YAZARLAR

Andrés Barba’nın, ‘karanlık’ çocukları

Andrés Barba'nın kaleme aldığı 'Küçük Eller', Notos Kitap tarafından yayımlandı. Barba, 'Küçük Eller'de, “karanlık çocuklar” üzerinden anlatıyor hikâyesini, yine farklı olanın çoğunluk karşısındaki varlık mücadelesi hakkında düşündürüyor.

Andrés Barba ile Notos Kitap tarafından basılan, 'Işıklar Ülkesi' kitabıyla tanışmıştım. Bu kitapta yazar, 'masum çocuk' anlatılarını yıkarken, farklı olanın insanlar tarafından 'tuhaflaştırılmasını' sorunsallaştırıyor ve kendine benzemeyene karşı takınılan dışlayıcı bakışın nelere sebep olabileceğini de görmemizi sağlıyordu. Barba’nın yine Notos Kitap tarafından yayımlanan, 'Küçük Eller' adlı kitabında da benzer bir temayı takip edebiliyoruz. Metin, İdil Dündar tarafından çevrildi.

Yazar bu sefer, ailesini trafik kazasında kaybeden bir kız çocuğunun yetimhaneye yerleştirilmesini ve buradaki diğer çocuklarla karşılaşmasını konu ediniyor. Kitap, sonradan bir yere gelenin çoğunluk tarafından nasıl bir yere konumlandığını görmemizi sağlarken, 'tuhaf'ın bir çeşit çekicilik barındırdığını, merak unsuru haline geldiğini, bu durumun ona karşı bir arzuya sebep olduğunu da anlatıyor. Ayrıca, karşılaşmalardaki temas eksikliği nedeniyle bireyin asıl varlığı dışında önyargıyla, kuruntuyla, hayal gücüyle yeniden nasıl inşa edildiğini görmemizi sağlıyor.

DÜZEN BOZAN YABANCI

“Baban olay yerinde öldü, annen komada”, kitabın başkarakteri Marina’nın yaşamını belirleyen bu cümle oluyor; onu seçiyor ve adeta baştan inşa ediyor. Sonradan annesini de kaybettiğini anladığımız karakter, oyuncak bebeğiyle zorlu bir hayata başlıyor. Yetimhanedeki varlığı diğer çocuklar tarafından 'korkutucu' algılanıyor. Marina’nın sessiz, içine kapanık bir çocuk olduğunu seziyoruz anlatıdan; sırlarını paylaştığı oyuncak bebekle kurduğu ilişki, yetimhanedekilerle pek ilişki kuramaması, diğer çocukların onu kıskanmasına da neden oluyor ve yabancıya yönelen 'tuhaflaştıran' bakış, onu gizemli bir yere yerleştiriyor. Onunla ilişki kuramayan diğer çocuklar, bu yeni gelenin varlığını devamlı gözlemliyor; her hareketini mesela çimlere oturup onları saç gibi örmesini bile 'garip' karşılıyorlar. Yabancının varlığı düzen bozuculukla özdeşleştirilir, bugünlerde göçmenlerle ilgili faşizan tavırlarda da çok sık rastladığımız, ekmeğimizden olacağız, işimizi alacaklar söyleminde de bunu tespit edebiliriz. Yerleşik düzenin, dışarıdan katılan tarafından bozulacağına yönelik bu algıyı, Marina’nın yetimhane günlerinde de görebiliyoruz. Kurulu düzenin bozucusu olarak yabancı, bedenine yapışan 'tuhaflıkla' varlık çabası vermeye çalışır. Marina için de bu durum geçerli. Marina gelmeden önce yetimhane günlerini anlatan şu cümlelere bakalım: “Eskiden bahçedeki incir ağacına dokunur, 'Bu bir kale' derdik. Sonra kara heykele doğru yürür, 'Bu iblis' derdik. Daha sonra yetimhanenin kapısına kadar geri döner, 'Bu dağ' derdik. Orada üç şey vardı: Kale, iblis, dağ. İçinde oyun oynanabilecek bir üçgen.”

