İlk yazı: Bedenin çürümesi

Suçluyorum, “J’accuse” diyen Emile Zola gibi. Fakat iktidarı değil, en çok susanları suçluyorum. En başta kendimi, sizi ve hepimizi. Suçluyorum! Fakat bu suçlamayı çürüyen bedenlere sahip çıkmadığınız için değil, sustuğunuz için yapıyorum.

Google Haberlere Abone ol

Nuri Yıldız

Nasıl başlanır bir ilk yazıya? Gazeteci, yazar, eleştirmen, edebiyatçı, şair, sinemacı olsun, kim nasıl başlar ilk yazısına diye düşünüp duruyorum. Bu ilk yazı, yeni bir yerde yayımlansın diye yazılıyorsa eğer, sorunun yükü artıyor ve ortamı biraz da olsa ciddiyet kaplıyor; her ne kadar ciddiye alınacak hiçbir şey olmasa da. Tek ciddiye anılacak şey belki de bu sürecin devamını getirebilmek adına bir dost kelamı, bir üstat meramı oluyor. Ben de bir dosta sordum, konusu neyi içerebilir bir ilk yazının diye. Aslında hiçbir şey demedi, diyemedi. Yutkunarak baktı. Amacı beni merhamet denilen o zemine çekip üzmek ya da benimle alay etmek değildi. Amacı, şüphesiz yok olan bir onuru yeniden yaşartma çabasından ibaretti:

“Ölülerimizi bile gömmek için geriye alamadığımız bu günlerde, toprağa taş gömüp acılarımızı bastırıyoruz. Küçükken anneler hep şöyle derler, ‘Seni doğuracağıma taş doğursaydım’, işte o noktaya geldik. Anneler evlatlarını bir taş gibi toprağa gömer oldular. Böyle bir dönemde yaşıyoruz. Fakat sen istersen sanattan ve edebiyattan bahsedebilirsin”.

Dediğim gibi amacı beni üzmek değildi lakin edebiyattan bahsetmek istemem onun zoruna da gidebilecekti. Ben de bu ilk yazımda hem onun dediğini hem de kendi isteğimi uygulayabilmek için şuna karar verdim: Bedenin çürümeye bırakıldığı zamanların zulümlerini yazmaya.

Bunu yaparken tercih edeceğim referans şüphesiz Zola’nın Nana’si, Aleksandre Dumas’nın Marguerite’i olacak. Bu iki roman ve devleti eliyle gömülmesi yasaklanan bedenlerin çürüyen nesnelliği nasıl bir bağlantı ile güçlendirilebilir tam emin değildim. Biraz romantik, biraz realist, biraz da toplumsal gerçekçi olmak işin içinden nasıl çıkmam gerektiği konusunda bana epey destek oldu. Tüm bu akımların anti biçimlerini yaşadığımız cağ nasılsa önümüze sunuyor; her şeyi aynı anda olabilir, pek çok şey iken de aniden hiç durumuna geçebiliriz. Sonra bu iki roman kahramanlarına karsı girilen gaddarca mücadele ile bir durum ilişkisi yakalayıp, cenazelerimizi neden çürümeye mahkûm ettiklerini açıklamaya yeltendim. Yeltendim, çünkü verdiğim güçlü iki referansa rağmen konuyu bağlamakta güçlük çektim. Yutkundum, sordum: Cevap bulamadım.

Kamelyalı Kadın romanında başkahraman romanın girişinde ölüdür. Kendisini seven adam son bir kez onun suretini gördükten sonra ölü olduğu gerçeğine ikna olmak ister. Yazar bunu sadece mezarlığı açtırıp bedeni görmesini sağlayarak pekâlâ yapabilecekken, kadının bedeninin inanç ötesi durumunu sunar okurun önüne. Alexander Dumas (Fils) bizi bir flash back ile geçmişe gönderir ve hemen daha en başta mezarlık sahnesiyle senaryoyu kafamızda canlandırmamızı sağlar. Burada yazar çok önemli bir realist figürü atar de kullanır aslinda. Çürüyen bir beden! Mezardan çıkartılmış, kurtlar tarafından bir kısmı yenmiş, gözleri içe çökmüş, burun sönmüş… Bu, gerçekten içler acısı gibi görünse de önemli bir etkileşim, çok yerinde kullanılmış bir edebi imgedir. Bu imge ile belki okuyucu nasıl bir serüven içerisine gireceğini anlayabilir, okuyacağı romanın realist bir roman olduğu hissine kapılabilir. Doğrudur da. Yazarın kullandığı edebi imler bize roman hakkında yazarın neler ifade etmek istediği sorusuna cevap ararken yardımcı olabilir. Fakat yalnızca yardımcı olabilir. İfşa edilen her an, bir destektir yalnızca. Gerçek olan şudur ki, hiçbir zaman bilemeyiz yazarın yukarıda örneğini sunduğumuz çürümüş beden betimlemesi ile neyi amaçladığını, zafer olarak neyi görmek istediğini. Yalnızca hayal edebilir, üzerine konuşabiliriz.

