pek derin bir etki bırakmayan klibine de, benzerleri gibi, eklektik bir muhalefet alıştırması diyebiliriz.

"Özgürlük yanılsaması"ndan artık "otoritenin dayatılması"na geçilmiş bir ülkenin sert gerçekliğini ifade edecek kültürel temsil, o sertliğe denk düşecek biçimde olmalıdır.

Mesela son günlerin çok konuşulan filmi "Gönül"ü ele alalım. Film, sözünü ettiğimiz bu sert gerçeklik işine Domlar üzerinden girişiyor. Daha doğrusu Domlar üzerinden, her zaman sert olmuş Anadolu gerçekliğine el atıyor. Bu anlamda "Gönül", Türkiye’de genel olarak kültürel üretimin ama özel olarak da kitle kültürünün Anadolu’ya yönelme, Anadolu’ya ilgi gösterme biçimlerine ilişkin dikkate değer bir örnek teşkil ettiği için, (hikâye örgüsü, karakter derinliği, sanat yönetimi, teknik başarı gibi şeylerin yanında) ayrıca üzerinde durup konuşulmayı hak ediyor.

Cumhuriyet tarihinde kültürel üretimin Anadolu’ya yönelişinin ilk ve en güçlü dönemi 40’lı yıllarda başlar. Asıl bereketini 50’li ve 60’lı yıllarla birlikte gösteren bu dönem, sanat ve kültür hayatının yeni ufuklara açıldığı, özellikle romanda ve sinemada devrim niteliğinde yapıtların ortaya koyulduğu yıllardı. Türk sanatına adeta "Rönesans" yaşatmış olan bu dönemde Anadolu’nun kültürel bereketi ve doğurganlığı, edebiyatta Kemal Tahir’leri, Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’leri, sinemada Yılmaz Güney’i, "Umut"ları, "Susuz Yaz"ları, resimde, Nuri İyem’leri, Orhan Taylan’ları, Neşet Günal’ları ortaya çıkarmış, kültür hayatımıza geniş bir ufuk, demokratik bir açılım, paha biçilmez bir zenginlik kazandırmıştı. Bunun temelinde dengesiz ve ölçüsüzce yürütülen kapitalist gelişmenin yarattığı büyük hoşnutsuzlukların yattığını söylemeye gerek yok -belki var da, iktisadi ve sosyolojik tarihin geniş ayrıntısını burada konuşmaya yer yok-.

Türkiye’nin kültürel üretiminde kıymetli bir "dönem"di bu, gerilerde kaldı.

Sonrasında, kültürel üretimin Anadolu’ya yöneldiği ikinci bir dönem daha geldi. 90’ların sonuna doğru başladığını söyleyebileceğimiz bu dönem Anadolu’ya bu kez kültür endüstrisinin yöneldiği, daha doğrusu kültür endüstrisinin artık en dinamik ve üretken hattı haline gelmiş olan dizi ve film piyasasının Anadolu’yu zenginlik üretecek maden gibi keşfettiği bir dönemdir. Bu dönemde ("Umut"ta, "Yol"daki) akıl ve vicdan sahibi gerçekçilik, (Yılmaz Erdoğan’ın "Vizontele", "Yeşil Elmalar", Mahsun Kırmızgül’ün "Güneşi Gördüm", "Mucize" gibi filmleriyle vs) yerini, Doğu hayatının sıra dışılığını gişe hasılatı olarak satılığa çıkaran ticarileşmeye bıraktı. Kültür endüstrimiz Anadolu’nun olağan hayat dokusuna işlemiş durumları, alışkanlıkları, tavırları, toptan bir coğrafyanın karakteristiğini parodileştirip ağalı şeyhli dizilere malzeme yaptı. "Vizontele", "Beynelmilel", "Hükümet Kadın" gibi filmler, Orhan Kemal romanlarındaki, Neşet Günal tablolarındaki insan dramını neşeli bir vodvil gibi izlettirdi bize. Anadolu’nun kültürel temsili, geleneksel olanla bağını "show-business" üzerinden kurmuş bir yaklaşıma terk edildi. Böylelikle de, Marx’ın "artı değer" ve "üretken sermaye" analizinde söylediklerine benzer biçimde, durduk yerde pek bir işe yaramayan gelenek, kültür sanayiinin patronları tarafından "işe alınıp", getirisi hayli yüksek bir "sömürge"ye dönüştürülmüş oldu.

