Trump fay hatlarını zorluyor

Donald Trump hem ABD'de hem de dünyada çok sayıda fay hattını hareketlendirecek. İlk alametler Çin, İsrail ve İran'da görülmeye başladı bile. ABD başkanı Donald Trump göreve geldikten sonraki ilk iki ayını doldurdu. İktisatçı Kemal Çakman Duvar için kapsamlı bir Trump analizi yaptı.

Google Haberlere Abone ol

Kemal Çakman

Trump’ın Kasım 2016 seçimlerinde Hillary Cliton’dan ülke çapında yaklaşık 3 milyon daha az oy toplamasına rağmen, “Electoral College”da (İkincil Seçmenler Meclisi’ndeki) (1) eyaletler bazındaki oylamada kazanmak için gerekli 270 oydan 34 oy fazla alarak başkan seçilmesi, gerek ABD’de gerekse dünyada bazı fay hatlarını harekete geçmesine yol açarak, yakın ve orta vadeli gelecekte önemli sarsıntılar yaratabilecekmiş izlenimi yaratmaktadır. Niçin ve nasıl, bunu özetle irdelemeye çalışacağım ama hemen Trump’ın kişilik profili ve psikolojik yapısı hakkındaki ilk teşhislerimi belirteyim.

Donald Trump aşırı şişkin bir egoya ve saldırgan eğilimlere sahip, gücü kendi elinde toplama meraklısı, narsist, “dengesiz” ve “ben merkezli” bir kişilik. İnandığı bazı şeylere (realiteyle ilgisi olmamasına rağmen) körü-körüne ve inatla inanma eğiliminde olan; düşünmeden ve doğru dürüst araştırmadan konuşan; neyi bilip neyi bilmediğinin bilincine varamamış, kendini ne denli cahil duruma düşürdüğünün bile farkında olamayan, realiteyle ilişkisi epey kopuk bir adam... Örneğin, “küresel ısınma ve iklim değişikliği” konusunda attığı şu tweet’e bir bakın:

“Küresel ısınmanın insan aktivitesiyle, fosil yakıtları yakmakla falan bir ilgisi yok. Bu yalanı (hoax) Çinliler uydurdu: Amaçları yoğun enerji kullanan ABD Endüstrisinin göreli verimliliğini baltalayıp ekonomik avantaj sağlamak.”(!) Bu zat cehaletinin göstergesi olan bu  saçmalığa gerçekten inanıyor.

Bu gibi kişiliksel ve zihinsel nitelikleriyle bu “başkan” olumlu hemen-hemen hiç bir şey getiremeyecek; birçok sorun, problem ve sarsıntı yaratıp çok şey götürecek gibime geliyor. Neden bu kadar kesin ve erken bir yargıda bulunuyorum? “Dur bakalım eylemlerini bir görelim. Ne yapacak bir bakalım, sonra karar verelim,” diyenler çok. Ama Trump’ın söylemlerindeki yüzeysellik, polemik, büyük ama boş laf çorbası, milliyetçi-popülist sloganlar bolluğu ve amaçladığını îma ettiği şeyleri gerçekleştirebilmek için uygulamayı düşündüğü somut politikalar konusunda yazılı ve/veya sözlü hiçbir şey söyleyememiş olması gerçeği, realiteyle ilişkisi tamamen kopuk bir zihne sahip olduğunu şimdiden kanıtlıyor.  Henüz daha ilk üç haftada eylemlerinin niteliği belli oldu. Aşağıda göreceğimiz gibi Başkanlığının daha ilk 10 gününde bir fırtına gibi giriştiği bir düzineden fazla eylem, Meksika ve Kanada dahil bir sürü müttefiki rencide eden söylemle tweet, ‘Obama Care’i lağvetmek için ilk adımı atmaktan tutun da, TPP’den çekilmeye, çevresel nedenlerle askıya alınmış 2 büyük petrol hattına inşa izni çıkarmaya, yedi İslam ülkesinin pasaportu taşıyan herkese 4 ay boyunca ABD’e giriş yasağı getirmeye, Meksika sınırına o dünya çirkini duvarı örmeye yönelik olarak alelacele imzalayıverdiği “idarî emirlerle” (“executive order”larla) etrafı darmadağın etmiş olduğu ortadayken , halâ “Dur bakalım eylemlerini bir görelim. Ne yapacak bir bakalım,” demenin alemi yok.

Başkanlık yeminini ettikten sonra yapılan geleneksel ilk hitabında da (“inaugural” konuşmasında da), ne ABD’nin dış politikası, ne ABD’nin dünyada oynamasını düşündüğü rol hakkında somut bir şey söyledi; ne de domestik sosyal-politik-ekonomik sorunlar ve politikalar hakkında tek bir kelime etti. Ama bağıra çağıra, yumruğunu sallaya salaya art-arda attığı şu sloganlara bir bakar mısınız?

Başka ülkelerin bizden çaldığı refahımızı geri alacağız!

