Baba beni linç ettiler

Bir magazin programında Sabahattin Ali’nin konuşulması, hikâyenin fahiş haklarla bir endüstriye satılışı, kitabın muhtevasının hatta senaryoya tercümesinin dahi konuşulmayıp, karakterleri canlandıracak oyuncuların popülerliğinden dem vurulması en az o kadının kırdığı pot kadar vahim değil midir?

Google Haberlere Abone ol

Okşan Dede*

Kaçımız parmağımızı sallayarak, karşı komşunun oğluna/kızına; “Seni babama söyleyeceğim…” demedi ki? Herkesin kişisel tarihinde hatırı sayılır böyle bir anısı mevcuttur. Çocuk, diğer çocuğu babaya söyler, baba gider onun babası ile konuşur, diğer baba sinirlenir, babalar orijin meselenin ne olduğunu bile anımsamayarak yumruk yumruğa girişir. Onları ayırmaya gayret eden anneler de şenlik bitmesin diye saç saça, baş başa girerler. Onlar bu şamatayı 7 kuşağa kan davası olarak bırakıp, nefretin ilk miras kâğıdını imzalarken, bizim çocuklar sarı kolalarını içip, sirk izler gibi izliyorlardır bu durumu. Ben kendi dehlizlerime girip, kolaçan ettiğimde böyle bir hatıraya rastlamadım. Hatta belleğimi elektrik süpürgesinden falan geçirdim belki toz torbasına takılır da bulurum diye ama yok... Zira babam darbe sonrası cezaevine konulduğunda ben annemin karnında 4 aylıkmışım. Babam bir akşam kızılını ardına alıp, mısır tarlalarından çıkıp geldiğinde ise 8 yaşındaydım. O gelene kadar ben çoktan kendi öz savunma yöntemlerimi geliştirmiş, şikâyet ve tehditten muaf, kendi şahsıma münhasır birtakım zırhlar edinmiştim.

“BEN YOKKEN NE YAPIYORDUN?”

Babam geldiğinde de netice pek değişmemişti zaten. Bir arkadaşım, kına taşından -bir işçi gibi ayıklayarak çıkarttığım- kınalarımı, elime vurup yokuş aşağı düşürmeme sebep olmuştu. Onların kayalıklara takıla takıla düşüşünü, kendim düşüyormuşum gibi kolum kanadım kırılarak izlemiştim çünkü gece yatmadan elime kına yakacaktım. Henüz ruj ve rimeli bilmediğim zamanlardı hatta görmüşlüğüm bile yoktu. Kına o vakitler bizim en kıymetli kozmetiğimizdi. Losyonların kimyevi dünyası karşısında da savaşamayacak kadar natürel ve gerçekti. İki göz, iki çeşme neredeyse ummana dönmüş vaziyette babamın yanında almıştım soluğu. Babam beni dinledikten sonra hırıltılı nefesinin içinden bir iki cümle çıkarmak için ağzına yalvarıyordu. Vaki değildi ki kan tükürmeden, gömleğinin yakası kan olmadan bir iki şey anlatabilsin. Bitap sesi ile “Ben yokken ne yapıyordun?” dedi. Ben de; “Soruyordum niye böyle yaptığını” dedim. Babam; “O zaman şimdi de aynısını yap. Ben sana anlatılan, ıspanaktan pazuları şişen bir baba değilim hem olsam da sizleri başkalarının babası dövmesin diye o kadar uzak kaldık birbirimizden. Eğer annen seni her düştüğünde kaldırsaydı, yürümeyi de öğrenemezdin. Şimdi git arkadaşınla konuş. Sana bir özür borçlu olduğunu söyle. Haklı olmadığını, yaptığını savunarak daha iyi biri olmayacağını söyle. Ama git, sen söyle.” demişti. 12 yaşındaydım. Babam herkesin babasından yakışıklı değildi, kimsenin babasını da dövmezdi. Daha o vakit beni bu ezberin yapış yapış kuyusundan çekip çıkarmıştı. Ailenin bekası adına başlayan o şiddet mekanizmasının bizim evde hiç var olmayacağını da göstermişti. Çocuk zihnimin bütün eski kartonpiyerlerini çöpe atıp, yeni bir yapı malzemesi ile döşemişti. Şikâyetin ve ihbarın ne denli majör bir şey olduğunu öğrendiğimin üzerinden 28 yıl geçti. O gün kına yakamadım elime. Babam avucumu öperken kandan bir kına yakmıştı zaten. Onu silmeyerek uyudum o gece. Ertesi gün arkadaşıma dingin bir konuşma yaparak onu utandırmış olmalıyım ki, öğlenin ıslak sıcağında, alnı terden tomurcuklu, taştan kına çıkarıp getirmişti bana. Özür dilemiş ve elime vermişti. Ben arkamı dönüp babama gülümsedim babam da yorgun dudaklarını büzüştürüp, gülmeye çalıştı…

