Bir kabilenin küçük hesapları

Özellikle Türk ve Kürt kabileleri üzerine çalışanlar, yoğun bir şüphe ve güvensizlik bağlamında, bırakın etkileşimi, en sıradan iletişimin bile nasıl gerçekleşebildiği hususunda tüm teorilerini gözden geçirmek durumunda kalmışlardır.

Google Haberlere Abone ol

Levent Ünsaldı *

İlk dönem Amerikan sosyolojisinin maharetli ustalarından biri olan William Isaac Thomas, her türden toplumsal eylemin, karşılaşmanın, rutine dönüşmüş en sıradan günlük etkileşimlerin bile bir dizi hipotez çerçevesinde geliştiğini iddia eder. “Hipotezler içerisine gömülüyüz”; “hipotezler üzerinden yaşıyoruz” der… Muhtemelen biraz âlimane bir giriş oldu! Hemen açıyorum sevgili okur. Misal; beni evinizde keyfili bir akşam yemeğine davet ettiğinizde, yani beni geçici de olsa kabilenizin içine aldığınızda, o gece kendinizi ve eşinizi saat 02:00 civarı, o güzel ancak buzlarla dolu küvetinizin içinde, böbrekleriniz çalınmış halde bulma “ihtimalini” muhtemelen dışlıyorsunuzdur. Ve yine pek muhtemel ki, siz farkında dâhi olmaksızın arka planda işleyen ve tam anlamıyla sınanması hiçbir zaman mümkün olmayan bu ve bunun gibi pek çok örtük varsayım üzerinden beni evinize davet ediyorsunuzdur. Levent; şunu yapar, şunu yapmaz, şunu yaparsa vallahi inanmam; bunu ondan hiç beklemezdim, boyu posu devrilesice (örtük hipotezin fiiliyatta çöktüğü an)! Kandırılmak veya kandırmak tam da bu örtük varsayımlarla ilişkili bir durumdur; lakin aceleye mahal yok, yavaş yavaş geliyoruz, öncelikle birkaç meseleyi daha oturtalım.

Eğer hal böyleyse esas soru şudur: Kesinliğini hiçbir zaman tam bir güvenilirlikle sınayamayacağınız ve boşa çıkma ihtimali de her an söz konusu olan bu gündelik örtük hipotezler dâhilinde, toplumsal yaşam nasıl oluyor da her şeye rağmen belli bir “öngörebilirlilik” içerisinde devam edebiliyor? Kısacası mesele, diğer bir ifadeyle, bazılarının böbrek hırsızlığı yapması değil; neden herkesin bunu yapmadığı da değil. Mesele, bu fikrin kendisinin gündelik-sıradan etkileşimlerde (örneğin beni evinize davet ettiğinizde) neden çok düşük, neredeyse “gerçek-dışı” bir ihtimal olarak görülüğüdür. Cevap için yeniden W.I. Thomas’a dönelim, şöyle diyor o meşhur cümlesinde: “İnsanlar durumları gerçek olarak tanımladıklarında, [bu her şeyden önce] sonuçları itibarıyla gerçektir.” O halde sizin Levent tanımınız, sadece sizi değil, beni de bağlar ve evet, her şeyden önce de sonuçları itibariyle. Zira beni hem kendi benlik algımda hem de sizin nazarınızdaki gerçekliğimde tesis eder. Aynı şey elbette, benim size ilişkin yaptığım tanım ve tanımlar için de geçerlidir. Lakin bu, öyle özgür ve aşkın bir bilincin kaprislerini de takip etmez; zira bir kere ilişkiseldir, en az iki kişinin varlığını ve bu iki kişinin birbirlerine ilişkin tanım ve beklentilerini gerektirir. İkincisi de toplumsaldır: Bu tanımlar kültürel manada kodlanmıştır ve bir dizi standart rol ve beklenti repertuvarı olarak zorlayıcıdırlar da. Siz bu tanımlar evreninin içine doğarsınız; onları her gün yeniden icat etmezsiniz; gündelik etkileşimlerinizde bunları deneyimler, az-çok sınar, az çok geniş veya dar bir yorumla pratiğe dökersiniz; az çok onanır ya da dışlanırsınız. İşte bu çerçevede Levent’i kabilenize buyur edersiniz ve yine bu çerçevede, toplumsal konumu ve arkadaşlık ilişkiniz sebebiyle, onun sizin böbreğinizi çalma ihtimalini “gerçek-dışı” bir olasılık olarak tasnif dışı bırakırsınız; aynen “medeni” bir insan olarak sofrada yellenmeyeceğinden, elleriyle güvece dalmayacağından veya akademisyen olması hasebiyle sizi dolandırmayacağından da az çok emin olduğunuz gibi.