Başka ülkelerin Amerika’dan alıp götürdüğü iş sahalarımızı geri alacağız! (Yabancı bir ülke ABD’den bir iş sahasını nasıl alıp götürebilir? Ne saçma!... Olsa olsa birçok ABD’li firma, imalatını yabancı bir ülkeye kaydırmayı (outsourcing yapmayı ) tercih etmiştir.

Sınırlarımızı da geri alacak ve koruyacağız! (Ne demekse? Yani birileri ABD’nin sınırlarını da mı çalmış ya da aşırmış!)

Amerika’da yabancılara değil Amerikalılara iş vereceğiz!

Amerika’da yabancı malı değil Amerikan malı satın alacağız! (Az gelişmiş bir ülkedeki gibi “yerli malı kullan haftaları” yap bari! 1946’dan sonra çeyrek yüzyıl boyunca biz de yapardık. Sonra 20. Yüzyıldaki ikinci küreselleşme dalgası kabarmaya başladı. )

Amerika’yı yeniden gururlu yapacağız!

Amerika’yı yeniden güçlü yapacağız! (İyi! Elindeki 20 bin nükleer başlık yetmedi gayri; 20 bin daha imal et ve hepsini birden patlat da bu saçmalık kesin bir sona ersin!)

Yabancı ülkeler (ve milletler) Amerika’ya yeniden saygı duyacak! (Sen Başkanken bu mümkün değil de, hadi hayırlısı!)

Amerika’yı yeniden BÜYÜK yapacağız! (Bunlar gibi saçma-sapan içi-boş sloganlar atarak mı Amerika’yı saygın kılacaksın ve “yeniden güçlü ve büyük” yapacaksın? Allah akıl fikir versin!

Trump, başkanlık koltuğuna oturduktan sonraki ilk bir haftada eylemleriyle de sözleri kadar radikal, diplomatik nüanstan tamamen yoksun, haldur-huldur bir dizi eyleme girişti. Başkanlık yeminin ettiği günün akşamı, alelacele Obama’nın sağlık sigortası alanındaki mirasını silip süpürmeye yönelik bir “İdarî Emir” (executive-order) imzalayıverdi. İkinci gün Çin’le ipleri üç konuda iyice gerdi ve bir ticaret savaşı başlatmak istermiş gibi Çin’den ithal edilecek mallara yüzde 35 gümrük vergisi koyacağını söyledi. 3. gün Netenyahu’ya “tam destek” verip, bir yandan on binlerce konutluk düzinelerce yeni yerleşim sitesinin kurulmasına yeşil ışık yakılmasını sağladı; diğer yandan da hiç sırası değilken ABD sefaretinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınmasını gündeme getirip iki devletli barışçıl bir çözüm olasılığını iyice azalttı. Hemen ardından İran’la uzun uğraş ve diplomatik müzakereler sonunda yapılmış olan “Nükleer antlaşmayı yırtıp atacağını” yineleyerek, hiç gerek yokken İran’la da ipleri gerdi. Sonra da Meksika sınırına “Duvar”ın hemen inşasına başlanması için bir ‘İdarî Emir’ imzalayıverip, ”Biz hemen kendi paramızla inşaatı başlatıyoruz ama sonra size ödeteceğiz!” gibi söylemlerle Meksika’yla da ipleri gerdi ve Ocağın son haftasında Başkan Peniãta ile Washington’da yapılması kararlaştırılmış buluşmanın iptal olmasına neden oldu.

Kısacası, kendine özgü “bully” tavırlarını takınıp; renkli, bir bakıma eğlenceli bir bakıma da bayağı endişe-verici tam bir Tumpvarî şov yaptı. Neyse ben de benzer polemiklere girmeyeyim de, artık biraz daha analitik bir şeyler yazayım…

DIŞ İLİŞKİLER VE DIŞ POLİTİKA

Trump ve Çin-ABD İlişkilerinde Olasılığı Yüksek Olumsuz Gelişmeler:

19 Ocak’tan önce bile Trump, sorumsuz ve ölçüsüz tweetler atarak Çin-ABD ilişkilerinde ciddi olumsuzluklar yaratma yolunu seçmişti. 19 Ocaktan sonra da buna devam etti. Üç hassas konuda Çin’le yok yere ipleri gerdi. Üç maddede özetleyeyim:

  •  “Tek Çin” Prensibi: ABD’nin ve Batı İttifakı ülkelerinin 1979’da Tayvan’daki büyükelçiliklerini kapattıklarından beri yerleşik Çin politikasının olmazsa-olmazı olmuştur. “Tayvan’ın geçici olarak Ana-Vatandan kopmuş bir eyaleti olduğu”nun kabul görmesi ve Tayvan’ın tanınmaması konusunda Çin çok hassastır. 38 yıldır Çinin bu hassasiyetine saygı göstermeyi yeğlemiş olan ABD ve Türkiye dahil NATO ülkeleri Tayvan ile çok yakın ve dostane iktisadî ve kültürel ilişkiler sürdürmekle beraber, bu ülkeyi resmen tanımazlar: Büyükelçilik, elçilik veya konsolosluk düzeyinde resmî diplomatik ilişki yoktur. Başkan, başbakan veya bakanlık düzeyinde karşılıklı ziyaretler yapılmaz. Trump ise, daha Başkan olmadan evvel hem ‘Tek Çin prensibi’ni sorguladığını, hem de Taiwan’ın dost bir ülke olduğunu ve resmen tanınmıyor olmasının gayri-samimi bir durum olduğunu belirtmiş; üstüne üstlük, 38 yıldır hiç yapılmayan bir şeyi yapıp, bizzat Tayvan Cumhurbaşkanını telefonla arayıp konuşmuştu. Başkan seçildikten sonra da bu konunun tartışılabileceğini söyledi. Bu söylemlerin Çin’i kızdırdığı kesindir; ama Çin resmi düzeyde “serin kanlılığını” korumuş; duyulan kızgınlığı resmi basın-yayın organlarında ifade edilen eleştiriler ve uyarmalarla sınırlamıştı ve “sabret, gör modunda” beklemekteydi.

