Trump şimdiden ABD'nin saygınlığını örseliyor - (Trump fay hatlarını zorluyor-2)

Kemal Çakman'ın Trump'a ilişkin analizine bugün de devam ediyoruz. Çakman'a göre kendi kişisel servetine öncelik veren Trump şimdiden ABD'nin saygınlığını sıfırlayan adımlar atmaya başladı bile...

Google Haberlere Abone ol

Kemal Çakman*

“Radikal İslamî terör örgütlerinin gelişmesini engelleyememiş olması NATO’nun “miadını doldurmuş bir işe yaramaz (obsolete) hale gelmiş” bir olduğuna kanıtlar! (“Since it has failed to stop radical islamic terrorism, NATO has become obsolete!”) Lâfa bak… Lâfa bak hizaya gel!

Ayrıca Nato’yu şöyle de eleştirmiştir: "Nato ülkeleri savunmada üzerlerine düşen paraları ödemekten kaçınıyorlar. Paylarına düşen ekonomik yükü sırtlamıyorlar. Bu böyle gitmez. Ödeme yapmaktan kaçınmalarına artık izin vermeyeceğiz!" Gerçi daha sonra, Birleşik Krallık Başbakanı Therasa May ile görüşmesinden önce, yukarıdaki beyanlarıyla çelişen, “Ben  yüzde yüz NATO’nun arkasındayım,” (“I’m 100 percent  behind NATO”) demiştir. Ama bu arada, başkanlığının ilk haftasında NATO hakkında daha ciddi bir olumsuz tutum da sergilemiştir. Üstelik birkaç kez… Bir keresinde BREXIT bağlamına değinirken, Birleşik Krallığın AB’den kopmasının ardından başka bazı ülkelerin de ayrılacağını beyan etmiş; bu sözlerin analitik bir sonuca dayanarak yapmış olduğu bir “tahmin” bir “öngörü olmadığını, Brexit’in domino etkisi yaratıp AB’nin çözülmesini arzuladığı izlemini veren söylemlerde bulunmuş; “Ast olan, önemli olan ulus devlettir!” demiştir. ABD’nin AB’nin büyümesi istikametinde yarım yüzyılı aşkın vermiş olduğu desteğin tersine, Trump neden AB’nin dağılmasını ister, emin değilim. Bir yandan neo-milliyetçiliği rol oynamaktadır; ama sanırım daha çok “basit bir iş adamı mantığıyla” karşısında AB gibi güçlü bir ekonomik blokla muhatap olmaktansa, ikili ticaret antlaşmaları yapmak ve pazarlık masasında ABD’nin göreli büyüklüğünün getirdiği avantajı kullanmak istemektedir.

TRUMP'IN VİZE KOYDUĞU ÜLKELERDE YATIRIMI YOK

Başkan Trump, Türkiye saatiyle 28 Şubat sabaha karşı, Irak, İran, Libya, Suriye, Sudan, Somali ve Yemen vatandaşı olan herkese üç ay boyunca, Suriye’den gelen mültecilere ise sınırsız bir süre ABD’e giriş yasağı getiren ve tepkilerle karşılanan bir “İdarî Emir” (executive order) imzalamıştır. Merkel, “Böyle bir güvenlik önlemi on milyonlarca insana karşı toptan uygulanmamalı; yanlıştır,” demiş; İngiliz Dışişleri Bakanlığı Trump’ın yasağını “yanlış ve etik değil,” diye nitelemiş. ABD de Obama’ya karşı Başkanlık seçiminde yarışmış muhafazakâr Senatör ve Vietnam Gazisi ve 2008 seçimlerinde Cumhuriyetçilerin Başkan Adayı Albay John McCain, “Bu yasaklamayı IŞİD kendi lehine propaganda malzemesi olarak kullanacaktır,” diye uyarıda bulunmuştur. Şunu da sormak gerekir: 11 Eylül’den beri, ABD, Orlando’daki saldırının haricinde hiçbir ciddi “İslamî” terör saldırısıyla karşılaşmamıştır (1). 11 Eylül saldırısında yer alan 19 teröristin on-beşi 15’i Suudi, üçü Mısır ve biri de Bileşik Emirlikler uyrukluydu. Listede bu ülkelerin hiçbiri yok ve listedeki yedi ülkenin vatandaşı olan bir kişi bile ABD’de bir terör olayına karışmamış. Öyleyse listedeki yedi ülke neye göre seçildi acaba? Bu soru (ister istemez) insanı şu yanıta yönlendiriyor: Suudi Arabistan, Mısır ve Emirliklerde Trump’un çok önemli yatırımları var. Tersine, listedeki yedi ülkenin hiçbirinde Trump’ın hiçbir yatırımı yok. “Ben iş dünyasından tamamen elimi çektim. Tüm yönetimi oğullarıma bıraktım. Dolayısıyla ‘malî çıkarlarımla görevim arasında çıkar çatışması’ diye bir şey söz konusu olamaz” diyen Trump’ın bu sözlerine kuşkuyla yaklaşmak doğal değil mi şimdi?

Toplamda 135 milyon kişiyi kapsayan ve imzalandığı saatten itibaren uygulamaya hemen konan bu emir, vizelerini haftalar hattâ aylar önce alıp da 28 Ocakta ABD’e doğru yola çıkan bu yedi ülke vatandaşı yolcuların, ya kalkış noktası hava alanlarında geri çevrilmelerine, ya da ABD’deki hava limanlarına indiklerinde ABD’e sokulmayıp geldikleri ülkelere geri gönderilmelerine yol açmıştır. Neticede epey kargaşa ve beşerî ıstırap yaşanmış; bir araya gelmek üzere olan ailelerin birleşmesi engellenmiş ve Trump’ın bu tasarrufu, birçok lider ve politik yorumcu tarafından “yanlış” “acemice ve düşünülmeden uygulamaya konulmuş” “utanç verici”, ve de “250 yıllık Amerikan geleneğine taban-tabana zıt” gibi kelimelerle nitelendirilmiştir. Ne de olsa, New York Limanına yaklaşan her gemiyi son 150 yıldır Ellis Adası üzerinde yükselen ünlü “Özgürlük Heykeli” ve üzerindeki tablette Emma Lazarus’un şu mısraları karşılar :

Muazzam ve güçlü bir kadın, Elinde bir meşale…

Adı da sürgüne gidenlerin Anası

Tuttuğu meşaleye hapsettiği yıldırım,bir davetiye ışıl ışıl… Diyor ki:

“Verin bana fakirlerinizi yorgun düşmüş olanlarınızı

Birbirlerine sarılmış ısınmaya çalışan kitlelerinizi,

Özgür özgür nefes alabilmeyi özlemiş olanları…

Bana gönderin yurtsuzları, evsizleri… savaşların, fırtınaların savurduklarını…(2)

Gun Free Zones yasasını (Okullarda Silahtan Arındırılmış Alan Yasasını) iptal edecek. Yani öğrenciler, ortaokul ve liselere bundan böyle silah sokabilecek. Raison d’aitre’si: Katliam yapmaya gelen manyak saldırganlara karşı korumasız kalmasınlar mış! Kendilerini koruyabilmeleri için sıradan öğrencileri silahlandırmak sosyopat saldırganları caydırmak için en iyi bir yöntemmiş! (Hay Allah sana akıl versin! Ama vermemiş; bu saatten sonra da vermez!) O tipler, sürpriz baskın yaparlar ve ellerinde tam otomatik makineli tüfekler ve saldırı silahları olur. Hazırlıklı gelirler: bu silahlarla egzersizler yapmışlardır. O kadar üstün ateş gücüne karşı altı ya da sekiz el ateş edebilen alelade tabancalarla mı karşı duracak o küçük tecrübesiz çocuklar?