Küçük Eller, Andrés Barba, Çevirmen: İdil Dündar, 96 syf., Notos Kitap, 2021.

Her şeyin aynı sıradanlıkla aktığı ve belirlenmiş, adlandırılmış olduğu bir mekâna katılan yabancı rutini bozar, hele ki Marina gibi etrafındakilerle çok ilişki kuramayan birisi yabancı korkusunu tetikler. Hiçbir şeyin artık aynı olmayacağı, günlerin getirdiği sıradanlığın bozulacağı, dikkatleri üzerine çekeceği için diğerlerinin ilgisini çalacağı düşüncesini içeren pek çok sebep, yabancıya karşı korku duvarı inşa edilmesine neden olur, bulunulan yerin tadı kaçar: “Marina daha gelmeden önce duyumlar vardı. Başka türlü sevmeyi bilmiyorduk. Yerleri hazırlıyor, hayal gücümüzün gözlerimizin önüne koyduğu her şeyi seviyorduk. Kimilerimiz iri yarı, kimileri bizim ölçümüzde olacağını, kimileri çok güzel olacağını, kimileriyse öyle olmayacağını söylüyordu. İlk zaferi bu oldu: Artık eşit değildik. Evcilleştirilmiş olan, kendi aramızda vücutlarımızı birbirinden ayırt edemeyen, aynı şeyi isteyen biz artık eşit değildik.” Marina daha yetimhaneye ulaşmadan, tek tip bir yaşama alışmış olan çocukların kaygılarını gözlemleyebiliyoruz bu cümlelerde. Birbirleriyle neredeyse aynılaşmış bedenler, bunun bozulacağını düşünüyorlar; farklı bir bedenin, bu “evcilleştirilmiş” gruba katılması, yabancıya dair henüz onunla hiç ilişki kurulmamışken bile önyargılarla oluşan korkuyu hatırlatıyor fikrimce.

YABANCIYLA GELEN

Georg Simmel, “Yabancı, belirli bir uzamsal daire içerisinde -ya da sınırları uzamsal sınırlara benzeyen bir grup içerisinde- sabitlenmiştir fakat onun bu daire içerisindeki konumu, başlangıçta oraya ait olmadığı ve bu dairenin içine oraya özgü olmayan ve olmayacak özellikler getirdiği gerçeğinden öncelikli olarak etkilenecektir” (1) der. Yetimhanedeki çocuk grubuna yeni katılan Marina için de 'oraya özgü olmayan ve olmayacak özellikler' getirdiği gerçeğinin etkilerinden söz edilebilir. Onu yabancılığa sabitleyen şey, metnin sonraki bölümlerinde açığa çıkacağı gibi geçmişidir. Ailesini kaybetmeden önce varlıklı bir yaşamı olan, yetimhanedeki çocukların hayalini bile kuramadığı Disneyland gibi pek çok yeri gezmiş, onların izlediği filmleri çoktan izlemiş bir çocuk, burada bulunan yoksul çocuklar için 'oraya özgü' olanın dışında bir görüntü oluşturur. Yabancının katıldığı yeni grupta, onlardan daha aşağı olması gerektiği düşünülür (Suriyelilerin tatile gidebilmesinin sorun olmasına benzer bir sebep) veya oranın düzenine herkesten çok uyması gerektiği kabul edilir. Bunun dışına çıkınca zaten 'tuhaf' olan varlığı daha da 'tuhaflaşır', gözlerin ona dikilmesine neden olur. Marina’nın varlığının yetimhanedeki diğer çocuklar tarafından algılanışı bahsettiğimiz bu 'yabancılık' özelliklerini yansıtıyor. Metin bu açıdan mekân olarak seçilmiş yetimhanede bir çocuğun karşılanışını aşarak, dünyadaki 'yabancı' konumunu da düşünmenin yolunu açıyor.