    Neyse ki Trump, son günlerde TEK ÇİN prensibi gibi Çin için taviz verilemez bir konuda 180 derece çark edip,(2)  Çin Cumhurbaşkanıyla 8 Şubatta yaptığı telefon görüşmesinde, ABD’nin TEK ÇİN prensibine saygı göstereceğini söyledi ve böylece Çini en çok rahatsız eden bu konu gündemden düştü. Ama Trump ile Çin arasında iki önemli fay hattı daha var: Biri askeri ve jeopolitik, diğeri iktisadî ve ticarî… Gerçi Trump’un, kendine oy vermiş olan seçmen kitlesine verdiği sözleri yerine getirmesi açısından ikincisi daha önemli ama “askerî ve jeopolitik” olanının da ileride ciddi gerilimlere neden olma potansiyeli yüksek.

  •  Askeri ve jeopolitik fay hattı : Güney Çin denizinde, bundan 8-10 sene öncesine dek pek de yükseltisi olmayan kum şeritlerinden müteşekkil metruk adacıklar vardı. Çin, bunları dev-kepçelerle denizaltından çıkarttığı kum çakıl ve taşlarla doldurarak büyüttü, üstlerine de askeri hava alanları ve limanlar inşa etti; sonra da bunların Çin’e ait adalar olduğunu ilan etti. Filipinler Güney Kore ve Japonya, Çinin bu tasarrufunu tanımak istemedi ama somut bir şey de yapamadılar. Obama yönetimi de ABD’nin konuya ilişkin duyduğu rahatsızlığı ve endişeleri çeşitli platformlarda ifade ettiyse de, sert bir tavır sergilemekten uzak durdu. Trump ise, yakın gelecekte bu konuda sertleşip, güç-kullanımı-tehditlerine kadar uzanabilecek net bir olumsuz tavır takınabileceğine dair ipuçları vermekte… Durup sorması gerek: Acaba ABD’nin, bugünkü konjonktürde Çin’le ipleri germesi ne kadar akıllıca olur? Çünkü Çin yıldızı hızla yükselen taze bir süper-güç ; ve ‘güç’ün bazı somut boyutlarında ABD’yi solladı bile…

  • Çin'in iktisadi gücü ve büyüklüğü : GSYH’sı 2013 yılında 16.8 trilyon dolar civarında ABD’nin GSYH’na eşitlenen Çin, 2014’te 17.4 trilyonluk ABD ekonomisini 900 milyar dolar geçerek 18.3 trilyon’la ilk defa dünyanın en büyük ekonomisi olmuş; 2015’te ise 18 trilyon dolara karşı 19.8 trilyon dolarla ABD’nin GSYH’sını 1.8 trilyon dolar aşan bir GSYH gerçekleştirmiştir. 2016 yılında ise yüzde 6.7 büyüyerek ve ABD’nin 18.4 trilyonluk ABD ekonomisine karşılık 21.1 trilyon dolarlık GSYH elde ederek aradaki farkı 2.7 trilyona çıkarmıştır. (3)  Kısacası, Çin ekonomisi bugün ABD ekonomisinden yaklaşık yüzde 14.5 daha büyüktür. Üstelik bu hesap cari kur üzerinden yapılmıştır: Eğer yuanın dolar karşısında bir miktar daha değer kazanması gerektiği hesaba katılır da “denge kur” üzerinden bir hesap yapılırsa, Çinin ABD ekonomisine kıyasla yüzde 14-yüzde 15 değil, yüzde 20- 25 daha büyük olduğu sonucuna ulaşılabilir. Bu trend, uzunca bir süre daha devam edeceğe benzer.

Bu gelişmenin nedenleri; ABD’nin “iş sahalarının “çalınması” gibi saçma-sapan suçlamalarla ya da kur manipülasyonları yapıp yuanın değerini fazlasıyla düşük tutulması sayesinde ABD ile ticaretinde çok büyük dış ticaret fazlaları vererek Çine refah transferi yapılıyor olması gibi basit-kafalı sebepler ileri sürerek açıklanamaz. Vakt-i zamanında ABD de, 1900-öncesinin “düvel-i muazzamlarını (yani Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya’yı) nasıl ilk önce tek tek sonra da topluca, hem salt ekonomik büyüklük hem de endüstriyel güç ve teknolojik sofistikasyon boyutlarında sollayıp dünya lideri olduysa, Çinin benzer dinamiklerle gününüzdeki yükselişi karşısında şimdilerde ikinci sıraya düşmüştür. Uzun yıllar boyu da öyle kalacağa benzer. Bu noktadaki ironi şudur: Bugünlerde netleşen bu sonuç ve bu trend, son 35 yıldır out-sourcing ve teknoloji transferi yollarıyla bizzat ABD’nin, Çin'e şırınga etmiş olduğu “iktisadî tonikler” eliyle başlatmıştır.