EKONOMİ POLİTİKALARI

Başkanlık yarışı sırasında Trump, hem Hillary Clinton’ı hem de Cumhuriyetçi Başkan adaylarından Ted Cruz’u güçlü finans kuruluşu Goldman Sachs ile çok yakın ilişkiler içinde olmakla suçlamış ve defalarca “Goldman Sachs, Hillary’nin de Ted’in de sahibidir! Bu ikisi de, efendilerine biat etmek zorundadır. Bu ikisi de Goldman Sachs’in çıkarlarına uygun davranmak zorundadır. Ama Trump, ne Goldman Sachs’e ne de Wall Streetde olsun reel sektör de olsun hiçbir holdinge bağımlı değildir; borçlu değildir. Özgürdür, bağımsızdır!” şeklinde bağırıp çağırdıktan sonra, son iki üç hafta içinde, kabinesine, Treasury Secretary (Hazine Bakanı) olarak Mr. Mnuchin (3) dahil olmak üzere, Goldman Sachs’la ve başka bazı Finans Devleriyle daha bile sıkı ilişkileri olan tam altı kişiyi birden bakan adayı olarak göstermiştir.

Politik arenada sesini duyuramayan düşük gelir ve güç düzeylerine sahip, dışlanmış kitlelerin hamisi pozlarına bürünüp, sosyal-politik gücü Washington’daki politik ve elitlerden alıp bu “disenfrenchased” kitlelere kaydıracağına dair sözler verdikten ve “Bizim zaferimiz Demokrat Partiye karşı değil, demokrat olsun cumhuriyetçi olsun, sizi sömürmüş ve sesinize kulak tıkamış olan Washington’daki tüm yerleşik elitlere karşıdır! Bugünden sonra politik gücü onların elinden alıp doğrudan-doğruya sizlere teslim ediyorum!” şeklinde cazip, popülist sloganlar attıktan sonra, kısa bir süre öncesine dek Exxon-Mobil’in CEO’su olarak görev yapmış olan  Tillerman’ı Dışişleri Bakanı olarak, toplamda yarım düzine kadar multi-milyoner ve multi-milyarderi bakan adayı olarak göstermiş ve bunların Kongreden onay alması için uğraşmıştır. Doğrusu böyle bir süper-zenginler kadrosunun, büyük çoğunluğu lise öğreniminden öteye geçememiş ve vasıfsız işçi olarak çalışabilmenin ötesinde bir istihdam olanağını gerçekçi olarak umut edemeyecek bir sosyal konumda olan ezilip dışlanmış o kitlelerin yaşam tecrübesini ve durumunu algılamak, anlamak ve düzeltmeye çalışmakla ilgileneceklerini hiç sanmıyorum.

Donald Trump, uluslararası ilişkiler alanındaki acemice tutumları ve doğru dürüst düşünmeden yaptığı beyanlar şimdiden ABD'ye zarar vermeye başladı.  ABD’nin çıkarlarını çiğneyen “fecaat” Serbest Ticaret Bölgesi (Free Trade Zone=FTZ) anlaşması diye nitelendirdiği iki antlaşmayı iptal etti çünkü  NAFTA anlaşmasını iptal edip, Meksika ve Kanada’yla ikili ticaret antlaşmaları yapmak istiyor. Bu anlaşmayı bağlayabilmek için başkanlığının ikinci haftasında Meksika Cumhurbaşkanı Peneãta ile Washington D.C.’de buluşacaktı; örmek istediği duvarın yanı sıra gündemde bu vardı. Ama o kadar rencide edici bir tavır takındı ki, Peneãta bu ziyareti iptal etmek zorunda kaldı.

Trump eğer Başkan seçilirse, 12 pasifik ülkesiyle Serbest Ticaret Bölgesi kurmaya yönelik TPP (“Trans Pasifik Partnership”) anlaşmasından hemen çekileceğini beyan etmişti. Nitekim hiç beklemedi: 23 Ocak Pazartesi günü Türkiye saatiyle 20 sularında bir imza atıp, TPP antlaşmasını doğmadan tarihe gömüverdi. Şimdi o 12 Pasifik ülkesiyle, ikili ticaret antlaşmaları için ayrı ayrı görüşmesi gerekecek. Bu meşakkatli ve uzun bir süreç; ama bir yandan “Herşeyden önce Amerika ve Amerika’nın çıkarları!” sloganına uyan bir uygulama addedilebilir. Çünkü ekonomisinin devasa büyüklüğü sayesinde, (Çin haricindeki) diğer 11 Pasifik ülkesine karşı, ikili ticaret antlaşmaları yapmak için ABD pazarlık masasına göreli ağırlık ve avantaja sahip olarak oturacaktır ve bu nedenle ABD’nin çıkarlarına uygun olacağı savunulabilir.

Ama öte yandan TPP’den çekilmek, 2.5 milyar nüfuslu ve dünya üretiminin yüzde 40’ını üreten Pasifik Havzasını ekonomik (ve bir dereceye dek politik boyutlarda) Çin’in etki ve hakimiyet alanına terk etmek demektir. Obama ve Hillary bunu da düşünerek TPP’i imzalamak istemişti. Kaldı ki TPP basit bir serbest ticaret bölgesi  antlaşması değildi: İşçilerin sendika hakları, çocukların istihdamının yasaklaması, çevresel duyarlılıkla ilgili kurallar ve benzeri denetimler içeren bir antlaşmaydı ve bu boyutlarda ilerici ve özgündü. Ama Trump çok basit, tek boyutlu düşünen ve entelektüel derinlikten yoksun bir adam. Anlaşılan bunlara hiç değer vermiyor.

ÇİN'LE TİCARET SAVAŞIYLA KÜRESEL RESESYONU TETİKLEYEBİLİR 

ABD Çinle yaptığı ticarette yılda 600 küsur milyar dolarlık dış ticaret açığı verdiği için, Trump, “Çin’den ithal ettiğimiz mallara %35 ithal vergisi koyacağım” deyip duruyor. Bu, durumda Çin karşılık verme zorunda kalacaktır ve bu bir ticaret savaşı başlatabilir. ABD’nin büyükçe Dış Ticaret Açığı verdiği Japonya ve Almanya gibi başka ülkelere de Trump aynı önlemi uygulamaya kalkarsa, söz konusu ticaret savaşı global çapta oluşabilir ki, bu durumda Dünya Ticaret Hacminde büyük düşüşler oluşur ve ABD dahil tüm ülkeler zarar görür: ABD başta olmak üzere tüm ülkeler Trump böyle politikalar izlemese elde etmiş olacakları büyüme oranlarının çok altında büyürler. Hattâ global bir resesyon tetiklenebilir.

