Yürüyoruz; Rubicon geçildi…

Bundan 21 gün önce Kemal Kılıçdaroğlu, kimse gelmeyecek olsa bile tek başına yürümeye kararlı olarak Güven Park’tan yürümeye başladığında, İstanbul il sınırlarına varabileceğini, vardığı takdirde on binlerin katılımıyla yürüyeceğini, on milyonları bulundukları yerde yürümek üzere ayağa kaldıracağını aklından geçirmiş miydi, bilemiyorum.

Abone ol

Cengiz Çandar

Yürüyoruz.

Kimimiz Ankara-İstanbul yolunun 400. Kilometresine yaklaşmış vaziyette, karayolunun üzerinde.

Kimimiz hukukun ayaklar altına alınıp pas pas gibi çiğnendiği ülkemizde haksız yerde gönderildiği dört duvar içinde bulabildiği yürüyüş mesafesinde.

Kimimiz, insanlık suçu olan işkenceden çıktığı yerde, derman bulmaya çalışarak beyninde.

Kimimiz, gönlümüzü ülkemize çevirmiş, gurbette, ruhumuz Ankara-İstanbul yolunda, yürüyüş konvoyundakilerle birlikte, Kılıçdaroğlu’nun yanıbaşında.

Yürüyoruz. Hep birlikte yürüyoruz.

Tümümüzü biraraya getiren, hepimizin açlığını gidermek amacıyla yürüyoruz: Adalet!

Birbirimize kim olduğumuzu, hangi tarihte kim ile, kimlerle, nerede, nasıl birlikte olduğumuzu, olmadığımızı; neyi, ne zaman, ne şekilde düşünmüş bulunduğumuzu sormadan yürüyoruz. Hepimiz, adalet açlığı çektiğimiz için, aç açın halinden anlar kabilinden, hep beraber yürüyoruz.

Ali Topuz, “Yürüyor. Ana muhalefet lideri. Yürüyüş, başkentten taşraya. Parlamento’nun, hükümetin, kudretli icra makamı cumhurbaşkanlığının olduğu yerden, olmadığı yere, İstanbul’a doğru” diye başlamıştı bugüne dek “Adalet Yürüyüşü” ile ilgili olarak okuduğum en çarpıcı yazıya.

Yıllarca Radikal’de yazdığım yazılar Ali Topuz’un elinden geçtikten sonra yayımlanırdı. Onun yazısından ilhamla kaleme aldığım bu yazıyı da ona teslim ettim.

Onun yazısını okumadan önce Ertuğrul Mavioğlu’nun “Adalet diyorsun FETÖ diyor, barış diyorsun terörist diyor, özgürlük diyorsun dış güçler diyor, demokrasi diyorsun üst akıl diyor; gel de anlaş” yazılı tweetini okumuştum sosyal medyada. Zihnimde anılar canlandı. Ertuğrul’un çalıştığı masa, Ali’nin sol çaprazında, benimkinin sağ çaprazındaydı. Birdenbire, masalarımızdan kalkıp, yıllar sonra birlikte yürüdüğümüzü fark ettim. Yine buluştuk.

Ali Topuz’un dediği gibi, “Yürüyor. Ana muhalefet lideri”, Kemal Kılıçdaroğlu yürüyor ve hepimizi de ayağa kaldırmış, olabilecek en barışçı görüntü ve arzuyla, üzerimizde “adalet” yazısı, neredeysek orada ve oradan, hep birlikte yürüyoruz işte.

Bundan 21 gün önce Kemal Kılıçdaroğlu, kimse gelmeyecek olsa bile tek başına yürümeye kararlı olarak Güven Park’tan yürümeye başladığında, İstanbul il sınırlarına varabileceğini, vardığı takdirde on binlerin katılımıyla yürüyeceğini, on milyonları bulundukları yerde yürümek üzere ayağa kaldıracağını aklından geçirmiş miydi, bilemiyorum. Ankara-İstanbul “Adalet Yürüyüşü”nün tarihe geçecek çok ama çok önemli bir yürüyüş olduğunu ise bilebiliyorum.

Bu yazının ilham kaynağının şu satırlarına döneyim:

“İki siyasi yürüyüş türü var. Biri genellikle merkeze, ikincisi genellikle merkezin dışına. Merkezden dışarıya, taşraya doğru olan siyasi yürüyüşler biraz mitik ve biraz da teolojik özellik arz eder: Musa’nın Mısır’dan çıkışı, Muhammed’in Hicret’i, Spartaküs’ün çıkışı, Temuçin’in kabilesinden ayrılışı, 1. (Çelebi) Mehmet’in Niksar dağlarına çekilişi, Gandi ve Mao’nun yürüyüşleri… Bulundukları mekânda, merkezde siyaset imkânı kalmamış, onlar da merkezden çekilmişlerdir. Geri dönmek üzere.

"Bunların dışındaki yürüyüşler, özellikle 'modern' siyasette bildiklerimiz hep sistemin dışına, kenarına, ötesine sürüklenmişlerin hak talebiyle merkeze yürüyüşleridir: İşçiler yürüdü. Kadınlar yürüdü. Sömürgeler yürüdü. Amerika’da siyahlar, Kızılderililer yürüdü. LGBTİ yürüdü. Savaş karşıtları yürüdü… Doğrudan merkeze gitmeseler de oraya seslenirler. En ünlüsü Martin Luther King’dir bu tipin.”