Ayrıca vurgulamak gerekir: Çin artık ucuz, kalitesiz ve basit mallar yapan bir ekonomiye değil, ABD, Alman ve Japon teknolojileriyle yarışmaya başlayan endüstrilere ve teknolojik boyutta sofistike yerli şirketlere sahip canlı bir ekonomiye sahiptir ve bir çok alanda daha şimdiden dünya liderliğine soyunmuştur. Üstelik Çinin, elinde yaklaşık 1.2 trilyon dolarlık ABD Hazine Bonosu ve Tahvili vardır. (4)  Gerçi kendi çıkarlarına da aykırı olduğu için bunların önemli bir kısmını kısa bir sürede uluslararası piyasaya dökerek yuan’ın dolar karşısındaki fiyatını yükseltmek istemez ama Çin, bu menkul değerlerin yarısını üç-dört ay içinde piyasaya dökmeye kalksa, ABD dolarının ve ABD’nin (ve bu arada uluslararası finans sisteminin) durumu sarsılır.

Trump’ın tüm bunları eş-anlı sorgulayıp, kompozit etkilerinin yaratabileceği olası global sonuçları rasyonel olarak analiz edecek entelektüel kapasiteye sahip olduğunu sanmıyorum. Etrafındakilerde böyle bir cevher var mı, varsa da vardıkları rasyonel sonuçlarla Trump’ın ölçekler-ötesi-Egosunu aşıp, zayıf akl-ı-selimine ulaşarak onu ikna etme olasılığı ne kadardır, onu da bilemem. Tahmin sizindir.

İktisadî ve ticarî çatışma noktaları aşağıdaki üç başlık altında özetlenebilir:

Trump, kampanya sırasında da, Kasım ile 19 Ocak arasında da, yemin töreninden sonra yaptığı konuşmasında da, üç iktisadî ve ticarî konuda ciddi saptırmalar ihtiva eden takıntılı polemiklere sık sık başvurdu:

Neymiş efendim? Çin Amerika’dan iş sahaları ve iş olanaklarını alıp götürüyormuş (bazen de “çalıyorlar” der!). Böyle bir şey mümkün değil. Aslında Çin’de üretilip ABD’e ihraç edilen ürünlerin önemli bir oranı uluslararası Amerikan şirketlerinin kendi tercihleriyle yaptıkları imalatı yabancı ülkelere taşıma uygulamasının (‘out-sourcing’in) meyvesi. Amerikan şirketi ABD’deki fabrikayı kapatıp Çin’de benzer yüksek sermaye/emek (K/L) oranına sahip yeni bir tesis kurar; tesis yüksek K/L oranına sahip olduğu için Çinli emekçinin emek-verimi, Amerikalı emekçininkinden pek farklı olmaz ama ABD’li şirket, ücret olarak işçiye ABD’de 5 ödeyeceğine Çin de 1 öder ve böylece kâr marjını da toplam kârını da kat be kat katlar. Trump, “outsourcing” nedir hiç mi bilmiyor? Yoksa iyi bilmesine rağmen sanki bilmezmiş gibi yapıp cahil halk kitlelerini kandırmak için mi böyle utanmaz saptırma ve polemiklere başvuruyor? Varın siz söyleyin.

'TRUMP TİCARET SAVAŞI MI ÇIKARMAK İSTİYOR'

Diline şunu da dolamış: Çin kur-manipülasyonu yapıp, Yuan’ın değerini düşük tutuyormuş; bu yolla ABD’ye ve diğer Batı ülkelerine yaptığı ihracatı kat be kat arttırıp büyük dış ticaret ve cari işlemler fazlası veriyormuş; dolayısıyla kendisi zenginleşirken ABD’i fakirleştiriyor muş! “İşte,” diyor Trump, “Çin’e karşı verdiğimiz dış ticaret açığımız 600 milyar doları buldu; bunu onlara Amerikan bono ve tahvillerini satarak finanse ediyor ve durmadan borca batıyoruz. Bu bizi zayıflatıyor; buna bir son vermemiz şart. Çin hükümetini, parasının değerini düşük tutmak için kur-manipülasyonları yapmaya son vermesi için zorlayacağım.” İyi de nasıl zorlayacakmış? Bu konuda somut hiçbir şey söylemiyor, söyleyemiyor. Piyasa diye bir şey var; biraz zor zorlar!