Neticede gümrük vergilerini yükseltmek gibi basit ve kaba bir aleti devreye sokmak, “Önce Amerika!” ve “Önce Amerika’nın çıkarları!” sloganlarının içeriğine ne denli hizmet edebilir, bunu iyi düşünmesi gerekirdi. Fazlasıyla kocaman bir egoya sahip; takdir edilmeye, beğenilmeye, alkışlanmaya fazlasıyla düşkün; eleştiriye karşı, saldırgan davranışlar sergileyecek derecede toleransı düşük; güç ve kontrol düşkünü; etraflıca düşünmeden tweet atan, entelektüel açıdan az-gelişmiş, “ego-manyak” diye nitelendirilebilecek derecede “ben merkezli” bu kişilik, popülist, milliyetçi ve “proctectionist” (korumacı) politikalar uygulayacak ve birçok ülkeyle ABD’nin arasını bozacaktır.

Nitekim başkanlığının ilk haftası dolarken, Trump, Çin ve İran ile gerginlikler yaratmakla kalmamış, NATO için “terörizmin kökünü kazıyamadı; bu da NATO’nun artık işlevini kaybetmiş ve bir işe yaramaz hale gelmiş olduğunun kanıtıdır,” gibisinden aptalca bir tweet atarak NATO müttefikleri nezdinde büyük prestij kaybına uğramakla yetinmemiş, 25-26 Ocak günü de bunlara utanç verici bir diplomatik beceriksizlik (blunder) örneği daha eklemiştir: 25 Ocak akşamı Meksika sınırı boyunca o çirkin duvarın inşası için ”executive order” imzaladıktan sonra, biz kendi paramızla yapmaya başlıyoruz, ama Meksika bu duvarın parasını ödeyecektir biçiminde bir beyanat vermiştir.

Meksika Cumhurbaşkanı, Enrique Peneãto, Meksika’nın duvara karşı olduğunu, ama ABD’nin sınır boyunca bir duvar örmesini engelleyemeyeceklerini; ama bu duvarın parasını da Meksika’nın ödemeyeceğini beyan edince, Trump, 26 Ocak Perşembe günü “Meksika’dan yaptığımız ithalata bundan böyle %20 ithalat vergisi uyguluyorum” diye tweet atarak Meksika’yı ödemeye nasıl mecbur edeceğini merak edenleri hemen aydınlatmış (!); bununla da iktifa etmeyip, sanki “ya bana biat edersin, ya da, iyisi mi sen gelecek hafta gelme buraya!” dermişçesine, “Eğer Başkan Nieto duvarın maliyetine katılmaya prensipte karşıysa, gelecek hafta yapacağımız toplantıdan herhangi bir olumlu netice almamız mümkün görünmemektedir,” diye bir tweet atmış ve Başkanı Peneãta’ya buluşmayı iptal etmekten başka çare bırakmamıştır. Trump, o kadar avam, o kadar diplomatik teamüllerden bihaber, o kadar cahil ki, tweet atıp aklına ne eserse yazarak diplomasi yapabileceğini sanmaktadır. 140 karakterle sınırlı tweetlerle diploması yapılamaz; mümkün değildir.

Konuda bilgelikle konuşan deneyimli Meksika asıllı bir Amerikalı diplomat, Trump’ın bu davranışının Çin’den sonra ABD’nin Meksika’yla da bir ticaret savaşı başlatmak üzere olduğuna; bunun, ihracatının %80’ini ABD ile yapan Meksika için çok yaralayıcı bir durum olmasına işaret ettikten sonra özetle şunları söylemiştir:

“Ama daha bile kötüsü, Trump, bu tutum ve davranışlarını sürdürdüğü takdirde, sonuç şu olacaktır: Zaten Meksikalılar nezdinde pek de sevimli addedilmeyen ABD, Trump’ın kampanya dönemi boyunca ABD’e göçmüş Meksikalılar için “silah ve uyuşturucu ticareti yapan ve kız ve kadınların ırzına geçen milyonlarca ‘bad dudes’ ” gibi sözlerle Meksikalıları iyice rencide etmiş olan Trump, bir de bu tür empatiden yoksun, hattâ saldırgan politika ve tutumlar sergilemeye devam ederse, Meksika’da, Amerikan aleyhtarı ve hattâ Amerikan düşmanı popülist bir liderin yakın bir gelecekte iktidarı ele geçirmesine yol açabilir. Bunun ABD çıkarları açısından olumlu hiçbir yanı olmayacaktır.”

Kendine oy vermiş olan bu dışlanmış ve ezik kitlenin iktisadi çıkarları için yapması gereken iki önemli ve somut şey var:

Kampanya boyunca söz verdiği gibi, bunlara iyi ücret ödeyecek endüstri ve imalat sektöründe hızlıca yeni iş sahaları yaratacak politikalar oluşturmak. Oysa yukarıda değindiğimiz politikaları ve uygulamaları bunun tersini yaratacak.Bu insanların gelir vergilerini çok büyük oranlarda düşürmek…

Oysa Trump böyle bir şey öneriyor mu? Hayır. Bunun yerine şirketlerin vergi öncesi gelirlerine uygulanan vergi oranlarını çok önemli ölçüde düşürmeyi öneriyor. 23 Ocak Pazartesi öğleden sonra bu bağlamda daha da net ve radikal bir önermeyi dile getirdi Mr. Trump. ABD şirketlerine çağrı yaparak dedi ki: “Yabancı ülkelerde değil, ABD’de Amerikalı istihdam ederek üretim yapan şirketlerin vergi oranları sıfır olacak.”(4)

OBAMA'NIN İMZALADIĞI HER ŞEYİ YIRTMAK İSTİYOR

Bunda çok kararlı görünüyor. Nitekim 19 Ocak’ta Başkanlık yeminini edip boş büyük laflar ve polemiklerle dolu konuşmasını yaptıktan sonra, akşam üzeri (gece boyu sürecek kutlama partileri ve balolara gitmeden önce) alelacele Başkanlık koltuğuna oturup, 20 küsur milyon sigortasız fakir Amerikalıyı ceplerine uygun primler ödeyerek sağlık sigortası kapsamına alan ve kısaca Obama-Care diye anılan yasayı lağvetme istikametinde bir Executive Order’a imzasını atıverdi. Bu onun Başkan olarak ilk eylemiydi. Oysa Obama-Care diye adlandırılan yasa ile sağlık sigortası kapsamına alınan 20-25 milyon düşük-gelirli-Amerikalı, Trump’a oy veren, dışlanmış kitle’nin en az dörtte birini teşkil ediyordu.

