Yürümek yalnızca spor değildir!

“Yürümenin Felsefesi” eko-anarşizan bir felsefi bakış da sunuyor. Yürümek düşünce ile birleşiyor.

Abone ol

Çoğunluğumuz şehirlerde yaşıyoruz. Her gün bir yerlere yetişme telaşıyla, hızlı, saate hapsolmuş bir yaşama mahkûm edilmiş durumdayız. Etrafımızı kuşatan binalardan gökyüzünü görmek için çaba harcamak zorunda kalıyoruz neredeyse. Ormanlar, tepeler, kırlar resimlerde hayranlık duyarak izlediğimiz uzak temsillere dönüştü. Doğadan uzaklaştıkça pek çok şeyi unuttuk. Unuttuklarımız içerisinde bir şey daha var ki o da yürümek. Elbette yürümeye devam ediyoruz ancak hep bir yere ulaşma kaygısıyla, doğanın, güneşin, bulutların farkında olmadan. Doğa ile ilişkimiz turistik gezilerle, biçimli park ve bahçelerle, beton yollarla çizilmiş sınırlarla belirlenmiş durumda. Yani yürümeye çalışsak bile özgür değiliz.

Frédéric Gros’un “Yürümenin Felsefesi” adlı kitabını okurken fark ettiğim birkaç şeydi bu bahsettiklerim. Kolektif Kitap tarafından basılan metin yürümek üzerine felsefi bir değerlendirme sunuyor. Kitap, Nietzsche, Rimbaud, Rousseau, Nerval, Thoreau gibi isimlerin yürüyüş ile kurdukları ilişkiyi düşünceleri ve yaşama bakışlarıyla birlikte değerlendirmeye çalışırken; aylaklar, göçebeler, mülteciler, hacılar kısaca yollarda olanlara dair “yürümenin felsefesi” üzerinden bir bakış açısı getiriyor. Gandi ile de yürümenin nasıl bir direniş biçimi hâline gelebildiğini bize hatırlatıyor.

Yürümek spor değildir diye başlamış Gros, çünkü ona göre sporda; rekabet, puan, kurallar, teknik terimler var. Spor disipline eder, para ile ilişkilidir. Tüketim kültürünün bir parçasıdır. Oysa yürümek için bunlara ihtiyaç yoktur. İki ayağımızın olması yeterlidir. Yürümek yavaşça gerçekleşen bir eylemdir. Yazarın söylediği gibi, eğer hızlı olmak istiyorsanız tekerlekleri kullanın. Yürümek pek cazip gelmeyebilir ama gökyüzünü, güneşi ve manzarayı kaçırabilirsiniz. Gros’un penceresinden bakınca yürümenin yavaşlatıcı olması sanırım günümüz insanının önemli sorunu çünkü zaman hep hesaplanan, iyi kullanılması gereken bir durum yaratıyor. İnsan, kendi icat ettiği sürenin esiri oluyor böylece.

Devamlı bir koşuşturmanın içerisinde ve yaşadığı kentlerin gri binalarına benziyor. Hava durumunu genellikle işine uygunluğuna göre takip ediyor mesela, yoksa ne güneşin farkında ne de yağmurun getirdiği huzurun. Yürümeyi kendini bulma yoluna dönüştürenler ve varlık meselesi hâline getirenler için ise durum farklı çünkü onlar doğa ile ilişki kurmayı, onu sezmeyi ona ait olmayı seçmiş kişiler benim fikrimce.

NİETZSCHE : YORULMAK BİLMEYEN YÜRÜYÜŞÇÜ

Frederic Cros, Yürümenin Felsefesi, Kolektif Yayınları, 2017.