“Çin’den ithal ettiğimiz mallara yüzde 35 ithal vergisi uygulayacağım; (5)  böylece yerli Amerikan mallarıyla böylesine rahat rekabet edemeyecekler ve Amerikalılar Çin malı yerine Amerikan malı satın almaya yönelecek,” diyip duruyor Mr. Trump... İyi de Çin karşılık vermez mi? Nitekim bu konuda daha bir-iki hafta evvel resmî bir Çin yayın-organı, “Mr. Trump ticaret savaşı mı çıkarmak istiyor? Çok istiyorsa istediği ticaret savaşını çıkartsın; bize göre hava hoş!” şeklinde “hodri meydan” çekti. Trump tutumunda ısrar ederse Çin’le arasında bir dış ticaret savaşı yaratabilir.

Dış ticaret savaşına neden olmazsa bile Çin’den ithal edilen mallara yüzde 35 gümrük tarifesi uygulamak akıllıca bir şey mi? Değil, çünkü yüzde 35 gümrük vergisi uyguladığı zaman olacak olan şudur: İthalatı gerçekleştiren ABD şirketi ödediği yüzde 35’lik gümrük vergisinin bir kısmını tüketiciye yansıtacaktır (aktaracaktır). ABD’de söz konusu tüketim mallarına olan talebin fiyat esneklikleri ne denli düşükse, hem tüketiciye fiyat artışı olarak yansıyacak miktar ve oran, hem bu dinamiğin enflasyonist etkisi, hem tüketici refahını ve rantını azaltıcı tekmesi o denli büyük olacaktır; hem de gümrük vergisini böylece yükseltip ABD’nin Çinle ticaretinde verdiği dış ticaret açığının büyüklüğü o denli az küçülecektir. Bunlar ABD halkının lehine şeyler mi? Değil tabii. Trump Efendi, basit kafası ile ileri-geri atıp tutarken bunları düşünmüş mü? Anlaşılan, düşünememiş.

Trump, başlangıçta babasından borç aldığı birkaç milyon dolarla, on milyarlarca dolar büyüklüğünde bir holding kurmakla övünen ve kendini “çok başarılı”(6)  gören bir iş adamı. Ama bildiği şey gayri-menkul piyasası ve gayri-menkul spekülasyonları. İktisat tarihi ve iktisat teorisi ve de (firma düzeyinde değil de “devletler düzeyinde”) uluslararası iktisadi-ilişkiler hakkında fazla bir şey bilmiyor gibi. Örneğin, 1929’daki hisse senedi çöküşü sonunda başlayıp reel sektöre sirayet eden krizin sürüp gitmesinin en önemli nedenlerinin biri, ülkelerin ithal vergilerini böyle karşılıklı yükseltip koruma duvarları inşa etmeye yeltenmeleri olduğunu ya hiç bilmiyor; ya bir yerlerden duymuş ama şimdi söylediği şeyin bununla bir ilişkisi olduğunu kavrayabilecek entelektüel kapasitesinden yoksun; ya da bal gibi biliyor ama “nasılsa cahil halk kitleleri böyle populist polemikleri afiyetle yer, yutar!” diye düşünüyor. Bu üç seçeneğin hangisi hangisinden beter bilemedim. Siz söyleyin.

İSRAİL FİLİSTİN SORUNU

70 yıl boyunca önyargılar, adaletsizlikler, kan ve şiddet yumağıyla sarmalanmış olduğu için İsrail-Filistin sorununu tatlıya bağlamak bir yana, “idare eder” ve barışçıl bir biçimde çözümlemek bile zaten çok zor.

Netenyahu ve kendisinden daha da sağcı ve sertlik yanlısı olan iki koalisyon ortağı, “iki devlet ve barış” diye özetlenen bir çözümde Filistin devletine kalacak toprak miktarını daha da küçültüp bölük-pörçük kılacak biçimde “Batı Şeria”da bir sürü yeni Yahudi yerleşim birimi kurarak, zaten çok zor olan bu çözümü ‘imkânsızlık mertebesi’ne doğru itmektedir. Obama yönetimi bu meyanda İsrail hükümetini dizginlemeye çalışmış; Netenyahu’ya Batı Yakasında yeni yerleşim merkezlerinin kurulmasına son vermesi için baskı yapmış; ama pek sözünü geçirememiştir. Netenyahu ise, Kasım seçimlerinden sonra Obama’yı hiç kaale almaz olmuş; başkanlığı devralacak olan ve “Size ve İsrail devletine tam ve koşulsuz destek veriyorum,” diyen Trump’a yamanıp, “Cumhurbaşkanlığını devralacağınız günü İsrail halkı iple çekiyor,” diye mesajlar atmış; 23 Ocak günü de, daha önceleri Obama’nın baskısı üzerine askıya almış olduğu binlerce ünitelik bu yeni yerleşim merkezlerini inşaata açıvermiştir.