Bu 20-25 milyon insan, Trump’ın “Sizin sesinizi dinlemek istemediler, sizi kale almadılar, adam yerine koymadılar, önemsemediler, dışladılar; bense sizi önemsiyorum; gücü politik elitlerden alıp doğrudan size veriyorum!” diyerek tavladığı, önemsenmemiş, dışlanmış, yüz küsur milyonluk kitlenin dörtte yaklaşık dörtte birlik bir kısmıdır… Obama Care sigortasını bir imzayla alelacele iğdiş edilme sürecine sokmak, kendisine destek vermiş olan kitlenin bu önemli kısmına somut eylem düzeyinde ihanet etmek olmuyor mu? Oluyor. Trump’ın umurunda mı? Değil. Bu bağlamda umurunda olan, Obama’nın bıraktığı mirası silmek, yok etmek. Obama Care Yasasını, Paris antlaşmasını, İran’la yapılan Nükleer Güç antlaşmasını, hepsini hepsini yırtıp atmak istiyor. Obama İyi, insancıl, sağduyulu olarak nitelendirilebilecek ne miras bıraktıysa, Trump hepsini yok etmek istiyor. Sanıyorum bir tür kompleksin, patolojik ve biraz da sosyopatik bir tür kıskançlığın yansıması bu…

ÖNCELİĞİ KİŞİSEL SERVETİ

200 yıllık Başkanlık geleneği çiğneyip, kişisel Vergi Matrah Beyanlarını ve Ödemelerini (“tax return”lerini) kamuya açıklamayı reddetti. Ama federal gelir vergilerini toplamak ve kaçak var mı yok mu diye incelemekle görevli olan, vergi kaçırma olgusu tespit ettiğinde bunun bedelini ağır ödettiği için mükelleflerin çok korktuğu Federal Vergiler Dairesi, (Internal Revenue Service) Trump’ın yaklaşık 6 milyar dolarlık imparatorluğunun (5) son 10 yılda corporate profit tax olarak tek bir kuruş ödememiş olduğunu açıkladı. Madem onca korkuluyor, nasıl olmuş da Trump onca yıl boyunca onca vergi kaçırmaya cesaret etmiş diye soracak olursanız, aşağıda Dip Not 4'ü okuyunuz…6

Geleneği çiğnemek bir yana, Trump, Anayasa’da yer alan bir yükümlülüğü yerine getirmemekte direniyor: Bu yasa maddesine göre, bir başkan veya bir bakan, tüm mal varlığını beyan etmek ve görevini deruhte ettiğinde, (eğer varsa) sahibi olduğu tüm şirket ve/veya holdinglerin yönetiminden tamamen çekilmek zorundadır. Anayasanın söz konusu maddesinde spesifik olarak adı geçmemekle birlikte, bu konuda yerleşmiş 180 yıllık teamül, tüm şirketlerin bir “Kör Kayyum”a (Blind Turst’a) teslim etmek yönündedir ve hiçbir başkan bu teamülü ihlâl etmemiştir. Ama Trump, varlıklarını ‘Kör Kayyum’a teslim etmeyi reddetmekte; “Ben bunların yönetiminden tamamen çekiliyor, tüm yönetimi oğullarıma bırakıyorum; bence bu yeterlidir,” demektedir. Bu diretmesinin impeachable bir suç (yani, kongre’nin kararıyla Başkanlıktan azledilmeye neden olabilecek bir suç) olduğu iddia edilebilir. Nitekim, “Citizens for Responsibility and Ethics in Washington (7)  (Federal Hükümette Sorumluluk ve Etik Denetim Kuruluşu) işte bu meyanda Trump aleyhine 23 Ocak 2017 Pazartesi bir dava açmıştır. Bakalım bir netice alabilecekler mi?

GEREKSİZ BİR 3 MİLYON OY POLEMİĞİ

Makalenin başında de değindiğimiz gibi Trump seçimi, Electoral College’da eyalet delegelerinden alması gereken minimum 270’ten 34 fazla oyla (yani açık sayılabilecek bir farkla) kazanmışsa da, ABD bütünündeki “popüler oy” hesabında Hillary Clinton’ın 3 milyon oy gerisinde kalmıştı. Fakat buna dayanarak Başkanlığının geçersiz olduğunu, hele hele yasal olmadığını iddia eden bir medya kişiliği, ya da yorumcu çıkmadı. Gene de, anlaşılan, popüler oyda 3 milyon geri kalmış olmayı o patolojik aşırılıktaki yalan-gururuna yediremeyen Trump, Başkanlığının dördüncü günü başladı saça sapan tweetler atmaya: Neymiş efendim? “Aslında, Hillary’den 3 milyon daha az oy almamış (mış!). Tam tersi popüler oyda da aslında öndeymiş” (miş!). “Çünkü, efendim, ABD vatandaşlığına henüz geçmemiş dolayısıyla oyları yasal olmayan 3 milyondan fazla (çoğu Meksikalı) “yabancı” kendine karşı oy kullanmış” mış mış da mış mış..! Elinde deliller varmış.

“E neymiş bu deliller açıklar mısın?”

“Açıklarım da, şimdi olmaz sonra açıklayabilirim. Ama sağlam deliller var.”

“Ne malum?”

“Ben ABD Cumhurbaşkanıyım. Herhalde yalan söyleyecek değilim!”

Sorun da bu ya. Hem ABD Başkanısın hem de inanılır gibi değilsin! Kazanmışsın işte! Kimse de seçim zaferini sorgulamıyor; tartışılabilir olduğunu falan îma etmiyor. Eh? Deli misin nesin, be adam? Bu konuyu ne diye deşip duruyorsun?

MEDYAYA SAVAŞ İLANI VE "FAKE NEWS" POLEMİĞİ 

3 Milyon popüler oy konusunda da birçok başka konuda da Medya’nın en saygın ve en büyük kuruluşlarıyla yok yere kavgaya tutuşmuş; o kuruluşlarda hizmet veren saygıdeğer, bilgili, tecrübeli muhabir ve yorumcularına çekinmeden hakaret ederek, “aralarında iyi olanlar var; ama dürüstlükten en uzak, en yalancı ve en şerefsizlerin en yoğun olduğu başka bir kurum yok ABD’de!” diyebilmiştir. Başkanlığının ilk haftasında yaptığı ve soru/cevap bölümü de içeren ilk basın toplantısında CNN’nin Beyaz Saray muhabirine söz vermeyi reddederek, herkesin önünde onu “Hayır sana söz vermiyorum; çünkü sen; rezil, yalancı ve berbat bir yayın kurumunu temsil ediyorsun!” diye terbiyesizleşen ve sonra özür de dilemeye gerek duymayan bu utanmaz egomanyak, Başkanlık koltuğuna oturmasının ikinci günü CIA çalışanları önünde yaptığı bir konuşmada, hiç yeri gelmemişken, damdan düşer gibi “Biliyorsunuz ben medya ile Savaş halindeyim!” demiştir. Medyaya böylece açık açık savaş ilan etmesinin akabinde, bir hafta boyunca medyayı “fake news” (uydurma haberler) yayınlamakla ve kendine karşı yalan haberler (fake news) üretmekle suçlayıp durmuştur. Bu arada, “popüler oyda 3 milyon geride kalmadım ben, tam tersi 3 milyondan fazla yasa dışı oy bana karşı kullanıldı” şeklinde kendisi ve destekçileri tarafından yayılan “uyduruk haberler” ve sabuklamalarla bir yandan medyada enformasyon kirliliği yaratmış, bir yandan da gündemi saptırmıştır.

