Ne Yapmalıyız Aslı, Ne Yapmalıyız?

Bir dostumun söylediği sözse her zaman aklımda: “İnsan eşiklerde sınanır”. Tam da böyle bir eşikte olduğumuz zamanlarda değil miyiz?

Google Haberlere Abone ol

Zeynep Köylü

Önce Aslı Erdoğan ardından Necmiye Alpay taş duvarların ardına konulduğunda Bilge Karasu’nun her döneme hitap eden katmanlı anlatısı Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı düştü içime. Kitabın ilk öyküsü olan “Ada”nın kahramanı Andronikos, ikonoklazm olarak bilinen baskı döneminden kaçıp bir adaya sığındığında ne yapması gerektiğini sorgular. Bu baskı karşısında ne yapmalıdır? Ya orda kalıp baskıya boğun eğecek, inanmadığı bir şekilde yaşayacak ya da boyun eğmeyip hapse atılmayı, cezalandırılmayı göze alacaktır. Ada’ya kaçan Andronikos orada inancını, tutumunu sorgular ve şehre geri döner. Ölüm cezasına çarptırılmayı tercih etmiştir.

İkinci öykü “Tepe”nin kahramanı İoakim ise bu baskı döneminde, Andronikos’un aksine şehirde kalır. Andronikos’un peşine düşmemiş, onu arayıp sormamış, hatta onun işkenceyle ölümüne seyirci kalmıştır. Daha sonra kaçtığı yerde “Tepe”yi inip çıkarken tüm olanlar karşısında sessiz kalışını sorgular. Bütün ömrü boyunca zihninde, vicdanında yaptığı uzun yolculuk Andronikos’un Ada’ya yaptığı gerçek yolculukla birleşir adeta.

Kitabın son öyküsü “Dutlar”da ise, her dönem farklı kılıklarla ortaya çıkan baskı ve zulmü, yakın dönemdeki bir kaçış öyküsüyle verir Karasu. Baskı her dönem vardır fakat bunun karşısında biz ne yaparız?

Son zamanlarda olup bitenlere baktığımda, Nuri Bilge Ceylan’ın deyişiyle “yalnız ve güzel ülkem”e baktığımda Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nın ince sızısını duyuyorum. Kaçmak mı, kalmak mı arasında bocalayan insanlar, başkasının başına gelen karşısında takındığımız tutum, haksızlıklara her ne pahasına olursa olsun direnme ya da boyun eğme… Bir dostumun söylediği sözse her zaman aklımda: “İnsan eşiklerde sınanır”. Tam da böyle bir eşikte olduğumuz zamanlarda değil miyiz?

Bu noktada başkalarının acısına bakmak dediğimizde bir çırpıda akla gelir Aslı Erdoğan. Onda söz; çırpınışla büyüyen bakışa, ete saplanan bir kıymığın acısına, bir ağacın çatlarken çıkardığı sese denk gelir anında. Onun aynasında sahici olmayan göremez kendini, sözcükleri boş bir kovan sanan göremez. Tırtıklı dilin yarıp geçtiği, oyuklar açtığı bir yoldur onun yolu. O yolda yürürken patikalara uğramadan, kıvrımlara bakmadan yapamaz. Derrida’nın “şiir kirpisi” gibi dikenlerini içine gömüp sakınımsız bir şekilde yola atar kendini. “Çünkü yaralamayan ve yara gibi açılmayan şiir yoktur”, -Aslı’yı düşündüğümüzde- yazı yoktur. Taşı anlattığında taşa çevirir bedenini, ırmağı anlattığında ırmağa... Taş Bina’da dediği gibi:

"İnsan bedeniyle yazmalı, tenin altındaki çıplak, savunmasız bedenle… Bir “H” harfi alırsın, iki tane “A”, “Y”, ve “T”: HAYAT diye yazarsın. Tek sır, harflerin yerini şaşırmamak. Efsanedeki gibi, bir harfi düşürüp canlanan çamuru saf ölüme çevirmemek… Hayat, diye yazıyorum, bir soluktan çok derin bir iç çekmeyle, onu koparıp alabilenlerin. Dalından bir meyveyi, topraktan bir kökü koparırcasına…”

Hayata inancı bu denli güçlü, bu denli tutkulu bir insanın, ölümü istediğini iddia etmek kadar hakikati çarpıtan başka bir şey olamaz sanıyorum. Orası vicdanın kapandığı, kör noktaya düştüğü yer olabilir ancak. Oysa vicdanla baş başa kalmak gibidir Aslı Erdoğan’ın yazıları. Herkes orada kendine bakamaz. Ama baksa acıyla birlikte rahatlayabilir de… Ama baksa İoakim’in kendini sorgularken eriştiği bilince erişebilir de…

O acılı yolu, o meşakkatli yolu gitmek değil mi bütün mesele?

Göze alamadığımız, görmezden geldiğimiz…