Bu ve Netanyahu hükümetinin son birkaç yıldır Batı Şeria’da inşa ettiği yeni Yahudi Yerleşimler barışçıl bir çözüm olasılığını niçin ve nasıl baltalar? Obama’nın klas ve “finesse” sahibi Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Ocağın ilk haftasında yaptığı bir küsur saat süren konuşmada açıkladığı gibi bu konudaki durum şöyle özetlenebilir:

Orta ve uzun vadede İsrail’in iki seçimi vardır: Ya Filistin Devleti kurulacak; tam bağımsızlığı tanınacak ve böylece çift devletli barışçıl bir çözüme ulaşılacak –ki, bu durumda, İsrail demokratik ve özgürlükçü bir devlet olarak varlığını idame ettirir. Ya da tersi, İsrail, bağımsız Filistin Devletinin kurulmasını engelleyecek politikalar izleyecek; sonunda “Yahudilerin Hakimiyetinde Tek bir Devlet” oluşacak ve Filistinliler bu devletin 2. ve 3. Sınıf vatandaşları olarak yaşamak zorunda kalacaktır. Bu ikinci şıkta, Filistinlilerin nüfus-artış-oranları Yahudilerinkinin epey üstünde seyrettiği için, daha önceleri de (yani 1947 ve 1967 savaşlarını takip eden yıllar boyunca da) yaşanmış olan Filistinlilerin mallarına ve topraklarına el konulması ve etnik temizlik gibi dramatik ve trajik olaylar yeniden yaşanacak; yüz binlerce Filistinli göçmen statüsüne indirgenirken malları ve toprakları ellerinden alınacaktır. Böyle bir durumda barış olamaz, bu biir… Böyle bir durumda İsrail ne demokratik, ne eşitlikçi, ne de insan-haklarına-saygılı bir devlet olabilir, bu ikii... Bu durumda “terör” için yepyeni ve çok mümbit bir ortam hazırlanmış olur, bu üüç… Ve Filistin sorunu da, Amerikan ve Batı Uygarlığına duyulan husumet ve düşmanlık da Orta Doğuda ve hattâ İslam aleminin tümünde giderek yaygınlaşıp güçlenecektir, bu döört…

Bu uzantı ve sonuçlar ne ABD’nin ve müttefiklerinin çıkarınadır ne de İsrail’in... Eğer İsrail barış içinde yaşayıp, demokratik ve insan haklarına saygılı bir devlet ve özgürlükçü bir toplum olarak varlığını sürdürmek istiyorsa, “çift devletli barışçıl bir çözüm”ünü engelleyecek hiçbir oluşuma izin vermemelidir. Oysa Batı Şeria’da yeni Yahudi Yerleşim Merkezleri inşa ederek Netanyahu hükümeti, “iki devletli” çözümde Filistinlilere kalacak Batı Şeria’nın önemli bir kısmında Yahudi mülkiyetini ve hakimiyetini daha şimdiden oldu-bittiye getiren politikalar gütmekte. Neticede Filistinlilere, bağımsız bir Devlet kurabilmeleri için yeterli büyüklükte ve derli toplu bir toprak parçası kalmayacak: Gaza’da daracık bir şerit ve Batı Şeria’da parça-parça, bölük-pörçük arazi parçaları… “Çift devletli barışçıl bir çözüm”e giden yolu tıkar bu uygulama… Çünkü böyle bölük pörçük bir toprak üstünde viable (olabilirliğe sahip) bir devlet oluşturulamaz. İsrail tarihî bir fırsatı --belki de son fırsatı-- kaçırmaktadır.

Trump ise, yeni Yahudi yerleşim merkezleri konusunda verdiği tam desteğe ek olarak Filistin’deki gerginliği daha da arttıracak yeni ve hiç de bilgece olmayan bir beyanda bulunmuş; demiştir ki: “İsrail’deki ABD büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınması gündeme getireceğim,” şeklinde barış sürecini iyice yokuşa süren sözler sarf etmiştir. Netenyahu hükümeti bu beyanları sevinçle karşılamış; ama hem Filistin hükümeti hem de Avrupa’daki devletlerin hemen hemen hepsi bu söylemi, isabetsiz ve yersiz ve en azından sorumsuzca ve düşünülmeden sarf-edilmiş sözler olarak nitelendirmiştir.

Bu değerlendirme yerindedir; çünkü yetmiş yıldır iki devletli barışçıl bir çözümde İsrail’in başkentinin Tel Aviv olarak kalması; Filistin Devletinin de sefaretinin de Kudüs’ten başka bir kentte olması öngörülüyordu. Gerçi, sağcı ve “dinci” Yahudi partiler, oldum olası İsrail’in başkentinin Kudüs olmasını istiyorlardı. Onlara göre Kudüs’ün bölünmesi ve Doğu Kudüs’ün Filistin devletinin bir parçası olması kabul edilemez bir şeydi. Onlar bu şehir ve bu topraklar, onlara Yahveh tarafından bahşedilmişti. (İyi mi? Gel de sen böyle bir inancı olanlarla, görüşme masasına yanlarında Allah ile gelenlerle pazarlık et!) Her neyse. Trump’un ABD sefaretinin Kudüs’e taşınmasının muhtemel olduğu şeklindeki sözleri, (7)  İsrail’deki Netenyahu gibi sağcıların ve politik yelpazede daha da sağda bir yer tutan dinci ve aşırı-sağcı koalisyon-ortaklarının elini kuvvetlendirmiş; Filistinlileri ise karamsarlığa itmiştir.