Ve en son ve bu bağlamda en şok edici söylemi: “Mainline (8) Medya Amerikan Halkının düşmanıdır!” (CNN International 17.02.2017) Bir ABD Cumhurbaşkanı bunu nasıl diyebildi? Adam deli mi ne? Yeni seçilmiş bir Başkan, medyayla ne diye kavgaya tutuşur ki? Bunun sağlıklı bir mantığı olabilir mi? Ben bu gibi davranış ve söylemlerin ardında sağlıklı bir mantık ya da, sinsice de olsa, çıkara yönelik de olsa, rasyonel bir davranış tespit edemiyorum. Bunlar; psikiyatrik çözümlemelere muhtaç dengesiz bir zihnin abuklama ve sabuklamalarından (delusions) kaynaklanıyor… Kusura bakmasın ama bence bu adam, ciddi bir psikiyatrik tedavi sürecinden geçmeli…

'WATERBOARDING SONUÇ VERİYOR, KARŞI DEĞİLİM'

Trump'ın hasta olduğuna kanıt mı istiyorsunuz bakın nasıl bir tweet atıyor : “Water Boarding” (“Su tahtası”, bir işkence yöntemi) gayet iyi sonuçlar veriyor. Karşı değilim.” Bu beyanı, (bildiğim kadarıyla maalesef Türkiye hariç) başta tüm NATO müttefikleri liderleri ya da üst düzey yetkilileri olmak üzere, tüm dünyada tepkilerle karşılanmıştır. İşkence konusundaki fikirleri; diktatörlük özlemi çeken bir az gelişmiş ülke liderini anımsatan Mr. Trump, bu fikirlerini haklı çıkarmak için, “Eğer sadece tek bir Amerikan vatandaşının bile yaşamını kurtarmaya yarıyorsa, su tahtası uygulamasına da benzeri diğer bazı başka işkence yöntemlerine de nasıl karşı çıkarım ki? Çıkmam, çıkamam!” diye düşünüyor. Bu adamda hiç mi sağduyu yok? Bu gibi söylemler ve tutumlarla mı ABD’e yeniden saygınlığını kazandıracağını sanıyor?

Todd-Frank Yasasındaki kritik maddelerin iptal edilmesine yol açmak üzere attığı imzanın mürekkebi daha kurumadan, Trump, Başkanlığının sekizinci gününde, ortalığı darmadağın eden ve (o denli önemli olmasına rağmen) Todd-Frank’a ilişkin “İdarî Emri” tamamen gündem dışı bırakan bir imza daha attı.

28 Ocak Cumartesi günü attığı bu imzayla, Trump, Halkı büyük çoğunlukla Müslüman olan yedi ülke (İran, Irak, Libya, Yemen, Suriye, Sudan ve Somali) vatandaşlarının tümünü, daha önce alınmış veya onanmış giriş vizeleri olsa bile üç ay müddetle, ABD’e girişini men etti. Keza ABD’nin sığınmacı programını 4 ay boyunca dondurup askıya aldı.

Bu imzalar ABD’eki ve tüm dünyadaki uluslararası hava alanlarında kaos yaşattı. Çünkü “emir” kayıtsız-şartsız bir yasak getiriyordu. Haftalar hatta aylarca önce işlemlerini tamamlayıp ABD konsoloslularından vizelerini almış olan binlerce insan, bu imza üzerine, ya uçaklarının kalktığı hava alanlarında uçağa bindirilmiyor, ya da binip ABD’ne uçtuklarında görevli memurlar tarafından geri gönderiliyor ya da ABD’e sokulmayıp hava alanında mahsur kalıyordu. On binler protesto etmeye başladı. Bazı yerlerde Federal Yargıçlar Başkanlık Emrini iptal ettiler ama bu yargı kararları sadece o ilçelere veya bölgelerle sınırlıydı; ABD’nin diğer yerlerinde hükmü yoktu. 29 Ocak Pazar günü on-binlerin protestosu ABD dışına taştı: Tüm büyükçe Avrupa hava limanlarında binlerce insan protesto ediyordu ve kargaşa vardı. Öyle ki, vizesi olanlar, hatta green card sahipleri bile ne yapacaklarını bilemiyordu: Çünkü Trump’ı destekleyenlere göre bunlar bile yasak kapsamındaydı; ama bazı hava alanındaki yetkililer, kendi inisiyatiflerini kullanarak geçerli vize ve green card sahiplerinin girmesine izin vermeye başlamıştı.

30 Ocak Pazartesi günü Washington Eyaleti Başsavcısı; Washington’daki ‘Federal Bölge Mahkemesi’nde Trump’ın ABD’e Giriş Yasağı Emrine karşı dava açtı. Federal yargıç, başsavcının isteği doğrultusunda karar verip Trump Giriş Yasağının, Anayasının bazı maddelerini ihlal etmesi nedeniyle iptal ettiğini ve verdiği bu iptal kararının sadece Washington Eyaletini değil, tüm ABD’ni kapsadığını ilan etti. Washington’daki Federal Bölge Mahkemesinin bu kararı anında ABD çapında uygulamaya kondu ve ABD’e girişler Başkanlık emrinin böylece askıya alınmasıyla serbestiye kavuştu.

Beyaz Saray iki gün kadar sessiz kaldı. 31 Ocak Salı günü, Trump’ın Adalet Bakanlığı 25 sayfalık bir dilekçeyle temyiz mahkemesine başvurdu. Ama ertesi gün (1 Şubat Çarşamba günü) temyiz mahkemesinin yargıcı, “temyiz süreci” tamamlanıp karar kesinleşinceye dek Washington Eyaleti’ndeki Federal Bölge Yargıcının verdiği Giriş Yasağı İptal Kararının geçerliliğini koruyacağını ilan edip, Trump aleyhine karar verdi. ABD’de daha önce görülmemiş bir biçimde yürütme ve yargı arasında bir tür “itiş-kakış” bir tür “mücadele” başlamıştı. Gerçi Girişi yasağı emri’nin Anayasaya aykırı olan boyutları da vardı; anayasaya uygun yanları da… Hukukî sistem kurallarına uygun çalışıp adım adım gidilecekti ve bu zaman alacaktı. Bu arada Trump her zamanki gibi tweetler atmaya başladı ve kendisine karşı çıkan yargıçlara saldırdı:

