Pirüpak bir üniversiteye doğru!

Akademisyenler, güya devletin bekası için, meslektaşlarını ispiyonlamakta, hedef göstermekte, karşı bildiriler yazmakta beis görmediler.

Google Haberlere Abone ol

Kemal Düzbay

1930’lu yıllara gelindiğinde siyasi, diplomatik ve ekonomik konularda daha istikrarlı bir pozisyona kavuşan cumhuriyet rejimi, bu durumun verdiği özgüvenle, üniversiteyi de yeni rejim doğrultusunda değiştirmek için, 1933 yılında ilk adımları atmıştı. Değişiklik Atatürk’ün direktifleriyle, Maarif Vekili (Eğitim Bakanı) Dr Reşit Galip’in (Baydur) öncülüğünde gerçekleştirilecekti. Çeşitli raporlardan, meclis tartışmalarından sonra, 31 Temmuz 1933’ten itibaren, o zamanki tek “üniversite” olan İstanbul Darülfünun’u ortadan kaldırıldı ve yerine 1 Ağustos 1933’ten itibaren İstanbul Üniversitesi adıyla yeni bir üniversite kuruldu. Darülfünun nispeten daha özerk (muhtar) bir kurumken, yeni üniversite Maarif Vekâleti’ne (Eğitim Bakanlığı) bağlı bir hale getirilmişti. Darülfünun’un öğretim üyelerinin bir kısmı, cumhuriyet ideolojisine ve inkılâplara çeşitli sebeplerle muhaliflerdi. Toplam 240 olan öğretim üyesinden, muhalif olduğu düşünülen 157’si (3’te 2’si) görevden uzaklaştırıldı. Yeni üniversitenin kadroları ise Darülfünun’dan devşirilenler, yabancı (çoğunlukla Alman) bilim insanları ve devlet tarafından yurt dışında okutulmuş genç akademisyenlerden oluştu. Darülfünun’a Osmanlı zamanında da birkaç defa çeki düzen verme çabaları olmuştu. Cumhuriyet tarihindeyse defalarca tekrar edecek olan politik akademisyen tasfiyesinin ilki bu üniversite reformuyla gerçekleştirildi.

1933’teki ilk müdahalenin amacı, üniversiteyi cumhuriyetin modern-laik-milli devlet ülküsünün bir tür ideolojik aygıtı haline getirmekti. Bu müdahale gerçekten de işe yaradı; cumhuriyet tarihi boyunca üniversite her zaman modernleşmenin, laikliğin ve ulusçuluğun adeta bir kalesi olageldi. İçeri “sızmayı” başarmış “zararlı unsurlar” da her on yılda bir ayıklanıyordu. 1948’de, 1960, 1971 ve 1980 darbelerinden sonra ve 28 Şubat’ta üniversitelerde büyük çaplı reform ve tasfiyeler gerçekleştirildi. Düşünce ve faaliyetleri o günkü konjonktürde makbul görülmeyen akademisyenler çeşitli bahanelerle, hukuksuz bir şekilde akademiden uzaklaştırılıyor ve bir daha giremesinler diye her defasında üniversite kanunları değişiyordu. En son 12 Eylül darbecileri YÖK’ü kurarak bu müdahale geleneğini sürekli ve kurumsal bir hale getirdiler.

Akp’nin üniversitelerde giriştiği tasfiyelere biraz da bu müdahale ve tasfiye tarihi içinden bakmak lazım. Akp (özellikle türban meselesinde) laikliğin ve kendisine muhalefetin kalesi olarak gördüğü üniversiteleri ele geçirmek için çok çaba sarf etti. Önce her ile üniversite açarak, o sıralar can ciğer kuzu sarması oldukları Gülen Cemaati’nin yardımıyla akademide kadrolaştı. Yine aynı işbirliğinin ürünü Ergenekon Soruşturmaları’nın üniversite ayağında birçok rektör ve akademisyen üniversitelerden tasfiye edildi. Üniversite artık o modernleşme ve laiklik ülkülerini eskisi gibi canla başla savunan bir kurum olmaktan çıkmıştı.

Barış İçin Akademisyenler’in (BAK) yayımladığı bildiriden sonra, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere Akp çevresi, imzacılara adeta savaş açtılar. Çeşitli suçlama ve hakaretlerle birlikte polis ve hukuk teşkilatı ile üniversite yönetimleri harekete geçerek, imzacılar hakkında gözaltı, tutuklama ve işten çıkarma kararları aldı. Eh, ne de olsa emir büyük yerden gelmişti. Metnin içeriği soruşturma ve eleştiri konusu yapıldı. Oysaki mesele metinde ne yazdığı değildi. Aynı ya da benzer ifadeler öncesinde ve sonrasında, başka kişi ve kurumlar tarafından dile getirilmişti. Fakat Erdoğan ve Akp yalnızca o metnin imzacılarını hedef tahtasına oturttular. Çünkü bu bildiri Akp’ye üniversitelere müdahale etme fırsatı veriyordu, hem de iktidarın ancak nice araştırmalardan sonra elde edebileceği bir isim listesini ellerine tutuşturarak. BAK soruşturmaları üniversiteleri ele geçirme çabasının yeni bir dalgasıydı; bildiriye imza atan (çoğu sol eğilimli) akademisyenler ya tasfiye edildi ya da idari soruşturma, görevden alma, ceza vs ile sindirildi.

Son dönemde ise FETÖ soruşturmaları kapsamında, cumhuriyet tarihinin üniversitelerdeki en geniş çaplı tasfiyesi gerçekleştiriliyor. Şimdiden binin üzerinde akademisyen görevden uzaklaştırıldı –üstelik bizzat Erdoğan’ın itiraf ettiği gibi, at izi it izine karıştırılarak. Sadece FETÖ ile ilişkili olanlar değil, iktidarca “makbul” görülmeyen, aykırı olarak bilinen akademisyenler (örneğin BAK’a imza verenler) de fırsattan istifade uzaklaştırılıyor. Bu durum da at izinin it izine sehven değil, bile isteye karıştırıldığını gösteriyor.

Gerek geçmişte, gerekse de son dönemdeki müdahale ve tasfiye süreçlerinde, akademinin kahir ekseriyeti, hep iktidarın tarafını tuttu. Özerklik, ifade özgürlüğü gibi kavramlar üniversite camiasında bir lafız olmaktan öteye gidemedi -ki bilimsel araştırma için her şeyden önde gelirler. Akademisyenler, güya devletin bekası için, meslektaşlarını ispiyonlamakta, hedef göstermekte, karşı bildiriler yazmakta beis görmediler.

Sanırım bir takım istatistikî veriler sunmaya gerek yok, Türkiye’deki üniversiteler kalite bakımından, bir iki istisna hariç, dünyanın en sıradan/kötü üniversiteleri arasında. Bütün bu tasfiye ve müdahaleler bittikten sonra da sadece kalitesiz değil, ayrıca tamamen milli, tamamen yerel, pirüpak üniversitelere kavuşacağız.