Zamanı ana dilimizle algılarız

İsveç'te yapılan bir deney, insanların dilinin zaman algısı doğrultusunda, hissettiğimiz zaman akışının da şekillendiğini gösteriyor. Sonuçlar oldukça şaşırtıcı.

Abone ol

Kendra Pierre-Louis *

En kısa zaman birimi, saatinizin alarmını duymanız ile erteleme düğmesine basmanız arasındaki süre arasında gerçekleşmektedir. Acaba bu en kısa zaman birimi mi yoksa en küçük saat birimi midir?

En küçükle daha küçük olan, aslında bir gramatik kıyaslama sorunudur. Farklı diller, zamanı da farklı biçimde betimlerler. Örneğin, İsveççe ve İngilizce konuşanlar, zamanı mesafe olarak düşünmeye eğilim gösterirler; örneğin “ne kadar uzun bir gün,” deriz. Zaman, aşılması gereken bir genişlik halinde algılanır. Öte yandan, İspanyolca ve Yunanca konuşanlar zamanı hacim açısından düşünmeye eğilim gösterirler; “ne dolu bir gün,” diye bağırırlar. Zaman dolmaya hazır boş bir kap biçiminde görülür. Deneysel Psikoloji Dergisi'nde (Journal of Experimental Psychology) kısa bir süre önce yayınlanan bir araştırmanın aktardığı kadarıyla bu dil farklılıkları, aslında zamanın geçiş deneyimini etkilemektedir.

1980'lerden bu yana, araştırmacılarla -üzgün olduğumuzda, mutlu olduğumuz zamanlarda hissettiğimiz etkiler nedeniyle- araştırmalarımıza ilişkin olarak konuştuğumuzda, soyut şeylerin onları nasıl düşündüğümüzü etkilemesi durumunun oldukça metaforik bir algı olduğuna karar verdiler.

ZAMAN NASIL ALGILANIYOR?

Stellenbosch Üniversitesi'nde dilbilim profesörü olan baş araştırmacı Emanuel Bylund “İnsanlar uzamsal terimler açısından zaman hakkında konuşmaya eğilimlidirler; ancak bunu mekânsal terimlerle de düşünüyor muyuz?” diye soruyor.

Bylund ve meslektaşları bir dizi psiko-sosyal araştırma amacıyla İspanyolca ve İsveççe konuşan gruplar oluşturdular. Birincisinde, 40 İspanyolca konuşan ve 40 İsveççe konuşan gruba iki koşuldan birini gösteren bir bilgisayar animasyonu izletildi.

İlkinde, katılımcılar gittikçe büyüyen bir çizgiye bakıyorlar. “Dört inç (1 inç = 2.54 cm) büyüyen bir çizginiz var ve büyümesi üç saniye sürüyor. Ardından, altı inç büyüyen başka bir çizgi göreceksiniz ve bunun da büyümesi üç saniye sürüyor.” diye açıklıyor Bylund.

Katılımcılara çizgilerin büyümesinin ne kadar zamanda gerçekleştiğini tahmin etmeleri için kendi anadillerinde eğitim verildi. Görseller, İsveççe konuşanların zaman üzerine konuşma biçimiyle çakıştığından, araştırmacılar, ne kadar zaman geçtiklerini tahmin etmenin daha zor olduğunu düşünmelerini bekliyorlardı. Ve, öngörüleri doğru çıktı. İspanyolca konuşanlar, hattın ne kadar hızlı büyüdüğüne bakılmaksızın üç saniye geçtiğini biliyorlardı; ancak İsveççe konuşanlar, hattın bitiminde belirtilenden daha uzun bir zaman geçtiğini düşünüyorlardı. Bunun da bir sınırı vardır: bir İsveçli, çizginin büyüdüğü üç saniye içinde yüz yıllar geçmiş gibi hissetmiyor elbette. Ancak Bylund'un belirttiği üzere sürenin ortasında zorluk yaşadılar.

Bylund, “İsveçli konuşmacılar, beklenen mesafeden daha uzun genişlediğini hissettikleri hattın büyümesinin daha uzun sürdüğünü düşünüyorlar” diyor. “İspanyolca konuşanlar buna aldanmadı. Çizginin mesafe aralığının bir önemi olmadığını düşünüyorlar; onlar için büyümesi hâlâ aynı zamanı alıyor.” diye ekliyor.