TEMAS EDİNCE

Başka ile ilişkimizi belirleyen, onu korkularımızın nesnesi haline getiren şeylerden biri temas etmemek olarak görülebilir. Karşılaşmaların sabit olanı aşındıran bir yanı vardır. Barba’nın metninde buna da tanık oluyoruz. Marina’nın ortaya attığı bir oyun fikri en azından geceleri ona karşı oluşan 'tuhaf' bakışı aşındırıyor; bu oyunda Marina, bir öğretmenin çantasından aldığı ruj ve kalemle çocuklardan birini her gece oyuncak bebek olmaya ikna ediyor. Nereden geldiği bilinmeyen bir elbise giydiriliyor Marina’nın seçtiği çocuğa, bu elbise giydirilirken her biri çıplak kalıyor. Yazar bana kalırsa bununla, verili olandan soyunmayı imgeliyor. Çıplak bedene dokunmak, vücudun her yanını bilmek, sıra Marina’ya geldiğinde kazadan kalma yaralarını görmek, temas etmek, gizemi açıklığa kavuşturmak belki de onu korkutucu olmaktan çıkarıyor: “Tek bir darbeyle, geçiş aşaması yaşamadan oyuncak bebek olunur. Bir elden diğerine, bir yataktan diğerine dolaştırılmaya başlanır. Bir daha asla yalnız olunmaz. Oyuncak bebeğe hapsedilmiş haldeyken daha güçlü sevilir, daha fazla merhamet hissedilir, ölçüsüzce varolunur…”

Oyuncak bebeğe dönüşüm onu başka bir varlık olarak tahayyül etmeye götürüyor çocukları. Bu dönüşüm sırasında bebek olarak seçilenin küçüldüğünden bahsediliyor metinde, küçülme ona karşı çocuklara karşı hissedilen merhamete sebep oluyor belki de. Ama hatırlamalıyız ki Barba’nın metinlerinde bu bakış yıkılmaya çalışılıyor, yazar çocukların sadece küçük olmalarından dolayı merhamet ve acıma nesnesi olmasını da sorunsallaştıran bir düşünceye sahip. Bunu özellikle 'Işıklar Ülkesi'nde görebiliyorduk. Bu metinde de yine çocukların dünyasına inerek, onların gözünden görmeye çalışıyor meseleleri ve onları kırılgan bir yere yerleştirmekten çok yetişkinlerin yokluğunda, hayal dünyalarında, varlıklarını “garip” hikâyelerle birleştirerek anlamaya çalışıyor, onlardan karanlık karakterler yaratarak hem başkasının gözünde “tuhaf” olarak kurulmanın anlamını hem de bunun bireyin yaşamına getirilerini sorgulamayı sağlıyor.

Andrés Barba, 'Küçük Eller'de de 'karanlık çocuklar' üzerinden anlatıyor hikâyesini, yine farklı olanın çoğunluk karşısındaki varlık mücadelesi hakkında düşündürüyor. Bu metinde, yazı boyunca sözünü etmeye çalıştığım gibi 'yabancılık' konumu daha çok öne çıkıyor fikrimce. Yazarın, karanlık yanları olan çocuk karakterleri seçmesinin, çocuklara yönelik, onları hep korunmaya, yönlendirilmeye muhtaç masum varlıklar olarak görmenin önüne geçmek, onları tek başına varlık olarak tanımak gibi bir anlamı var ki bu metinde de bunu sezebiliyoruz.

  1. Simmel, G., (2016), “Yabancı, Bir İlişki Biçimi Olarak Ötekilik ‘Yabancı’”, s. 27, (Çev. Nuri Can Akın, Kübra Eren, Ebru Arıcan, Burak Tekin, Begüm Mengü), Heretik Yayınları: Ankara.

Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.