“Liberal yargıçlar kötü kararlar veriyorlar. Kapıları açıverdiler ve bir sürü kötü insan aralanmış kapılardan akın-akın Amerika’ya giriyor. Yarın öbür gün, üzücü olaylar olur da teröre kayıplar verirsek, vebali Washington’daki o liberal Federal Yargıcın boynunadır,” falan filan… Üslup, ABD Cumhurbaşkanına yakışmayacak ölçüde basit, uygunsuz ve avamdı; üstelik bu söylediklerinin gerçeklerle alâkası pek yoktu. Gerçek ve rakamlar şunu söylüyordu: Son 3 yılda listedeki yedi ülkenin pasaportunu taşıyan 380,000 kişi ABD’e her tür vizeyle giriş yapmış ve hiçbiri hiçbir terör eylemine bulaşmamıştı. Şimdi bir hafta içinde mi bir sürü “kötü adam(!)” ABD’e doluverip Radikal İslamî terör eylemleri düzenleyecekti? Trump buna inanıyorsa ve gerçeklerle ilişkisi tamamen kopmuştu ve paranoyaktı. Yok eğer realiteden kopmamışsa, böyle yazarak polemik yapıyor ve halkı manipüle edip kandırmaya çalışıyordu.

Bütün bu hagrür arasında ABD’deki düzene ve halkın tutumuna ilişkin iki çok olumlu gelişme ortaya çıktı:

BAĞIMSIZ YARGININ ZAFERİ

Birinci olarak, ABD’de kuvvetler ayrımı gerekten ve özgür bir biçimde çalışıyor. Bir Federal Bölge Federal Yargıcının Başkanlık Emrini ABD çapında iptal etme yetkisinin olması ve bu yetkiyi hiç çekinmeden kullanması etkileyici. Bir düşünün: Türkiye’de veya bir Orta Doğu veya Güney Doğu Asya veya Latin Amerika’daki ‘yarım-yamalak“ ya da ‘çeyrek-demokrasiler’de böyle bir şey olabilir mi? Oradaki “strong man” o yargıca neler, neler yapmaz? Elinden gelse Trump da yapardı sanırım ama, ABD Yargının bağımsızlık geleneği sağlam. Trump, o saldırgan üslubunu baskılayıp, adeta özür dilercesine, kırık ve yumuşak bir tonla, “Ben hiçbir mahkeme veya yargıcı önyargılı davrandığını söyleyemem” dedi demesine de, hemen ardından da kendini tutamayıp devam etti: “Ama yargıçlar da yanlı davranıyor izlenimi veriyorlar.” Hemen ardından daha da ileri gidip, alay ya da küçümsemeye kadar uzanan şu cümleyi dile getirdi: “Bakın: bu ABD’e Giriş Yasağı Emrimi niçin verdiğim açık ve çok basit: Orta zekalı bir Lise Öğrencisi bile anlar. Ama Federal Yargıçlar anlamazlıktan geliyorlar!” Bunun tercümesi şu: “Normal zekalı bir lise öğrencisi bile bu Giriş Yasağı Emrimle ne yapmak istediğimi anlar ama bu liberal yargıçlar anlayamıyorlar!”… Îması da şu: Bunların, yani bu yargıçların bir lise öğrencisi kadar bile zekâları ve anlama yetenekler yok!

Yetmezmiş gibi Washington Eyaleti Federal Yargıcını da “sözde yargıç” diyerek aşağılamaktan utanmadı. Ama böyle terbiyesizce söylenip, federal yargıçlara üstü kapalı (ya da açık açık) hakaret etmenin ötesinde bir şey yapamadı. Elinden gelse yapardı, ama öyle bir gücü yok: çünkü ABD’de yargı erki, 240 yıllık geleneğin bahşettiği güçlü bir dokunulmazlığa sahip ve gerçekten bağımsız. Trump ve şürekası da, mecburen yasal yollar içinde kalıp, Washington Eyaleti’ndeki Federal yargıcın Trump Giriş Yasağı Emrini tüm ABD çapında geçersiz kılan kararını ‘temyiz Mahkemesi’ne taşıdı: Washington’daki Eyaleti’ndeki Federal yargıcın Giriş Yasağını “geçersiz” kılan kararını iptaline karar verebileceği umuduyla 9.Temyiz Mahkemesi’ne (“9. Circuit Court of Appeals) müracaat etti. Ama sukut-u hayale uğradı.

Söz konusu “9. Temyiz Mahkemesi”, karar verinceye dek Washington Eyaleti’ndeki Federal Yargıcının vermiş olduğu iptal kararının geçerliliğini koruyacağını 1 Şubat Çarşamba günü ilan etmişti. Trump, ikinci ve daha büyük tokadı, 9 Şubat Perşembe günü yedi: 9. Temyiz” mahkemesi 29 sayfalık gerekçeli kararıyla Başkanın ABD’e Giriş Yasağının İptali doğrultusunda karar verdi – hem de Oybirliğiyle (3-0)…

Yasal açıdan 2-1 ile 3-0’lık kararlar arasında bir fark yoktu ama politik açıdan 3-0’lık kararın anlamı çok büyüktü. Çünkü Trump aleyhine bu net ve kesin kararı veren 3 Hakim’den sadece biri Obama döneminde, diğer ikisi ise muhafazakâr Cumhuriyetçi Başkan George Bush döneminde atanmışlardı ve o ikisi kesinlikle “liberal” ya da “Demokratik Parti yanlısı değildiler. Dolayısıyla Trump bu durumda “Yargıçların verdikleri bu karar politiktir, yanlıdır” falan diyemezdi. Zor durumda; çünkü şimdi yapabileceği iki şey var; ikisi de işine gelmiyor:

Trump'ın atabileceği ilk adım,  Giriş Yasağı Emrini geri çekip, yargıçların “Anayasa’ya aykırı buldukları unsurları, özellikle büyük popülasyonları din ya da etnik kimlik boyutunda süpüren yelpaze tanımlara dayanarak “yasak” kapsamına alan ifadeleri çıkarıp, yerine spesifik ve iyi tanımlanmış nitelemeler getirmek; daha önceleri incelenip onaylanmış giriş vizeleri, “green card”ları, ve sair geçerli belgeleri olan kişileri “giriş yasağı” haricinde tutmak gibi düzeltmeler yaparak yeniden yazıp, yeniden imzalamak… Bunu yaparsa geri adım atmış olacak ve prestij kaybedecektir. Üstelik vakit alacak; gene de tartışmalara yol açacaktır. Pek işine gelmez.

Trump'ın ikinci  seçeneği ise Millî güvenliğe ilişkin olarak imzalamış olduğu idari emrin, anayasaya aykırı olmadığını, çünkü millî güvenliğe ilişkin hususlarda değerlendirme ve eylem yetkisinin “yürütme erkinde” (“executive branch’te) ve bu erkin başı olarak da bizzat kendisinde olduğu gibi iddialarla, konuyu bir üst seviyeye, Anayasa Mahkemesine götürmek. Trump bu ikinci yolu da seçmek istemeyecektir, çünkü şu anda Anayasa Mahkemesi politik olarak 4’e 4 bölünmüş durumdadır. 4 oya karşı 4 oy çıkma olasılığı çok yüksektir; bu da Trump için hezimet demektir. Çünkü beraberlik durumunda son temyiz mahkesinin vermiş olduğu karar geçerli sayılır. O kararı da 9 Şubat Perşembe günü “9. Circuit Court” Oybirliği ile verdi: Trump ’ın giriş yasağı geçersizdir.