Bu tarz romancılığın önemli örneklerinden diğeri de kuşkusuz natüralist roman geleneği üstadı Emile Zola’nın Nana romanıdır. Burada kullandığı yöntem, kalemini ne kadar da yetkin kullandığının en önemli örneğidir. Kitabin son sahnesindeki çürüyen beden betimlemesi, kitabin belki de geri kalan yüzlerce sayfasının bir anda unutulmasına yol acar. Esas amaç yalnızca o birkaç sayfaymış hissine kapılırsınız.

Bu iki kitabin en önemli özellikleri her iki kitaptaki kadının da sex isçisi olmaları, toplum ve devlet nezdinde öteki olmalarıdır. Bu iki kadın sex isçisi olmasalar dahi, bu iki kadın saldırılan bedene sahip, patriarkal anlayışın düşmanca saldırdığı iki kişiliktir. Sokakta, lokantada, köşe başında, her an her esnada bir el uzanır bu iki kadına dokunmak, bedenine zarar vermek için. Bazen bu polisiyle devlet, bazen pazarlamacısıyla kapitalist vahşet, bazen de evde kendisini bekleyen çocuklarına ve esine silleyi indirmiş bir ödlek yürektir. Sıradan değillerdir. Herkes gibi olmamak uğruna, kendilerine biçilen kaderi değiştirmeye kalkışmışlardır. Seçtikleri yol tam anlamıyla üzerine konuşulmaya yanaşılamayan bir yol da olsa, asla aşağılanmayı hak etmezler. Çünkü, aslında içimizden biridir her ikisi de. Aynen bize sunulan yaşamı değiştirmek için yabancı bir dil öğrenme isteğimiz, öğretmenimiz konuşma dedikçe konuşmamız, bagirma dedikleri için bağırmamız, içme dedikleri için içmemiz, gülme dedikleri için gülmemiz kadar bizdirler. Bizim gibidirler. Yolları, kendi bedenlerini hayatlarını değiştirmek üzere kullandıkları gerçeğidir. Peki, bu iki kadın bedenlerini kullanarak ne kadar çürütülmeyi, çürümüş halde sunulmayı hak etmişlerdir? Ne kadar güldüysek o kadar mı aşağılığız? Peki bu iki kadın ne kadar aşağıdadır bizden? Hiç. Kesinlikle hiçbir beden, hiçbir dinde, inanışta, anlayışta, ideolojide çürümüş halde sahnelenmeyi, dokunulmayı, görülmeyi hak etmez. Bu hakkaniyet işi de değildir. Ahlak işidir, olanlar bilir. Bu uğurda kazanılacak zafer ise, hiçbir devlet biçiminde zafer narası atmayı gerektirmez. Orta Doğuda da eski Mısır’da da Antik Roma’da da ölen beden ölmüş, zararsızdır ve artık kendisinden korkulacak bir şey olmadığı için bırakılır ve dokunmak, teşhir etmek, işkence etmek asla akıldan geçmez.

Şimdi, durup yazının taa burasına gelip ne oluyor ne anlatmaya çalışılıyor deyişinizi duyuyor gibiyim. Diyorsunuz ki bu girizgâh ne güncele dair ne de ilgimiz olan bir konu, neden şimdi önümüze bu kondu ? Bunu söyleme nedeninizi de anlıyorum. Hafızalarımız çok zayıf, biliyorum. Belki de çoğunuz hemen yanı başınızda vuku bulan gerçeklere kulağınızı tıkadınız için hatırlayamadınız. Ondandır bu susma isteğiniz. Ondan bir bedenin çürümüş halde ailesine ve sevdiklerine verilmesine karşı rol yapma çabanız. Rol diyorum çünkü bu bir oyun değilse eğer, kazanılacak bir zafer kalmadı. Kalmadı uğruna mücadele edecek bir şeyiniz, bedenlerinize sahip çıkmaktan başka. Sahip çıkamıyorsanız bedenlerinize, esir düşmüşsünüzdür elbet. Elbet zordur bunları tümcelerle birinin yüzüne vurmak, lakin yazar haklı: Ya doğanın karşısında realist olacağız ya da Balzac gibi olmayan bir yaşamın hayalini kurduracağız. Hayır, derseniz ki biz toplumsal gerçekler peşinden yalansız ve sahte hayalsiz bir roman diliyoruz, iste size güzel bir konu. Alın kalemi elinize ve başlayın. Başlayın “bir insan bedeninin çürümeye terk edildiği zamanlarda birileri susuyordu” diyerek ilk cümlenize. Emin olun gerisi gelecektir. Ne Dumas’nın Marguerite’i, ne Zola’nın Nana’sı çürümeye yüz tutmuş halde bekletilmeyi hak etmiyor. Suçluyorum, “J’accuse” diyen Emile Zola gibi. Fakat iktidarı değil, en çok susanları suçluyorum. En başta kendimi, sizi ve hepimizi. Suçluyorum! Fakat bu suçlamayı çürüyen bedenlere sahip çıkmadığınız için değil, sustuğunuz için yapıyorum. Bu nedenle, ilk yazımda sizi ve kendimi suçluyorum, arkasının gelmeyebileceğini bile bile…