Sigara izmaritlerinin taştığı küllüğe dönmüş aklımdan böylesi bir kaydı -yıllar sonra ortaya çıkan bir belge gibi- neden önünüze sürdüğüme kafa yoruyorsanız hemen izahata geçeyim; şiddetin, spesifik şiddetin kaynağı ailede başlar. Feodalitenin vicdanımızın üzerinde ayakkabıları ile gezmesidir bu. Aile bir sihirdir ve sihrin muhafaza edilmesi için her şey mubahtır türünden bir teoremle başlamıştır teşhir ve linç. Çocuğuna ne olduğunu dahi irdelemesine sormayarak, salt çocuğu olduğu için ve şikâyet ettiği için yakar, yıkar, kırar, alt üst eder! Tarafsız, gerçeği öğrenmek gibi bir derdi de yoktur. Aile bizim sığınağımızdır gibi bir dayatma ve bu zoraki ilişki zamanla duygusal şiddete dönüşüp, psikoz bir hal aldığında, birey o kıskaca yazgılı hale getiriliyor.

MEDYADA ATILAN BOMBALAR

Neyse ki bu şablonik tutumdan azade aile fertlerim vardı. Hele de babamla kurduğum o özgür ilişki bana bu dünyaya katlanmanın da şifrelerini çözdürdü. Hayatta hep yek olacağımı ilk babam söylemişti bana. Hâlbuki beni hep kanatlarının altında tutması, nefessiz bıraktığını fark etmemesi, koruyuculuğunun baskıya dönüştüğünü bilmemesi gerekiyordu değil mi? “Seni kanatlarımın altına almayacağım, sana kanatlarımı vereceğim kendin uç ve yolunu bul diye” demişti.

Malumunuz ortalık medyada atılan bombalardan çıkan bilyelerin evimize düşmesinden geçilmiyor. Hele de en acıklı durumun bile mizah ile tezahürü beni de bu meseleyi düşünmeye itti. Devlet ve medya ilişkisi post-modern bu çağın kitleleri kıskaca alma projesidir. Aileden buna yatkın olan birey, devletin ideolojik aygıtı olan televizyon, bilgisayar, telefon gibi araçlarla başka bir kıskaca alınır ama ses çıkarmaz çünkü sıkışmış olmanın acısını duyumsamaz. O acı ona iyilik, güzellik olarak sunulmuş yani gerçek zaten çoktan simüle edilmiştir. “Teknoloji, görselleştirilmiş gerçeklik aracılığıyla bireyi gerçek olduğuna inandığı bir evrene yerleştirir; çünkü birey bu evreni görmektedir; fakat bu evren, bütünüyle kurgusal bir dünyadır, başka bir deyişle imajlar dışında hiçbir şey olmayan yerdir. Kurgusaldır, çünkü görüntü temelli gerçekler üretilmekte ve tüketilmektedir. Örneğin televizyon, var olan gerçekliği görüntüye yansıttığı haliyle tek etkili gerçeklik yapmakta ve kendisine bakmayı kaçınılmaz kılmaktadır.”diyordu Jean Baudrillard yani insanlığa bir nevi kapitalizmin yeni uyuşturucusunu tanıtıyordu.