TEORİDEN TASVİRE

Dolayısıyla, etkileşimin kendine has bir düzeni vardır, sıklıkla kırılgan ama nadiren tam anlamıyla dağılan. Bir etkileşim esnasında tüm hipotezleriniz, karşı tarafa ilişkin beklenti ve öngörüleriniz, dolayısıyla durumun kendisine ilişkin gerçeklik tasavvurunuz bir anda çökebilir (seni böyle bilmezdim, yazıklar olsun, gerçek yüzün bu mu senin!); ama hemen ardından, neredeyse sihirli biçimde, yerle bir olmuş olan yeniden tesis edilebilir de, elbette geride kuşku bulutları bırakarak (yanlış anladın beni tatlım, onu demek istemedim, tanımıyor musun beni, rica ederim). Toplumsalın sihri de kuşkusuz burada yatar; rol tanımlarıyla, kurallarıyla, sınırlarıyla olabildiğine zorlayıcı (Wittgenstein’ı takip ederek zorlayıcılığı burada, eyleme içkin olan, ona mihmandarlık eden, onu beklenilene yönlendiren olarak tanımlayalım), ama etkileşimin kendi dinamiğinde ise bir o kadar kırılgan ve narin. Bu kadar teori yeter. Şimdi de tasvir.

Bir notere gittiğinizde yapılan işlem esasında nedir? Tam da yukarıda bahsettiğim gibi, bir iddianın (yani hipotezin) tasdiki: “Merhaba, iyi günler, ben öğrenciyim, kiracıyım, vatanseverim, Türküm, esnafım, Kürdüm, işsizim, Aleviyim, Müslüman’ım, Devrimciyim iyi kalpliyim, sulu gözüm, cesurum, askerim…” Bu hakikat iddianızı ispatlar mısınız lütfen? Diyorum ya işte, üstelik beni tanıyorsunuz da, neden böyle ısrarcısınız? Olmaz öyle, geçen birisi de uykucuyum diyordu ama sabaha kadar oturdu ve buzdolabında ne var ne yok her şeyi süpürdü; hadi Notere! Gündelik etkileşimlerimiz yukarıdaki gibi türlü türlü sayısız iddiadan müteşekkildir aslında. Batı kabilelerinde bu iddialar esasen beyanla temellendirilir; beklenti ve öngörüler sürprizlere pek açık değildir; normatiflikler ve sınırlar yeterince tesis edilmiş gibi görülmektedir;  “etkileşimsel masumiyet karinesi” ve karşılıklı güven ilkesel olarak daha en başta tüm taraflara tanınır ve iddialar etkileşim esnasında, tarafların karşılıklı söz ve eylemleri üzerinden müzakere edilir, nihayetlendirilir. Tam da bundan ötürü bu kabilelerde, kutsal hakikat tasdikçisi olarak noter sayısı azdır, ıslak imza fetişizmi ise henüz dinsel bir form halini almamıştır. Bu kabileler üzerine çalışan etnologlar, gözlemledikleri bu eylem örüntülerinin tarihselliğini sıkı sıkıya vurgulamış ve genelleştirilemeyeceklerinin altını çizmişlerdir.

'BÖYLE DEDİ AMA ASLINDA…'