“Nietzsche yorulmak nedir bilmeyen hatırı sayılır bir yürüyüşçüydü. Sık sık yürüyüşten bahsederdi. Açık havada yürüyüş yapmak, Nietzsche külliyatının doğal bileşeni, yazarlığının da değişmez refakatçısıydı” diyor Gros. Onun felsefesine bakınca doğacı yönünü, doğayı gözlemleyerek ürettiği fikirlerini de sezebiliyoruz ki yazar, eserleri üzerinden örneklerle de bu fikri destekliyor. Nietzsche yaşamı boyunca sağlık sorunlarıyla boğuşan bir düşünür devamlı çektiği migren ağrıları, kusma krizleri ve acılarına derman olsun diye çıktığı yürüyüşler, Gros’un dikkat çektiği gibi onun kaderini belirliyor. O yürüyor, düşünüyor ve yazıyor. Bu nedenle onun eserlerinde kütüphane kokusu yok, açık havada çalışan bir zihnin, doğaya baktıkça insanın hiçliğini kavrayan bir bakışın izi var.

Nietzsche’nin bedeni devamlı hareket halinde ve Gros’a göre o yürüyüşlerini düzlüğe doğru değil, yukarıya doğru yapıyor. Şöyle diyor; “bir gezgin ve bir dağcıyım; düzlüklerden hoşlanmam ve görünüşe göre uzun süre kıpırdamadan oturamam. Beni bekleyen kader her neyse, yaşayacak daha neyim varsa, yürümek ve dağa tırmanmak olacak içinde: kişinin tecrübe edeceği şey nihayetinde hep kendidir.” Buradan anlaşılan Nietzsche için yürümek bir anlamda kendisini bulmak, tırmanmak, tırmanmak ve düşünmek onun felsefesinin inişli çıkışlı yolları gibi.

Nietzsche’nin yürüyüşleri ömrü boyunca gittiği yolda onunla birlikte bir yaşam şekline dönüşüyor ve onun doğa ile bütünlüklü bir ilişki kurmasına sebep oluyor. O yaşamının son dönemlerinde başkalarının deyimiyle “deliriyor” ama bana kalırsa o kendisini buluyor ki o zamanlarda insanların tuhaf bakışları arasında, sahibinden dayak yiyen atın boynuna sarılıp ağlaması, insanın bana kalırsa ulaşabileceği en iyi varlık noktası.

Onun doğa ile kurduğu ilişkinin bu bakışta, hayvanın acısını bu denli hissedebilmesinde önemli rolü olduğunu düşünürüm genellikle ve bu kitaptan onun yürüyüş arzusunun da doğa ile ilişkisinde belirleyici olduğu kanaatini edindim. Nietzsche bedeni tarafından ihanete uğrar Gros’un deyimiyle, felç olur ve tekerlekli sandalyede bulur kendisini, artık yürüyüşler bitmiştir annesinin onu dolaştırdığı kadar dâhil olabilir yaşama ve son günlerinde kitapta aktarıldığı gibi; “Her şeyin sonu ölüm”, “Atları ortalığa saçmıyorum”, “Işık kalmadı” gibi cümleler kurar.

YÜRÜMENİN DİRENİŞ HALİ: GANDİ 

Ayrıntılı olarak kitaptan bahsetmek istediğim bir diğer isim Gandi. Onun yürüyüşle ilişkisi daha gençliğinde başlamış, Londra’da hukuk derslerine girerken, vejetaryen lokantası bulabilmek için her gün düzenli olarak günde beş ila on beş kilometre yürüyormuş. Yürümeyi direniş olarak düşündüğümüzde Gandi’nin “tuz yürüyüşü” ilk aklımıza gelen olacaktır ki günümüzde insanlar pek çok talebi için bu geleneği hâlen devam ettiriyorlar diyebiliriz. Örneğin; coğrafyamızda Halil Savda Roboski’den Ankara’ya barış talebini dillendirmek için bir yürüyüş başlatmıştı, geçtiğimiz yıllarda yine barış talebi için yürümeyi eyleme dönüştüren gruplar olmuştu.

