Yusuf Emre Yalçın: Sinemanın da, diğer tüm sanat dallarının da rahat bırakılması gerekiyor

Yönetmen Yusuf Emre Yalçın'la belgesel sinemayı konuştuk. Yalçın, "Türkiye'de özel olarak belgesel sinema değil, genel olarak bağımsız sinema arka planda kalıyor" dedi.

Abone ol

DUVAR - Sinop’ta dünyaya gelen yönetmen Yusuf Emre Yalçın, Kocaeli Üniversitesi’nde Radyo, Sinema ve Televizyon lisansı, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Sinema-Televizyon yüksek lisansı yapar. Lisans eğitimi sırasında İstanbul’a taşınarak uzun bir süre freelance olarak reklam filmlerinde ve kliplerde reji asistanı ve post-prodüksiyon sorumlusu olarak çalışır. “Daha sonra sektördeki bazı memnuniyetsizliklerim sebebiyle bu işi yapmayı bıraktım” diyen Yalçın, Goethe-Institut Istanbul, Kulturakademie Tarabya, İstanbul Almanya Başkonsolosluğu gibi kurumlara tanıtım filmleri çekmeye başlar.

2015’ten beri bağımsız film projeleri üretmeye devam eden Yalçın, bir yandan da Sinop’ta 2006’dan bu yana iki yılda bir düzenlenen Sinop Bienali’nde gönüllü olarak görev almaya devam eder.

Yaklaşık altı aydır da Londra’da yaşayan Yalçın, yönetmenliğini yaptığı son belgesel filmi "Anima"yla 40. İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Belgesel Film Ödülü’nü kazandı. Yalçın’la belgesel sinema anlayışını konuştuk.

'BELGESEL SİNEMA, SANATÇIYA YARATICILIK ALANI AÇAR'

Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

Öncelikle belgeselin gerçeğe sadık kalması meselesini nasıl gördüğümü açıklayayım, böylece sorunun ikinci kısmına vereceğim cevabın da netleşeceğine inanıyorum.

Sadık kaldığımız gerçek, kimin gerçeği veya herkes için ortak olan tek bir gerçekten bahsedebilir miyiz? Gerçek, son derece öznel bir durum bana kalırsa. Habercilik, gazetecilik ya da televizyon belgeselciliğinin aksine belgesel sinemanın amacının salt bilgi aktarmak olduğunu düşünmüyorum. Belgesel sinema tanımlaması filmin içeriğinden ziyade formunu kategorize eden bir tanımlama bence, eğer ille de bir kategorizasyon yapacaksak. Belgesel sinema, yaşadığımız hayatın kendisini ana malzeme olarak kullanması bakımından kurmaca sinemadan ayrılıyor evet ama ele alınan gerçek durumu ya da takip edilen karakteri bir yaratıcının kendi yorumuyla yeniden ele alışı, onu kendi gördüğü haliyle aktarma çabası, gerçeğin o yaratıcı tarafından seçilen bir alternatifinin izleyiciye sunulması bakımından da kurmacaya benziyor.

Buradan hareketle sorunun ikinci kısmında bahsedilen kurmaca ve hayali olan sanatçıyı kısıtlar mı sorusuna cevabım, hayır, aksine özgürlük ve yaratıcılık alanı açtığını düşünüyorum.

'BAĞIMSIZ SİNEMA TÜRKİYE'DE ARKA PLANDA KALIYOR'

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Seyirci açısından yorumlayacaksak, belgesel sinema, kurmacayla kıyaslandığında biraz arka planda kalıyordu evet ama ben artık bunun değişmeye başladığını düşünüyorum. Yaratıcı belgeseller çoğaldıkça seyircinin izleme alışkanlıkları da değişmeye devam edecektir.

Evet, kaynak yaratmakta zorlanıyoruz ama Türkiye’de bağımsız kurmaca filmlerin de kaynak yaratma konusunda çok rahat olduğunu söyleyemeyiz. Yani ülkemizde özel olarak belgesel sinema değil, genel olarak bağımsız sinema arka planda kalıyor. Belki yapımcı-dağıtımcı-sinema salonu üçlüsünün yasal olarak aynı bünyede toplanabiliyor olmasının getirdiği doğal ve tektipleştiren bir sonucu diyebiliriz. O yüzden belgesel-kurmaca diye ayırmadan bağımsız sinemanın üvey evlat konumuna itildiğini söyleyebiliriz belki. Sinemaya bir sanat formu değil de sadece ticari bir ürün olarak bakılması, hatta sanat formu olarak tehlikeli bile sayılması devletin de bu durumu değiştirmek için bir şey yapmamasına sebep oluyor sanırım. Tabii ki ticari bir üründür de aynı zamanda, sinemanın o formuna da karşı değilim. Ama ikisi arasında bir denge kurulması gerekiyor.

'KENDİMİ, BELGESEL SİNEMAYI KEŞFETMEYE YENİ BAŞLAMIŞ BİR SİNEMACI OLARAK GÖRÜYORUM'

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Açıkçası kendimi belgesel sinemayı keşfetmeye yeni başlamış bir sinemacı olarak görüyorum. O yüzden kendimi bu gelenek içerisinde belli bir yere konumlandırmak için çok erken. Sürekli üretiyorum ve yeni şeyler deneyerek kendi dilimi bulmaya çalışıyorum. Belki zamanla kendimi bir yere konumlandıracak kadar iş üretirim, belki de belli bir dilim olmadan hayatım boyunca denemeye devam ederim, hiç bilemiyorum. Yaşayıp göreceğim.