Bunlara bir de yakın tarihten bir örnek olarak, “iktidar için merkeze yürüyüş”ü ekleyeyim. Bunun en tipik örneği, Mussolini’nin ünlü Roma Yürüyüşü’dür. Faşizmin, İtalya’da iktidara yürüyüşüdür o. 28 Ekim 1922 de “Kara Gömlekliler” yani faşist gruplar, Roma yakınlarında başkente doğru yürüyüşe geçmişlerdir. Kral, hükümeti kurma görevini Mussolini’ye vermek zorunda kalmış, 30 Ekim günü Roma kapıları faşistlerin Roma’ya muzaffer girişlerine açılmıştır.

Kılıçdaroğlu’nun adımları

Tayyip Erdoğan’ın, Gezi olayları devam ederken 3 Haziran’da çıktığı Kuzey Afrika gezisinden 7 Haziran’da İstanbul’a dönüşünde sabaha karşı 03’te yaptığı havaalanı konuşması, bunun ardından 9 Haziran pazar günü başkent Ankara’ya dönüşünde, Esenboğa havaalanından şehre kadarki 27 kilometrelik yolda defalarca durarak yandaşlarına seslenmesi ve hepsinden önemlisi, ülkede totalitarizmin yerleşmeye başlamasının göstergesi olarak, tüm televizyon kanallarının birbirinin karbon kopyası olan bu konuşmaları canlı yayında nakletmeleri… 1922 Roma Yürüyüşü’nün, 2013 Türkiyesi’ndeki izdüşümü…

O günlerde, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile bir özel sohbette bu gözlemimi paylaşmıştım da... Tıpkı 1922 Roma Yürüyüşü gibi, Esenboğa- Ankara yürüyüşü de bir “iktidar yürüyüşü”ydü. Ve Erdoğan aslında Gezi olayları konusunda kendisinden farklı bir yaklaşıma sahip olan Gül’e ve “İktidar benim ve onu kimseyle paylaşmayacağım” mesajı veriyordu.

Gezi, Türkiye’nin bir otokratik rejime evrilmesinin miladı sayılacak biçimde, şiddet kullanılarak bastırıldı. Esenboğa-Ankara yürüyüşü, 1 Kasım 2015 seçim sonuçlarıyla ve giderek 20 Temmuz 2016 Olağanüstü Hal ilânıyla yol aldı. 16 Nisan 2017 tarihinde de, şaibeli bir referandum ile adresine ulaştı.

Geçilen güzergâhta, Kürtlerle barış ufku karartıldı, Kürt şehirleri harabeye çevrildi, Türkiye dünyanın en büyük gazeteci hapishanesine dönüştürüldü, binlerce akademisyenin hayatı söndürüldü, seçilmiş belediye başkanları tutuklandı, milyonlarca seçmeni temsil eden siyaset insanları cezavlerine gönderildi.

Yargı, yürütmenin en keskin kılıcı halini aldı. Adaleti doğradı.

Ömrünün son döneminde bir gün rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal, bana, “Osmanlı’nın en büyük gücü, onca yüzyıl o kadar geniş bir coğrafyada, o kadar farklı kavim, din ve mezhebe hükmedebilmiş olmasının temelinde ne vardı, biliyor musun?” diye sormuştu. Cevabı beklemeden de devam etmişti: “Adalet! Ne fütuhat, ne iyi yönetim, ne şu, ne bu. Tebaası üzerinde adaletin var olduğu bir devlet olduğu inancını yerleştirebilmiş olmasıydı. Adalet kaybolmaya başlayınca, devlet de zayıfladı ve geriledi zaten…”

Cumhuriyet döneminde, Osmanlı’dan devralınan en önemli miras “Adalet mülkün temelidir” ilkesidir. Adalet yoksa, devlet de yoktur, demokrasi de.

İşte, bu yüzden milyonlarca insan, bulunduğumuz yer neresiyse orada Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanına dizilmiş yürüyoruz. Adalet için!

Hepimizin adalet özlemininin vakur sessizliğinin kulakları sağır eden gürültüsüyle…

“Rubicon”* geçildi mi?

Yoksa “Adalet Yürüyüşü” İstanbul’a varmadan provokasyon, saldırı ya da yargı kararıyla durdurulabilir mi?

Evet geçildi. “Adalet Yürüyüşü”müz gayri meşru yollarla ya da şiddete başvurularak -o da şimdilik- bastırılsa bile, artık geçildi.

Zira ülkenin en temel ihtiyacının “adalet” olduğunu ortaya koydu. “Adalet” arayışının milyonlarca insanı buluşturabildiğini ve harekete geçirebildiğini kanıtladı. Ve Türkiye’de umutların kaybolmayacağını tüm dünyaya gösterdi,

Yürüyoruz.

*Rubicon (Rubicō, İtalyanca: Rubicone) İtalya'nın kuzeyinde bulunan, 29 km uzunluğundaki nehir. Nehir Apenin Dağlarından doğar ve Emilia-Romagna bölgesinde bulunan Rimini ve Cesena şehirleri arasından geçerek Adriyatik denizine akar. "Rubicon'u geçmek" deyimi, geri dönüşü olmayan noktadan ileri gitmek anlamında kullanılır ve Jül Sezar'ın MÖ 49 yılında Lejyonu ile nehri geçmesine atıfta bulunur.