Yeni Türkiye’nin imgeleri

İstanbul’un fethinin yıl dönümünün kamyon geçidiyle kutlanışını gösteren havalimanı fotoğrafı ile Karatay piknik arazisinin fotoğrafını yan yana koyun. Geçip karşıya uzun uzun bakın. Ben öyle yaptım. Hatta bir Taksim Meydanı fotoğrafı ile bir TOKİ konutları fotoğrafını da yanlarına dizin. Askeri nizam dizilim, yayılım ve dağıtım. Yeni Türkiye’nin estetikle imtihanı da böyle nihayet buldu anacım.

Sevilay Çelenk sevcelenk@yahoo.com

Ankara Dikmen Vadisi parkının birinci etabında, orta yerde küçük bir cami var. Birkaç yıldır haftanın neredeyse üç dört günü yürüyüş yaptığım bir vadi burası. Merkezi semtlerde yürüyüş yapacak ferah feza bir alan bulma imkanı sınırlı olduğundan, arkadaşlarımı da birlikte yürüyüş yapmak için vadiye çağırırım bazen. Yürüyüşümüzün birinci aşaması Dikmen Vadisi Kadriye Hatun Camii’nin önünde soluklanmakla tamamlanır. Cami meselemize birazdan döneceğim, önce vadideki peyzajın bir hakkını verelim.

Güzel bir vadidir. Çocukluklarımızın “Vadim o kadar yeşildi ki” vadilerinden… Başlangıcı itibarıyla bir Murat Karayalçın projesidir bu vadi. O kadar pambık prenses, o kadar suni kaya, şelale, mağara ve bir o kadar da Angara geçisi yerleştirmesine rağmen, Melih Başgan bile vadiyi tümüyle kiç malzemeye ve betona gömemedi. Karayalçın zamanında tasarlanarak, o dönem vadide meskun olan vatandaşı fazla mağdur etmeden yapılan birinci etap hâlâ yemyeşildir. Daha doğrusu rengarenktir. Eh biz de Ankara halkıyız en nihayetinde. Denizimiz, boğazımız olmayınca Japon kirazlarına, nar çiçeklerine bağlanıyoruz bir şekil. Seviyoruz.

Melih Başgangiller giderayak, birinci etaba sağlı sollu iki araç yolu açtı maalesef. Vadinin Ayrancı ile Dikmen yakalarını birbirine bağlayan köprü-bina boşaltıldı. Bitmek bilmez bir inşaat başladı. Vadi cepheli balkonlar filan çıkıldı köprüye. Açılan araç yollarının sonuna garajlar, bu garajları köprüye bağlayan yeni asansörler yapıldı. Tabii milletin de ağzı torba değildi ki büzesin, şurada burada bir şeyler de yazıldı bu konuda. Başganlık sonrası için kendisine Kartal Yuvası yaptırıyor felan dediler.  Neyse, fazla da karıştırmayayım üzüm yemek isteyeni var, bağcı dövmek isteyeni var. Sebep olmayayım. Üzüm yemek demişken, ne harika bir filmdi şu What’s Eating Gilbert Grape filmi. Tabii filmin ismi sadece bir dil oyunuydu. Üzüm müzüm yoktu, mesele Gilbert Grape adlı oğlancaazı yiyip bitiren gazaptan ibaretti sadecene. Ne çırpınıp duruyordu yavrum, ne çırpınıp duruyordu… Anlatamam size. Gidin kendiniz bi zahmet bulup izleyin zaten.

Ahh ahh… Viva la Vadi… Bir yolunda gitmedi / Bu küçük gezegenin işleri / Sonsuz ömürleri var gibi kibirleri (...) Şimdi benle gelin / Buraları en baştan keşfedelim / Haydi gidelim / (Nereye) / Yeşil vadiye (Ne zaman) / İçinde olduğumuz an… Ne şaane bir şarkıymış bu ya. Birçok şeye olduğu gibi, Son Feci Bisiklet’in şarkılarına da geç kalmışım. Olsun. Geç olsun güç olmasın.

Vadideki camiye gelince, ne zaman orada soluklansak, yanımdaki arkadaşlarım “Aaa, parkın orta yerinde cami ne ya?” derler. İlk tepki budur. Şartsız tepki ve de şartlı tepki böyledir. Benim de kelimelerim cebimdedir ama, “Fakat dikkat et, güzel bir cami bu. Minaresi de öyle sipsivri biçimde göğü delmiyor. Ağaç gövdesi gibi, kısa ve mütevazı bir minare…”. Sahiden de güzel bir camidir. Vitray camları çevreleyen ahşap pencereler ve binayı yan taraflarından sarıp saklayan sarmaşıklarla oldukça şirindir. Bu sarmaşıklı vitraylı narinlik, insanın biraz içine bile dokunur. Hele akşam olup ışıklar yandığında içerideki işlemeler filan da görününce daha bir güzel olur. Severim ben onu. Mütevazı taş ya da ahşap binaları, küçük güzel kiliseleri sevdiğim gibi severim. Bakmayın gara guzu Meghan’la gınalı guzu Harry’li İngiliz kraliyet hayatını takip ettiğime felan, onlarla bir yere kadar. Hayatın park ve bahçelerinde dolanacaksın asıl.