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Daha önceki soruda söylediğim gibi özel olarak ‘belgesel sinemanın’ salt bilgi taşıma aracı olduğunu düşünmüyorum. Ama genel olarak ‘belgesel’ dediğinizde çok fazla alt türü olan bir yapıdan bahsediyorsunuz. Bunun içerisinde salt bilgi taşıma amacıyla üretilen işlerin de, sosyal medya için üretilen işlerin de değerli olduğunu düşünüyorum. Her işin kendi platformu, seyircisi, mesajını iletme şekli ve farklı kesimleri etkileme gücü var. Benim üretim şeklimin ulaşamayacağı insanlara sosyal medya işleri ulaşabilir mesela ya da tam tersi. O yüzden çeşitlilikten memnunum.

'SİNEMANIN DA, DİĞER SANAT DALLARININ DA RAHAT BIRAKILMASI GEREKİYOR'

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de çoğu sanat dalı gibi sinema da kendine oto-sansür uygulayan bir sanat formu olma tehlikesiyle karşı karşıya. Sinemanın da, diğer tüm sanat dallarının da rahat bırakılması gerekiyor. Eleştirilmekten bu kadar korkan ideolojiler, kendilerinden emin olmayan ya da yanlışlarının farkında olup duyulmasını, yayılmasını istemeyen insanların savunduğu fikirlermiş gibi geliyor bana. Çünkü siz eğer içiniz rahat bir şekilde doğru bir iş yaptığınıza inanıyorsanız eleştirileri de sakinlikle karşılayabilir, ‘Sizin düşüncenize saygı duyuyorum ancak ben kendi kararımın doğru olduğuna inanıyorum’ diyebilecek kadar karşılıklı iletişime açık olursunuz. Sizi her eleştireni hain ilan etmenize gerek kalmaz. Eğer her eleştiriyi bastırmaya çalışıyorsanız orada zaten kuşku duyulmaz şekilde gizlemeye çalıştığınız sorunlar vardır.

Diğer yandan sansürün sanatçıya bir yaratıcılık da getirdiğini söylüyor Abbas Kiyarüstemi. Sinema, derdini açıkça dile getirdiğinde güzel olan bir sanat formu değil. Daha dolaylı anlatımları, yaratıcı yaklaşımları gerektiriyor. İran’daki baskılar yüzünden sinemaya küsmek bir yana, derdini çaktırmadan anlatmak için aradığı yolların onu daha yaratıcı yaptığını söylediği bir röportajını okumuştum Kiyarüstemi’nin. Ben de bunu düşündüğümde dünyanın her yerinde, tanışmasalar bile birbirini anlayan ve aynı dilden konuşan insanların var olduğunu bilerek, sanki egemenlerin giremediği, girseler de anlayamadıkları ortak bir dünya kuruyormuşuz gibi hissediyorum.

Tabi ki yapılan baskıları güzellemek için söylenen bir şey ya da bir tip Polyannacılık değil burada bahsettiğim. Her zaman yanlışa yanlış demeye ve baskılara karşı ses çıkarmaya devam etmemiz gerekiyor, o ayrı. Ama bir yandan da baskı ortamında bile üretmenin yollarını aramamız gerekiyor.

Burada bir film önerisi yapmak istiyorum. Kiyarüstemi’nin sınırlar yaratıcılığı artırır söylemine, hatta düzenlediği film atölyelerinde kullandığı yöntemlere paralel bir iş olarak Lars Von Trier’in 'The Five Obstructions' belgeselini izlemenizi çok isterim.

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Burada bahsedilen Gain ve Exxen gibi platformlarsa tabii ki bu tip dijital platformların çoğalması olumlu görünüyor. Ana akım ve genel seyirciye yönelik reyting kaygısının azalması üretilen işlerin daha özgün olmasını sağlayacaktır diye düşünüyorum. Bu anlamda evet, platformların çoğalması ve alternatif ekonomik modellerin ortaya çıkması yaratıcıları özgürleştirir. Ayrıca bu tip platformlara iş üreterek geçimini sağlayabilen sinemacılar kendi bağımsız projelerini üretmek için de kendilerine daha çok zaman kazanacaktır diye düşünüyorum. Ama bunları kesin olarak söyleyebilmek için çok erken. Bu tip şeyleri henüz içindeyken anlamak, analizini yapmak kolay değil. Belki şu an farkına varmadığımız zararlı yan etkileri de ortaya çıkabilir. Zaman ilerledikçe hep birlikte göreceğiz.

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Evet, yeni bir iki proje fikri var. Ancak hangisi hangi sırayla yapılacak şu an belli değil. Biraz hangi projenin gündemimi daha yoğun işgal edeceğiyle biraz da hangisine fon bulunacağıyla ilgili olarak gelişecek gibi görünüyor.

Günlerim Londra’ya alışmaya çalışmakla geçiyor. Bir de Sinopale’nin çevrimiçi etkinlikleri için çalışıyoruz.