OKUNMAMASI GAYET MAKUL AMA…

Yakın zamanda bir magazin programında Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” romanını Amerikalı şarkıcı Primadonna sanan kadın hadisesi tüm günlerimizi, gecelerimizi meşgul etti. Herkes edebiyat sevmez hatta roman okumak mecburiyeti de henüz yasaya girmiş bir şey değil yani okunmaması gayet makul karşılanacak bir durum iken kadının toparlayayım derken, iyice dağıtmasının müdafaa edilecek bir tarafı yok keza az akıl yürütse yeterliydi. 1943’te yazılmış bir romanın, henüz o tarihte yaprakta şebnem dahi olmayan bir kadın zannedilmesi işin pespaye kısmı. Matematiksel bir çıkarsama bile en azından susmasına yardımcı olurdu ama işte canlı yayın kazası deyip de geçemiyor insan. Fakat benim ürktüğüm nokta kadının bu hali ahvaline yapılan siber linç. Görünenin ardındaki gerçeğe sırt çevirip, yüzeydeki yarayı deşmek tam da iktidarların isteyeceği bir reflekstir. Bir magazin programında Sabahattin Ali’nin konuşulması, hikâyenin fahiş haklarla bir endüstriye satılışı, kitabın muhtevasının hatta senaryoya tercümesinin dahi konuşulmayıp, karakterleri canlandıracak oyuncuların popülerliğinden dem vurulması en az o kadının kırdığı pot kadar vahim değil midir? Peki ya evvelinde kahve yanına romanın konulup, yani romanın züccaciyeden alınan bir şey gibi fotoğraflanıp sosyal medyaya servisine ne demeli? Bunlar neden zorumuza gitmedi? Edebiyatın saygıdan yoksun esprilerle bir sosyal medya geyiğine dönüşmesi daha mı az hasarlıydı? Bildiğimiz yerden çıktı diye, bunu fırsata çevirip zalim mi olmalıyız? Ailede salık verilen feodal bağına sıkı sıkı tutun, senin olan için gözünü budaktan sakınma şiarı şimdinin sınıfsal feodalizmine dönüşmüş. Ardındaki çerden çöpten yapılma gerçeği görmeyip, önümüze konan cümbüşlü pazarı gerçek addedip, öfkeli kalabalığa dönüşen robotik halimiz kanımca daha korkunç. Mevzu uzun, sayfa az o sebeple kısa kısa etmeli cümleleri. Kimseciklere de yol gösteriyor değilim sakın ha bu böyle bilinmesin.

Uzun sözün özeti; bazı şeyler geçmez, şemal değiştirerek varlığını idame ettirir. Gerçeği arama ve peşinden gitme istencimiz de hiç bitmemeli bence. Nasıl ki ailenin o ulvi, sonsuz ama özünde travmatik olan bağını göremediysek, şimdinin gerçekliğinin, hipergerçeklikle değiş tokuşunu da göremiyoruz. Bazı edinilmiş bilinçler, öğrenci evinde tezgâha yığılan bulaşıklar gibi hiç yıkanmıyor. Arada ihtiyaca koşut, bir tabak falan sudan geçirilip kullanılıyor. İşte bizim de böyle hiç yıkanmayan, arada sudan geçirip, yenilerine yer açtığımız ezberlerimiz mevcut aklımızın tezgâhında. Ne çabuk unutuyoruz bu ülkenin yosunlu bir mağara olduğunu da gül bahçeli, lavanta kokulu bir ülke olduğumuza inandırıyoruz kendimizi. Televizyonda biri edebiyat bilmiyor diye, bunu bu ülkenin genelinin bir vasatlığı olarak kabul etmek daha mı kolay? Duvara monte edilmiş LCD ekran televizyonlarımızdan filtre kahvemizi içerken izlediğimiz şey, geldiğimiz nokta mı? Tüplü televizyonların olduğu vakit biz hiç böyle vasati şeyler izlemiyor, konçertolarla mı güne başlıyorduk? Hiç de bile avare avuntularla avutmayalım kendimizi. Esas gerçekliği göz ardı ede ede, onların yarattığı gerçeklik gözümüze girdi hatta gözümüzü çıkarttı! Artık göremiyoruz bile… Benim gerçek dediğim bu şey bir milyoncudan alınan çamaşır sepeti değildir. Hakiki olanın miadı dolmaz, bayatlamaz, küf bağlamaz, son kullanım tarihi geçmez. Henüz vakit varken, devletin bu trajik kazanına düşmeyelim. Bize esas diye sunulanı reddedip, ardındaki hakikatin savunucusu olalım. Dayatılanın, gözümüzü karartmamızın meşru olduğuna inandırılanın değil, en dipteki o kepaze karanlığın kötücüllüğünü haykıralım!

Ve yine babamın bir lafı ile el sallamak istiyorum size; “Görmezden gelerek hiçbir şeyle savaşamazsın! Aksine ısrarla o gerçeği gör ve canın acısa da üzerine git. Acılarımız hiçbir zaman geçmeyecek ama biz yine de yaşamanın bir yolunu bulacağız.” O gün bugün ne babamın yakasındaki kan lekesi, ne de benim gerçeği arama arzum ve esas olan düşmanla, yani gerçekle olan savaşım bitmedi, bitmeyecek de…

*Senarist