Bizim kültür endüstrisinin afacanları da, bu bağlamda, Hauser’in Almanları gibiydiler; ürünlerinin halesi büyük iddialarla örülmüştü: Kadim medeniyet... Kültürel mozaik... Kaybolmaya yüz tutmuş değerler... Ya da ("Vizontele"de, "Beynelmilel"de, "Güneşi Gördüm"de olduğu gibi) darbe, baskı, savaş, boşaltılan köyler... Ama ortaya çıkan şey sadece "armut"tu.

Anadolu, ilk yönelimde toplumcu eleştirel gerçekçiliği beslemiş kültürel bir üretim alanıyken ikincisinde bayağı bir parodileşmenin malzeme deposu haline gelmişti. Yani kültürel üretimin Anadolu’ya ikinci yönelişi, bir kez daha Marx’ı haklı çıkaran bir tekrardı; ilkinden ("İnce Memet" gibi, "Umut" gibi) trajik bir gerçeklik fışkırdı, ikincisi ise ("Güneşi Gördüm" gibi, "Yeşil Elmalar" gibi) en ciddi göründüğü anda bile komediydi.

Ama bugünün ülke gerçekliğini işleyecek anlatının türü ne salt trajedidir ne de komedi. Gerçeğe sadık bir estetik temsil aranıyorsa, bu ya "alaycı trajedi" olmalıdır ya da "hüzünlü komedi". Bir vatandaşın "Sizden memnun değiliz, kimse memnun değil" sözlerinin bir iktidar milletvekili tarafından "Bu vatan, bu toprak şehitler ile elde edildi. Bu vatanı bu toprağı öyle kolay kolay kimseye teslim etmeyeceğiz" sözleriyle karşılandığı akıl dışı gerçekliğe uygun düşen anlatı türü "alaycı trajedi"den başkası olamaz. Başkentini yirmi üç yıl boyunca Melih Gökçek gibi bir tipin yönettiği bu acayip memleketin sineması için de dizisi için ideal tür kesinlikle "hüzünlü komedi"dir. Ve bu türlerin hakkını verecek bir anlatı için de sanat dışında gidecek bir yerimiz yok. Sanatın çizdiği alan içinde kaldığımızda bile zor bir iştir bu; yüreği kurumamış, kafatası boşalmamış çok az sanatçı bulursunuz orada. Çizginin dışı deyince de, yani sanat dışında bir yer ya da seçenek deyince de akla hemen kitle kültürü geliyor ama bu onun işi değil; kitle kültürünün hüznü kafasız, neşesi kalpsizdir. Her şeyi dangır durgundur onun.

"Gönül"de kafasız bir hüzün, kalpsiz bir neşe mi var?

O kadar kalpsiz olmayalım.

"Gönül", Domların gayet sert bir gerçeklik içeren olağan hayat dokusunu naif bir duygusallıkla ve neşeyle anlatıyor; Kustrica ve Gatlif filmlerine de bu yüzden benzetiliyor zaten. Ama hayatın işleyen bilgisinden ve onlar hakkındaki belgesellerden bildiğimiz hayat dokusuna pek benzemiyor bu. "Gönül"de bir coğrafyanın, bir kültürel kimliğin yer yer parodileşmesi var... Bir insanlık dramının yer yer neşeli bir vodvil gibi izlettirilmesi var...

Bir serbest zaman meşgalesinin "gerçeğe sadakat" ilkesi yerine "tüketime elverişlilik" ölçütüyle hareket edeceğini bildiğimizden, bu tür popüler işlerden "gerçek dünyanın dürüst imgeleri" olmalarını elbette beklemeyeceğiz. Belirli ölçülerde bunu başarabilenler de oluyor -olmuyor değil- ama biz yine de beklemeyeceğiz.