Gandi “içindeki sesi” dinleyerek tuz yürüyüşünü güvendiği ve kendi yetiştirdiği insanlarla başlatıyor. Bunun iki stratejisi olduğundan bahsediliyor kitapta; daha kökten bir muhalefetin başlangıcı olarak tuz vergisini kınamak ve bu kınamayı toplu bir yürüyüş biçiminde tertip etmek.

Çünkü İngilizler tuz toplama işinde tekel o dönemde. Kendileri dışında kimsenin tuz ticareti yapmasına hâttâ gündelik ihtiyaç için bile tuz toplamasına izin vermiyorlar. Oysa tuz denizin tüm insanlara armağanı, doğanın insanlara eşitçe sunduğu bir imkân değil mi? İşte Gandi için sanırım en önemli çıkış noktalarından birisi bu. Bu yürüyüş Gandi’nin inançlarıyla bağlantılı birçok yan içeriyor diyor Gros. Yürüyüş yavaş bir şekilde seyrediyor mesela çünkü hız reddediliyor. Gandi, makinelere, hızla tüketime, körü körüne üretimciliğe güvensiz ve karşı bir düşünceye sahip. “Yürümenin Felsefesi” bize Gandi’nin siyaset anlayışı ve mistik görüşleri ile birlikte yürümenin nasıl bir direnme sanatı olduğunu da göstermiş.

Gandi’nin yürüyüşünü sürdürmek, şiddetten kaçınarak da egemenlere, sömürgecilere sözümüzü söyleyebilmek demek sanırım ve bu sebeple bu yürüyüş hâlâ dünya siyaset tarihini belirleyen bir yerde duruyor.

YÜRÜMEYİ VARLIK MESELESİ OLARAK GÖRMEK 

“Yürümenin Felsefesi” yaşamını yürümekle ve doğayla iç içe olmakla belirleyen isimlerden epeyce söz ediyor. Metin, “Rüzgâr tabanlı adam” Rimbaud’un hep yollarda olma arzusunun, bacağını kaybetmesiyle sonuçlanmasını ve sipariş ettiği tahta bacağın geleceği umuduyla yaşamdan göçüp gitmesini, Rousseau’nun verili tüm kimliklerden arınmak, ilk insanın vahşi benliğine ulaşmak, hayallerinin efendisi olmak, uygarlığın getirdiklerinden arınmak maksadıyla yürüyüşü nasıl bir varlık sorunu hâline getirdiğini bize anlatıyor.

Gros ayrıca, “Arabayla bir günde kat edeceğiniz mesafenin bedeli aylarca çalışmaktır, o hâlde yürüyün!” diyen Thoreau felsefesinin yabanı keşfini, gerçek anlamda yürüyüşçü olarak anlattığı kiniklerin tüm değerleri alt üst eden, yürüyerek anlattıkları felsefelerini, Nerval’in melankoli duygusunun eşliğinde yürüyüşlerini anlatısına taşıyarak, yürümeyi yaşam biçimi hâline getiren felsefi öğretilere dikkat çekiyor.

EKO - ANARŞİZAN BİR FELSEFİ BAKIŞ

“Yürümenin Felsefesi” eko-anarşizan bir felsefi bakış da sunuyor. Bizi yollarda olmaya davet ediyor çünkü ağaçlarla, yapraklarla, gökyüzüyle, güneşle doğanın insana bahşettiği tüm güzelliklerle yatay bir ilişki biçimi kurmanın yürümekle mümkün olabileceğini, felsefi bir düşünüş ile birleştirerek sunuyor. Kitapta bahsedilen isimlerin yolları, yürümeyi nasıl bir varlık meselesi durumuna taşıdığını ve masa başlarında değil doğada kendilerini var edebildiklerinin altını çiziyor. Kitaptan bir cümle ile bitirelim; “Özgürlük bir lokma ekmek, bir yudum su, uçsuz bucaksız kırlardır o hâlde.”