Bu anlattıklarıma dayanarak özetle diyebilirim ki, büyük bir olasılıkla Trump ve yönetimi, Netenyahu ve daha da sağında yer alan liderlerle el-ele vererek gelecek dört yıl içinde “iki devletli barışçıl çözüm” seçeneğini gerçekleştirme olasılığını yok edecektir.

İRAN, SURİYE, AFGANİSTAN, IŞİD...

Trump, Suriye’de ne yapar, hiç tahmin edemiyorum. Orada Rusya var; İran da çok etkin. Zaten, Başkanlığının ilk haftasında İran’la ortamı iyice gerdi. Öte yandan şimdilik Putin’le arası iyi sanki. Ama şimdilik... Dayanamaz, Putinle’de birkaç seneye kalmaz çatışır, diye düşünüyorum. İki tane “strong-man olma” meraklısı fazlasıyla büyük ego sahibi liderin uzun vadede iyi anlaşacaklarını sanmıyorum.

Seçim kampanyası sırasındaki altı ay boyunca ve Kasım başından bu yana onca “büyük” ama boş lâf edip, bayağı iyi showman’lik yapmış olan bu zat, yapmış olduğu konuşmalarda ne Afganistan, ne Suriye, ne de Irak hakkında pek bir şey söylemiştir. Ama İran hakkında çok şey söylemiştir:

Obama ve John Kerry liderliğinde ve Avrupa’daki müttefiklerle birlikte hiç askeri güç kullanmadan; ambargoların kaldırılması ve İran’ın barışçıl nükleer araştırmalarına devam edebilmesi karşılığında, İran Yönetiminin nükleer silah programlarını lağvetmesi ve bu konuda ülkeyi batılı denetime tamamen ve koşulsuz açması şeklinde özetlenebilecek antlaşma kotarılmıştı. Obama yönetiminin önemli uluslar arası başarılarından biri addedilen bu “bilgece” düzenlemeye uzun zamandır saldırıp duran Mr. Trump, bu antlaşmayı “felaket”, “rezalet”, “korkunç” gibi sözcüklerle nitelemiş; “Eğer idareyi ele geçirirsem bu antlaşmayı yırtıp atacağım!” şeklinde bir devlet adamına yakışan bir üsluptan tamamen yoksun haykırışlarla, aklınca güç-ve-kararlılık-gösterisi yapmış; Bu sözleri ve tavrı, Avrupalı liderlerce eleştirilmiş ve kınanmıştı.

Cumhurbaşkanlığını yeminini takip eden iki gün bu konuda sessiz kalan Trump, yedinci gün yaptığı bir konuşmada, İran’la yapılmış olan bu “Nükleer-güç Antlaşmasını” yırtıp atacağını yineledi. Yinelediği bu beyana İran’ın Nükleer Programının başında olan yöneticiden sertçe bir “hodri meydan” tepkisi geldi: “Böyle bir şeyin olmasını hiç istemeyiz. Ama bizim iyi niyetimize rağmen eğer Başkan Trump bu dediğini yapacak olursa, nükleer silahlanma programını yeniden devreye sokmaktan başka seçeneğimiz kalmaz. Ama Trump bilmeli ki, o durumda, bıraktığımız yerden başlamayacağız; bıraktığımız zamanki teknolojik düzeyimizin bir hayli üstünde bir teknolojik sofistike düzeyinden başlayacağız.”

Daha sonraları “ABD’e Giriş Yasağı” koymaya kalktığı İdarî Emrinde adı geçen yedi ülke arasına İran’ı da katmış olması ve bu arada Nükleer Antlaşma konusunda “yırtıp atacağım o antlaşmayı” tavrından dönmemiş olması, İran-ABD gerginliğini arttırdı. 11 Temmuz İran Devrim Bayramı yaklaşırken İran’dan art-arda sert söylemler yükseldi. Bu arada Batıdaki politik yorumcular, Trump’un İran’ı geren söylemlerinde hiçbir yumuşamaya gitmemiş olmasının büyük bir hata olduğuna işaret ettiler. Çünkü Trump böyle yaparak İran’daki sertlik yanlılarının popülaritesini yükseltip, başta şimdiki Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani olmak üzere, “mülayim” liderlerin yaklaşan seçimlerde yenilgiye uğrama olasılığını önemli ölçüde arttırmıştı. Bu da ne akıllıcaydı ne de ABD çıkarlarına uygundu.

Bu arada 19 Ocaktaki konuşmasında da 20 Ocak Cumartesi CIA merkezi ziyareti sırasında da, Trump, içi boş büyük lâflarından birini tekrar etti: “Radikal terörün kökünü kazıyacağız!” ya da “Terörü yok edeceğiz!” İnsanın, Trump gibi avamlaşıp, “Saçmalama lan! Nasıl yapacan ki?” diye sorası geliyor! Radikal terörün kökünü kazıyabilmek için onu yaratan ve onu besleyen sosyal, ekonomik, kültürel sosyo-psikolojik, beklentisel amillerin tümünü transforme edebilmek lâzım. Bunu yapabilecek bilgi, kaynak ve imkânlar var mı ki?