Mezopotamyalı etnologların son dönem çalışmaları bu tespiti doğrular niteliktedir zira farklı bir tarihsellikten doğmuş çok farklı idrak kategorileri ve ilişki biçimleri gözlemlemişlerdir. Özellikle Türk ve Kürt kabileleri üzerine çalışanlar, yoğun bir şüphe ve güvensizlik bağlamında, bırakın etkileşimi, en sıradan iletişimin bile nasıl gerçekleşebildiği hususunda tüm teorilerini gözden geçirmek durumunda kalmışlardır. Şiddetli bir güvensizlik veya bu yönde bir hissiyat tüm toplumu sarmış görünmektedir. Bir etkileşim esnasında her türden tanım veya iddia, en sıradanları bile, karşı tarafta anında bir sorgulamaya yol açmakta ve “acaba” sorusuyla karşılanmaktadır. Kabile üyeleri kendilerini sürekli olarak, “bunu yaptı-söyledi ama aslında şunu…” şeklinde bir zihinsel çabaya her an ve her yerde sevk etmektedir. Belki de bundan ötürü, araştırmacıları dahi şaşkınlığa sevk edecek türden en fantastik komplo teorileri, kabile içinde ve dışında üst akıl/düşman arayan en sürrealist yorumlar her kesimden kabile üyesinde taraftar bulabilmektedir. Asıl ilginç olanı, böyle bir eğilimden ziyade, kabiledeki ilişkilerin genel karakteri göz önüne alındığında, bu yorumların nesnel temelinin gerçekten de mevcut olabilme ihtimalidir. Kaygı, tedirginlik, tekinsizlik; sürekli biçimde kandıranlar ve kananlar; sinsi oyunlar, küçük hesaplar; kısacası neyin gerçek neyin gerçek olmadığını kıymetlendirmeye imkân tanıyacak tüm anlamsallık evrenlerinin, hakikat kaidelerinin çöküşü, “tarihsiz” ve “gerçeksiz” bir kabile yaşamı betimlemektedir. Gözlemciler, “bir nüshasını mutlaka al” takıntısının, başka hiçbir hakikat ölçütünün kalmadığı bu kabilelerde anlamlı olduğu kanısına varmıştır. Aynı şey hiç kuşkusuz, ıslak imza ve mühür fetişleri için de söylenebilir. Tüm bu yorucu bilişsel yükü kabile üyelerinin nasıl taşıdıkları ise ayrı bir muammadır. Genel bir tedirginlik ve sorgulama hali tüm toplumda neredeyse ontolojik bir kip halini almış görünmektedir. Tüm kurumsal rol ve eylem repertuarı devasa bir erozyona uğramış; bunun neticesinde de etkileşim esnasındaki beklenti ve iddiaların bir kıyas ölçütü kalmamış gibidir. Toplumsal alanların sınırlarının tüm muğlâklığında, iç-içe girmeler, hem o hem bu olma halleri bu kabilelerin en temel karakteristiklerinden biri olarak not edilmiştir; hem hırsız hem reis, hem kahraman hem hain, hem akraba hem katil, hem mağdur hem muktedir; hemen hemen her şeyin “hem hem”i olunabilmektedir. Yerel dillerdeki; “oldururuz”, “bakarız”, “hallederiz”, “olurunu buluruz” gibi ifadeler de muhtemelen bu kırmalıkları, açık bir kapının her zaman bulunabileceğini, kısacası daimi sınır ihlallerini ifade eder görünmektedir. Hemen hemen hiçbir kutsalı ve normu muhafaza etmeyen, sürekli biçimde “miş-mış” gibi yapan ve belki de bu sebeple müthiş bir adapte olabilme ve direnç gösterme kapasitesine sahip bu kabilelerin, paradoksal olarak köklere, atalara ve Tanrılara sürekli vurgu yapması da gözlemcileri şaşırtmıştır. Bazı etnologlar bunun, tam da ortada bir şey olmadığı için, bir dizi ritüel ve sembolik oyun vasıtasıyla her şeyin olması gerektiği gibi olduğu yanılsamasını yaratma işlevini yerine getirdiği iddiasındadır.

Sonuç olarak gözlemciler, tüm bu ilişki biçimlerinin etnosantrik, kültüralist veya tözsel bir çerçevede incelenmemesi gerektiği hususunda hem fikirdir. Bu noktada karşılaştırmalı tarihsel çalışmalara daha fazla ihtiyaç duyulduğunun da altını çizmektedirler. Lakin birilerine karşı bu kadar şüpheci ve acımasız olan bu kabile fertlerinin nasıl olup da halen bir arada yaşayabildiği, daha genel olarak ise tüm taşıyıcı normatif kolonları bu kadar hasarlı bir kabilenin nasıl ayakta kalabildiği açıklanmayı bekleyen bir soru olarak gizemini korumaktadır. Araştırmacıların buna ilişkin henüz bir cevabı yoktur ancak bu yöndeki ilmi tetkikleri tüm hızıyla sürmektedir…

- Bir saniye, bir saniye; tamam, arkadaş bizi incelediğini iddia ediyor da, peki ya kendisi de üst aklın taşeronuysa ve bir algı operasyonu yapıyorsa?

Hadi bakalım, buyur buradan yak sevgili okur…


* Sosyolog