Sözünü ettiğim minik caminin dokunaklı güzelliğinin hakkını vermek istiyorum tabii. Zira İstanbul ve Edirne’deki mimari şaheserlerimizi filan bir yana bırakırsak, bilhassa son on, on beş yıldır dağ tepe, metropol, AVM demeden her yere yapılan camilerde gram estetik yok. Ruh yok. Vicdan yok. Fukara bir beton mimari. Maalesef. Hem camilerin Allah’ın evi olduğuna, onun için ibadet edilen yer olduğuna inanacaksın, hem de o mekanlara o beton yığması, sipsivri ve özelliksiz mimarileri layık göreceksin… Allah’a havale ediyorum ki kıyamet gününde hesabını kızılcık zopasıylan sordurtacaktır bunlardan. Görürsünüz bak.

Gelelim asıl mevzuya, bu camilerden, saraylardan ve de filmlerden boşuna dolanmıyorum tabii. Haftanın, hatta yılın fotosu getirip önüme koydu bu konuyu. Bazen bir fotoğraf gerçekten de dünyayı özetleyip masanıza bırakır. Sayfalarca yazının yapamadığını o bir tek fotoğraf yapar.

Geçen yıl benzer bir fotoğraf üzerine bir yazı yazmıştım. 3. havalimanında kamyon geçidi fotosu. Kültürümüzün şenliksizleşmiş çölünü, kamyon kültürümüzü çok güzel anlatıyordu o fotoğraf. Bu hafta 3. havalimanı yine gündemimizdeydi. Zira hizmete girmeden apronda göçüklenme başladığı iddia ediliyordu. Devasa bir çukur açılmıştı sözüm ona. 3. havalimanı kıskançları dur durak bilmiyor, her yerde bunu yazıyordu.

Bugünkü yazımızın esas fotoğrafına gelince, o da kaç gündür sosyal medyalardan sosyal medya beğenemiyor, gezip dolanıyor mütemadiyen. Hakkıdır. Gezsin gezebildiği kadar. Benden vize, hatta yeşil paşaport. Ben zaten kullanamıyorum. Fakat bu distopik piknik alanı esaslı bir ilgiyi de hak ediyor. Bırakmam ben onu öyle! Bu piknik alanını fotoğraflayıp medyaya sokanlar da hesabını verecek…

Zengin mezarlığı, piknik alanı ve kışla iklimini bir batında mizansenleyecek bir mekan çalışması yapmak için gerçekten de bir Yeni Türkiye kültürlenmesi gerekirdi. Yeni bir estetik anlayış. Kurak, stilize. Asfalt ve beton. TOKİ estetiği. Yeni Türkiye’nin kültürel imgeleri bunlardan müteşekkil. “Yeni” diyorum, zira parklardan, bahçelerden, camilerden ve de kiliselerden geçerek anlatmaya çalıştığım gibi, biz böyle değildik. Yaşarken olduk.

TOKİ pikniğinde dikkat dağıtacak, kafa karıştıracak bir unsura, dünyevi bir güzelliğe ve bir yaşama kültürüne yer yok. Pikniğini yap, köşedeki lavaboda elini yıka, geç otur. Fotoğrafını, videonu çek, Instagramla. Manzarayı yukarıdan dronlayıp, bir de üzerine Yavuz Bingöl’ün sesinden Turnalara Tutun da Gel türküsü döşedin mi hatta, değme klibe taş çıkarır. Makbul eğlence biçimleri konulu sosyal sorumluluk spotu olarak A Haber’e de gönderilir. Döne döne yayınlarlar vallahi. Bu arada Twitter hesabı Jamila Bayraktar olarak görünen bi arkaaş, Kemal Sunal filmleri için “Resmen insan zekasına hakaret” demiş. A Haber olsun, senin de yazıp çızıkladığın bilumum havuz medyası içeriği olsun, insan zekasına hakaret değil de Kemal Sunal mı hakaret? Sorry Jamila, I’m not buying it. Sen de bir an önce bu incileri sat bence, elinde kalır.

Konumuza dönelim. Şimdi şu İstanbul’un fethinin yıl dönümünün kamyon geçidiyle kutlanışını gösteren havalimanı fotoğrafı ile Karatay piknik arazisinin fotoğrafını yan yana koyun. Geçip karşıya uzun uzun bakın. Ben öyle yaptım. Hatta bir Taksim Meydanı fotoğrafı ile bir TOKİ konutları fotoğrafını da yanlarına dizin. Askeri nizam dizilim, yayılım ve dağıtım. Yeni Türkiye’nin estetikle imtihanı da böyle nihayet buldu anacım. Askeri vesayetin sonunu getirdiler gerçekten. Vesayet mesayet kalmadı. Vasisiz ve velisiz, bizzat “askeri.” Marş. İleri!

Bazı noktalarda Dogville filmini de çağrıştırmıyor değil bu olanlar. Hayat pikniğiyle, konutuyla, meydanı ve havalimanıyla zevksizce taksim edilmiş bir tiyatro sahnesi. Sonu ürkütücü. Hem de çok...

Tüm yazılarını göster