Yok elbette. Neredeyse 20 yıldır El Kaide ile savaşıyor ABD. O savaşa trilyonlarca dolar harcadı. Netice? El Kaida hâlâ aktif. Daha bugün, 22 Ocak 2017’de Türkiye saatiyle 04.00’te ABD Savunma bakanlığı, 100’e yakın El Kaide militanının bir bombardımanda öldürüldüğünü beyan etti. Kökü kazındı mı? Yoo… 100 tane burada öldürürsün 120 tane başka bir yerde bitiverir.

Malum, bu arada, El Kaide’yi ‘küçük kardeş’ konumuna iten İS ya da IŞİD türedi.Peki o konuda Trump ne diyor? Derin bir gözlem yapıp, “Şeytanî bir şer odağıdır. Kökü kazınmalı!” (“It must be eradicated! İts evil!”) diyor. İnsanın, “Yok yaa, bize bilmediğimiz bir şey söylesene!” diyesi geliyor. 20 Ocak Cumartesi günü Langley’deki CIA merkezine yaptığı ziyarette de, söz konusu “kökünü kazıma” görevini CIA’ye veriyor. Çok iyi! Çok umut verici!!!

Trump şimdiden ABD'nin saygınlığını örseliyor - (Trump fay hatlarını zorluyor-2)Trump şimdiden ABD'nin saygınlığını örseliyor - (Trump fay hatlarını zorluyor-2)

* Prof. Dr. Kemal Çakman Gazi Üniversitesi, İktisat Bölümü Emekli Öğretim Üyesi.

YARIN:  Müslümanlara vize yasağı, NAFTA'dan TPP'den geri çekilme ve Trump neden ObamaCare'a düşman oldu?

1 Electoral College ABD’nin ilk kuruluş yıllarında yasallaşmış ve aradan geçen 240 küsur yıl boyunca kesintisiz uygulanagelmiş çift kademeli bir seçim sistemidir. Electoral college’daki bu ikincil seçmenler (normalde) bir eyalette oyların çoğunu alan adaya oy vermeyle yükümlüdürler. (Gerçi bu yükümlülük “mutlak” değildir: “Kurucu babalar” bu ikincil seçmenlere, tiran olma eğilimi gösteren ya da benzer etik nedenlerle kabul edilemeyecek bir aday söz konusu olduğunda, electoral college’a seçilen kişinin vicdan-i kanaatini kullanarak bu yükümlülüğün aksine oy verme hakkı tanımışlardı. Nitekim Trump’ın kazandığı seçimde 2 üye buna dayanarak Trump yerine başka bir cumhuriyetçi aday lehine oy kullandı.) Ülke çapında popüler oy yerine eyalet bazında seçim kazanmak üzerine bina edilmiş bu sistemin gayesi; nüfusu küçük eyaletlerin nüfusu çok büyük 3-5 eyaletten toplanan oyların hacmi altında ezilip, politik sistemde zaten göreli zayıf olan ağırlıklarının iyice yok olmasını engellemek ve bu insanların seslerinin federal sistem içinde hiç önemsenmeyecek bir düzeye düşmemesini sağlamaktır.

2 Trump’ın bu 180 derecelik söylem değişikliğinde Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, CİA Başkanı Mike Pompeo ve Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Joseph Dunford gibi isimlerin tavsiye ve telkinlerinin etkili olduğunu düşünüyorum.

https://data.oecd.org/gdp/gross-domestic-product-gdp.htm giriş: 26.01.2017

4 ABD’nin toplam kamu borcu 20 trilyon dolardır. Çinin elinde tuttuğu ABD hazine bono ve tahvilleri Kasım 2016 itibariyle 1.2 trilyon $ civarında olup bu, ABD’nin tüm ülkelere olan 3.84 trilyonluk kamu borcunun yaklaşık %30’una denktir. Geri kalan 16.6 trilyon $ dolarlık kamu borcu ya ABD veya yabancı uyruklu özel kişilere ya da ABD Federal Rezerv Bankalarına olan borçtur. Kimberly Amadeoe, December 22, 2016  https://www.thebalance.com/u-s-debt-to-china-how-much-does-it-own-3306355...

5 Kampanya sırasında, Trump  yüzde 45 diyordu da birileri bunun fazla yüksek olduğu konusunda kulağını çekti herhalde…Ama yüzde 35 de çok yüksek

6 Başarılı olmasına başarılı; ama kariyeri boyunca 2-3 kez ya konkordoto ilan etmiş ya resmen iflas edip yeniden başlamış. Ayrıca taşaron firmalara ve/veya mimarlar ve iç-dekoratörler gibi profesyonel elemanlara iş yaptırıp, sonra da ödeme yapmamakla ünlüdür. Savunması da her seferinde, “Yaptığın iş bir şeye benzemiyor; hiç beğenmedim. Canın isterse dava et!” olmuştur.

7 Gerçi Şubat ayında Trump, (muhtemelen dışişleri bakanlığındaki deneyimli ve kıdemli personel tarafından uyarıldığı için) sefaretin taşınması konusunda bu biçimde konuşmaktan vazgeçmiştir. Kalbinde yatanın değiştiğini düşünen azdır.