FARKLI DEĞİŞKENLER ZAMAN ALGIMIZI ETKİLİYOR

Öte yandan, İspanyolca konuşanlar ikinci bir aldatıcı faktörden etkilenmeme eğiliminde: Kendilerine, ikinci deneyde, büyüyen bir çizgi kullanmak yerine, alttan dolduruluyormuş gibi görünen bir kap gösterildi. Bu, İspanyolca konuşanların zaman hakkında kullandıkları hacimsel düşünceleri taklit etmek üzere tasarlanmıştır. İsveççe konuşanlar kabın dolup taşmasa da yarım doluyken geçmiş olan zamanı tahmin etmede bir sorun yaşamıyorlardı; ancak İspanyolca konuşanlar kap dolduğunda daha fazla zaman geçmiş olduğunu düşünüyorlardı. Başka bir deyişle, konuştukları dil, zamanın göreli geçişini tahmin etme becerilerini etkiliyordu.

Peki, burada başka bir faktörün değil de dilin öncelikli etken olduğunu nasıl biliyoruz?

Yeni başlayanlar için, Bylund ve Athanasopoulos deneyi hem İspanyolca hem İsveççe konuşan 74 yetişkin ile yürüttü ve bahsettiğimiz sonuçlara ulaştı. İspanyolca sözlü talimat verilenler, bir çizginin büyümesi için gereken süreyi doğru bir şekilde belirlerken hiçbir sorun yaşamadı; ancak hacimsel koşullar altında tahmin yürüttüler. Benzer şekilde, İsveççe talimat verildiğinde, katılımcılar çizgi egzersiziyle test edildiler, ancak hacimsel egzersizle uğraşmadılar. Ve genel olarak, iki grubun zaman tahminlerinin doğruluğunda kabaca eşit olmaları oldukça dikkat çekicidir. Koşullar kendi dilleri kullanılmadığı zaman, gruplar doğru bir şekilde sonuca ulaştılar; ancak dilsel etken devreye girince eşit derecede etkilendiler.

Araştırmacılar deneyi yalnızca sözsel uygulamalarla gerçekleştirmediler: Katılımcılar çeşitli animasyonlar izlediler ve yalnızca filmin bitiminden sonra süreyi tahmin etmeleri istendi. Bir etken olarak dil olmadığında, İspanyolca ve İsveççe konuşanlar yaklaşık olarak eşit ve çoğunlukla sanal kapların doldurulması için ne kadar zaman geçtiği konusundaki algılamalarında doğruydu. Ancak iki grup da zaman çizgisi testinde süreyi algılamadaki hataları konusunda eşitti. Hatta İspanyolca konuşmacılar herhangi bir yönlendirme almadıkları durumda, çizgi deneyinde daha kötüydü.

Bylund, “Bir alan üzerinde hareket ettiğimizde, hareket ettiğimiz mesafenin ne kadar zaman aldığı gerçeği ile ilişkili yaşamsal bir öngörünün söz konusu olduğunu tahmin ediyoruz” diyor. “Henüz ana dil konusunda yetersiz bebekler dahi fiziksel uzunluk ile zamansal uzunluk arasında bir ilişki hissediyormuş gibi görünüyor. Bu, doğuştan gelen bir bilgi olabilir ve uzam içerisinde hareket ederken algıladığımız bir deneyim olabilir.”

Farklı bir şekilde söylersek, daha uzun mesafelerin daha uzun süreler anlamına geldiğini düşünmeye yatkınız. Ve İspanyolca konuşanlar, bu dilin zamanı farklı bir biçimde düşünmesine güdülendikleri zaman, ortaya çıkan yanlış algının da üstesinden gelebilirler. Bu sonuçlar, doğru koşullar altında dilin fiziksel deneyimlerimizden daha büyük bir önem taşıdığını işaret etmektedir.

Bylund “Biliyor musunuz, konuştuğumuz dilin düşünce şeklini etkileyip etkilemediği sorununda insanlar daha çok çift yönlü yaklaşma eğilimindeydi ve gerçekten de sonuçlar dilin belirleyici etken olup olmadığını söyleyemeyeceğinizi gösteriyor. Ancak belli koşullar altında bu gerçekleşiyor,” diyor.

Polonya kaynaklı olduğu söylenen bir ifade vardır: “Yeni bir dil öğrendiğinizde yeni bir ruha sahip olursunuz.” Üç farklı dilde konuşan Bylund, bu kadar ileri gitmiyor. Bununla birlikte, “İki dil konuşuyorsanız, aynı anda iki dünya görüşünü bir araya getirebilirsiniz ve bunlar arasında esnek bir şekilde geçiş yapabilirsiniz. İki dilde konuşan bir kişi olarak, iki farklı algı yaşayabilirsiniz. Bu, gerçekten de büyüleyicidir.”

* Makalenin aslı Popular Science sitesinde yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)