Özetle Trump, ilk politik hezimetiyle karşı karşıya kalmıştır. Başkanlığının 3. Haftasında yukarıdaki seçeneklerden ilkini tercih etti. Ve imzalamış olduğu İdarî emrini geri çekti ve yepyeni bir emir hazırlayıp yakında imzalayacağını ilan etti. Buna rağmen 16 Şubat’taki basın toplantısında, Enkaz Devraldık edebiyatına başvurduktan sonra, “ama benim yönetimim her şey iyi kalibre edilmiş bir makine gibi tıkır tıkır işlemektedir ve hiçbir sorun çıkmamıştır,” dedi. “Ya ‘Gitriş yasağı emriniz’le ilgili çıkan onca sorun? Onlar da mı yönetiminizdeki her şeyin kusursuz işlediğine ait bir örnek?” Trump’ın bu soruya yanıtı, ilk önce, bu soru üzerine toplantıya katılan muhabirler arasından yükselen mırıltılara karşı “Kesin sesinizi!” diye terbiyesizce bir azar, ardında şu oldu: “Susun da dinleyin: Evet orada da sorun yoktu. Oradaki tek sorun hakimlerin kötü kararlarıydı. Bunun haricinde hiçbir sorun yoktu. O kadar.” Bu sözler bu zat’ın kesinlikle mental sorunlarını olduğunu gösteriyor.

Trump'ın bütün bu sorunlu kararlarından sonra ABD Hava Limanlarındaki spontane gösteriler ve protestolar duygulandırıcıydı. Washington’daki yargıcın Yasağın İptali kararının ardından, açılan kapılardan ABD’e akan Müslüman kadınları, çocukları, erkekleri, aileleri, giriş Vize yasağının ardından kapılarında yüzlerce, binlerce beyaz, ellerinde, “Sizi seviyoruz!” “Amerika’ya hoş geldiniz!” “Yüreğimiz ve dualarımız sizinle!” “Biz de, hepimiz, 3-5 göbek önce göçmendik!” “Bu ülke dünyanın her yerinden gelen göçmenlerin eseridir! Siz de hoş geldiniz!” “Amerika’yı sizin gibi göçmenler büyük yaptılar” türünden yazıtlarla dolu pankartlarla karşıladılar; pankartların çoğunluğunun üstünde, veya bir kenarında bir yürek şekli çizilip pembeye boyanmıştı. Ne bileyim, onca Radikal İslamî Terör ve anti-İslamî polemiğe rağmen, Amerikan halkının bu tür önyargıdan arî davranışı, duygulandırıyor ve umut yaratıyor.

BANKALARI DENETLEYEN YASANIN İPTALİ  

Büyük bankaların ve Wall Street Finans kuruluşlarının özellikle türev piyasalarında yaptıkları operasyonların denetimsiz bırakılması sonucunda türev piyasalarında oluşan 600 trilyonluk balonun patlamasıyla ortaya çıkan 2008 krizinden (9) sonra, Obama yönetimi, bu gibi bir krizin yinelenmesini engellemek amacıyla uzun çalışmalar yaptı. Neticede, kısaca “Dodd-Frank Yasası” diye anılan “Dodd-Frank Wall Street Reformu ve Tüketici Koruma Yasası” (“Dodd–Frank Wall Street Reform and Consumer Protection Act”) Temmuz 2010’da yürürlüğe girdi. Bu yasa; ünlü iktisatçı ve Federal Rezerv’in eski Başkanlarından Paul Volcker’in kaleme aldığı ve “Volcker Kuralları” adıyla anılan ve Bankaları, müşterilerini zarara uğratan bazı spekülatif yatırım bankacılığı operasyonlarına girişmekten men eden bir grup madde de içeriyordu. Örneğin Amerikan Bankaları, 2006-2007 arasında bir sürü CDO’u (Collateralized Debt Obligations) cinsinden menkul kıymeti, yabancı ve yerli bir sürü tahvil ve bono , her tür şirkete açılmış kredi ve (subprime’dan tutun süperprime’a dek) mortgage’larla beraber yüz-milyarlarca-dolarlık “havuzlara atıp karıştırdıktan sonra bunlara, derecelendirme kuruluşları ile işbirliği içinde AAA+ (Tripple A) statüsü verdirip reklamını yaparak yüksek fiyatlarla pazarlayıp satmışlar; daha sonra da 2007 yılı boyunca ve 2008 yılının ilk yarısında, gizli-gizli bu kağıtlara karşı oynayıp bunların fiyatını satmış oldukları fiyatların çok altına düşürmüşler ve böylece müşterilerini zarara sokarken, kendileri çok büyük kârlar elde etmişlerdi. 2008 krizinin oluşumunda rol oynayan önemli etmenlerden biri, işte, bankaların kendi kurmuş oldukları “menkul kıymetleştirilmiş değerler havuzları” üzerinden türev-piyasasında yaptıkları bu tür spekülasyon ve manipülasyonlardır. “Dodd-Frank Yasası ve içerdiği Volcker-Kuralları ” bu tür banka operasyonlarını, takip etmek, denetlemek ve regüle etmek için hazırlanmıştı ve bugüne dek de işlevini yaptı.

Ama Trump Beyefendi, Başkanlığının ikinci haftasında bir gece, bu yasanın getirdiği denetim, düzenleme ve kontrol mekanizmalarını bir imzayla iğdiş etmeye yönelik bir imza atmakta sakınca görmedi. Ben yorum yapmayım; Wall Street’te pestij sahibi bir finansal yöneticinin yorumunu aktarayım: “Eğer ‘Volcker Kuralları’ ve ‘Toddd-Frank Yasası’ndaki diğer önemli maddeler’ gerçekten iptal edilirse, bu; Wall Street’teki hırslı operatörlerinin altına birer Ferrari çektikten sonra her birine sınırsız ve bedava whiskey verip, ‘Hadi yallah, size hiçbir hız sınırı uygulanmayacak!’ demeye benzer.” (10)

ENKAZ DEVRALDIK EDEBİYATI

16 Şubat’ta Trump Efendi realiteden kopuk saptırmalarına ve saçmalamalarına en parlak örneklerinden birini verdi: Neymiş efendim “Enkaz devralmış mış!” Yaptığı basın toplantısında, Amerika’nın hali içerde de “A mess!” imiş yurtdışında da “A mess!” imiş. Bir insan gerçeği ancak bu kadar saptırabilir. Tam tersi Trump Efendi Enkaz devralmadı. Tam tersine gerek ekonomik alanda, gerekse uluslar arası ilişkiler alanında parlak bir miras devralmıştı.

Evet şimdi gerek yurt içinde, gerek ABD’nin uluslar arası ilişkilerinde, National Security Advisor General Flynn’in arkasında şaibeli sorular bırakarak istifası ile sonuçlanan Rusya’nın ABD’e seçimlerinde “hacking”leri, sonra da bir sürü “istihbarat sızıntısı” gibi “İts a mess!” “It’s a mess!” diye feryat edilecek bazı durumlar var ve her gün de yeni bir tanesi gündeme geliyor. Bunlar da bu zavallı beyinsizin kendi marifeti.

O basın toplasında bir de “istihbarat sızıntıları” hakkında ne dedi biliyor musunuz? Dedi ki: “Doğrudur, istihbarat sızıntıları vardır ama bunlar hakkında medyada yayınlananlar uydurma haberlerdir”. “Hem öyle hem böyle olur mu?” diye soranlara da, tam şu kelimelerle olmasa da, “Büyük medya kuruluşları bana takmış. Beni sevmiyorlar. Bana düşmanlık besliyorlar; benim Başkanlığımı baltalamak için ellerinden geliyorlar,” gibisinden yanıt verdi. Utanmadan çocuklar gibi şikâyet edip mızıklanıp duruyor. Bu tür söylemler ABD Başkanına yakışır mı? Böyle bir kişiliğin saygınlığı olabilir mi? ABD’e saygınlığını böyle psikolojik sorunları olan bir Başkan mı kazandıracak?

Trump fay hatlarını zorluyorTrump fay hatlarını zorluyor

* Prof. Dr. Kemal Çakman Gazi Üniversitesi, İktisat Bölümü Emekli Öğretim Üyesi.

YARIN: Trump'ın Küresel Isınmaya İlişkin "İnançları" ve Scott Pruitt kimdir?

1  14 kişinin katliyle sonuçlanan Orlando’daki saldırısının, her ne kadar ISID’in etkisiyle yapıldığı iddia edilse de doğma büyüme Amerikalı bir çiftin aklî dengesini yitirmesi sonucu gerçekleştirilmiş gibi görünmektedir. Her hal-ü-kârda, Orlando Teröristleri, ABD’’e göç eden ya da sığınmacı Müslümanlar arasından çıkmamıştır.

2 Korkarım artık şöyle bir şerh eklemek zorunda kalacaklar bu mısraların sonuna: “Ama, aralarına Radikal İslamcı unsurların karışması muhtemel kitleler hariç” (!)

3 Hazine Bakanı olarak kongrenin onayını almış olan Mr. Steven Mnuchin, “Executive Vice President, Member of the Management Committee, and Chief Information Officer” (Yönetici Başkan Yardımcısı, Manejman Komitesi Üyesi ve Enformasyon Başkanı) olarak 17 yıl Goldman Sachs’te üst düzey yönetici olarak çalışmıştı. 2008 krizi sırasında iflas etmek üzere olan IndyMac Şirketini satın alarak ismini OneWest Bank olarak değiştirip bu şirketin, sahibi, CEO’su ve Yönetim Kurulu Başkanı olan Steeve Mnuchin’in yönetiminde OneWest; 2009’de First Federal Bank of California’yı ve 2010’da La Jolla Bankasını satın aldı. Bu arada Citi Holdings’den de 1.55 milyar dolara satın aldığı bir varlık portföyünü iki yıl sonra 3.4 milyar dolara sattı. 2015 yılında varlıkları 27 milyar dolarlık bir piyasa değerine ulaşan One West, Güney Kaliforniya’nın en büyük bankası olmuştu.  Turner, Matt "There's a long list of reasons people might not like Trump's pick for Treasury secretary". Business Insider., (30 November 2016). https://www.businessinsider.nl/donald-trump-set-to-pick -steve-mnuchin-as-treasury-secretary-2016-11/?international=true&r=US

4 "I’m telling you: You shall pay no corporate taxes if you operate and produce in the USA. Zero taxes!”

5 The Net Worth Of The Trump Organizatıon Plus The Value Of The Other Financial And Real Estate Holdings Of Mr. D.J. Trump https://en.wikipedia.org/wiki/The_Trump_Organization (Giriş 23.1.2017)

6  Vergi kaçırmamış; yasal boşluklardan istifade etmiş. Dönemin başında bir tür konkordoto ilan etme anlamına gelen U.S. Bankruptcy Law Chapter 11’e sığınmış; borçlarını yeniden yapılandırıp öderken çoğu yıl zarar beyan etmiş; zarar beyan ettiği yılları takip eden bazı yıllarda vergilendirilebilir matrah beyan etse bile, o matrahtan bir yıl önce beyan edilmiş olan zarar mahsup edileceği için, vergi öncesi gelir beyan ettiği yıldaki matrah, bir önceki yıl beyan edilen zarardan küçük olduğu sürece o yıl da vergi ödemekten kurtulmuştur.

7 Citizens for Responsibility and Ethics in Washington (CREW) partiler üstü bir sivil toplum örgütü olup, politikacıların ve hükümette yer alan yüksek bürokratların etik ve sorumlu davranıp davranmadığını denetlerler. Özel çıkarlara hizmet ederek kamu yararını ihlal edenlerin yargı yoluyla bedeller ödemesi için davalar açar.

CREW, özel çıkarlara hizmet eden bu gibi etik olmayan davranışlar üzerine suçlanması gereken zevat, politik yelpazenin sağında olsun, solunda olsun, neresinde yer alıyorsa alsın gereğini eşit bir biçimde yapmayı şiar edinmiştir ve bu nedenle de saygı görür ve güvenilir. CREW diğer birçok “iyi yönetişim” (good governance) peşinde olan sivil toplum örgütlerinden farklı olarak, etik dışı davranışların olduğiu durumlarda kurumları değil, doğrudan doğruya kişileri yargı önüne sürükler. Original mission statement (2003)  https://web.archive.org/web/20040125021733/http://citizensforethics.org/

8 Mainline Medya: TV Yayınlarında NBC, CBS, ABC, CNN, NTV gibi elit ve büyük TV network’leriyle, basın dünyasında da New York Times, Washington Post, Chicago Tribune, Boston Globe, LosAngeles Times, San Francisco Chronicle ve benzeri gibi en büyük gazetelerin tümünü birden içeren basın yayın kuruluşlarını içeren gruba, Mainline Medya (Ana hat Medya) derler.

9 2008 Krizinin tarihçesi ve background’ı için bkz.: Çakman, Kemal: “Minerva’nın Baykuşu, 2008 Krizinin Oluşumunun Perde Arkasının Öyküsü ve Gerçek ve Sahte Kâhinler. ” Ekonomik Yorumlar Dergisi, 46/532; s.29-47, Haziran 2009.

10 “If these important articles of the Todd-Frank Act and the Volcker Rule are indeed repealed, it will be like supplying ambitious Wall Street operators with Ferraris and unlimited quantities of whiskey and telling them that no speed limits will be applied to them!”