Yeni bir sınıf: 'Sabit evi olmayan insanlar'

Marc Agué’nin 'Evsiz Bir Adamın Güncesi', bizi hem yeni bir sınıf olan ‘sabit evi olmayan’ insanlarla tanıştırıyor hem de kendisinin ‘etnik-kurgu’ olarak adlandırdığı tür ile yolumuzu kesiştiriyor. Metni okurken dünyanın gerçekliğini bireyin hezeyanları ile birlikte okumak mümkün oluyor, aynı zamanda bir sosyal olaya, ‘sabit evi olmayan’ insanların yaşamına yakından bakıyoruz.

Abone ol

DUVAR - Dünyada yoksulluk arttıkça buna bağlı olarak yeni kavramlar ve sınıflar ortaya çıkıyor. Bunlardan birisi de son yıllarda yeni yeni aşina olduğumuz ‘sabit evi olmayan insanlar' adı verilen grup. Bu sınıfın özelliği bir maaşa sahip olsalar da kazançlarının ev giderlerini karşılamaya yetmemesi sebebiyle belli bir yerde yaşam sürdürememeleri. Etnolog Marc Agué’nin değerlendirmesine göre, “bu yeni olgu hiç de nadir rastlanan bir durum değil, gittikçe de yaygınlaşıyor” ve bu insanlar buldukları her yerde yaşıyorlar, bazen bir arkadaşlarında, bazen sokakta, bazen de arabalarında. Onları ‘evsiz’ insanlardan ayırmak için de kendilerine ‘sabit evi olmayanlar’ adı verilmiş.

MARC AGUÉ VE 'ETNİK KURMACA' 

Marc Agué’nin bu sınıftan yola çıkarak 'Etnik-kurmaca' adını verdiği tür ile yazdığı, 'Evsiz Bir Adamın Güncesi' adlı kitabı, yeni bir göç şekli olarak da tanımlanabilecek bir yaşamı, arabasında hayatına devam etmek zorunda kalan bir karakteri anlatıyor. Ancak bu metne geçmeden önce yazarın ‘etnik kurmaca’ ile neyi kast ettiğine bakmak gerek. Yazar bu kavramı şöyle tanımlıyor: “ ‘Etnik-kurmaca’, sosyal bir olguyu belli bir bireyin öznelliğiyle anlatan öykü olarak tanımlanabilir. Ama bu öykü ne bir otobiyografi ne de bir itiraflar manzumesi olduğundan, bu kurmacanın bireyi mutlaka, her yönüyle, günlük hayatın içindeki binbir ayrıntısıyla ortaya koyması gerekir.” Sanırım yazarın ifade etmeye çalıştığı bir nevi katılımcı gözlem ancak bu bir kurgu ve toplumsal bir olay içerisine yerleştirilen karakterin hikâyesini, onun ağzından anlatmak, daha doğru ifadeyle, bir insanı tüm yanlarıyla tahayyül ederek onunla yaşamak anlamını taşıyor. Etnografik bir alan araştırmasında nasıl çalışılan grubu bir nesne olarak görmeyip, onu anlama ve yorumlama çabasına giriliyorsa bu kurguda da onu yapmak esas anladığım kadarıyla. Yazarın ‘Etnik-kurmaca’ romancısı ile normal romancı arasındaki farklılığa değinen şu cümleleri konuyu daha anlaşılır kılabilir: “ ‘Etnik-kurmaca’ romancısının tutkusu, normal bir romancı ile aynı değildir. Okurun kahramanıyla ‘özdeşleşmesini’ veya ona ‘inanmasını’ istemez. Onun istediği okurun romanda dönemiyle ilgili kimi şeyleri keşfetmesi ve yalnızca bu açıdan kendini bulup tanımasıdır.” Yani bu durumda okur, bir şekilde içerisinde bulunduğu toplumsal sürecin sıkıntısını, ortaya çıkardığı durumları birey eksenli bir anlatıyla kavrayabilecek, bunun ‘normal’ bir roman olmadığını bildiği için de gerçek olan ve yaşanan ile birebir bağ kurup, onu belki de anlama çabasına dönüştürecek. Bu bir anlamda gerçekliğin hikâye edilmesi demek olsa da aslında yazarın amacı bir sosyal olaya yakından baktırmayı içeriyor diyebiliriz.

Evsiz Bir Adamın Güncesi, Marc Augé’, Syf. 80, 2018, Yapıkredi Yayınları

SABİT EVİ OLMAMA DUYGUSU

Marc Agué’nin 'Evsiz Bir Adamın Güncesi' kitabının karakteri, eşinden boşanınca, giderlerine bir de nafaka masrafı ekleniyor, emekli maaşıyla bir evde yaşayamayacağına karar vererek, arabasında yaşamaya başlıyor. Kitap boyunca karakterin başına gelenler, yaşadığı çelişkiler, hissettiği yalnızlık, yersiz yurtsuzluk duygusuyla birlikte veriliyor. Metinden gözlemleyebildiğimiz, Agué’nin karakterinin duygu durumunun bir anlamda göç etmek zorunda kalmış birisini andırması. Ancak yazarın bu durumu bütünüyle olumsuz olarak kurgulamadığını da belirtmeli. Bu şekilde arabada yaşamak aynı zamanda özgürleşmek anlamını da taşıyor. Çünkü birçok ödemeden ve verili bağdan uzaklaşmak demek: “Ne gelir vergilerimi veriyorum ne de emlak vergilerimi” diyor kitapta karakter ve bu bir anlamda sistemden de kopmak anlamına geliyor. Ancak tüm bunların yanı sıra ev duygusunun kaybolması, artık bir adrese sahip olmama gibi durumların getirdiği duygusal yanı es geçmemek gerekiyor. Ki Agué’nin karakterinin şu cümleleri de bunun ifadesi niteliğinde: “İnsanın evini kaybetmesi, birini kaybetmek gibi. Son kalan bir başkasını. Yalnız başınıza eve döndüğünüzde, sizi kapıda karşılayan o hayaleti yitirmek gibi bir his.” Mekan imgesi olarak ev, insanın kendisini güvende hissettiği, dışarının tüm gürültüsünden kurtulabildiği, dünyayı duvarların dışında bırakabildiği bir yer aynı zamanda ve birey için sığınak. Bu nedenle özellikle bellekte izi olan, yaşanmışlık taşıyan yer olarak bu mekandan zorunlu olarak uzaklaşmanın, birey üzerinde bıraktığı duygusal etki yazarın karakterinde de gözlemleniyor.

MÜLKİYET DUYGUSUNDAN KURTULMAK MÜMKÜN MÜ?

Arabada yaşamak Agué’nin karakterinin benliğinin de parçalanmasına sebep oluyor. Karakter bir yandan hep istediği seyahat durumunu yaşarken, diğer yandan arabada yaşamaktan mahcubiyet duyuyor ve ne eski çevresinin ne de yeni çevresinin bunu duymasını istemiyor. Buradan anladığımız, bu durumda kalan kişinin bir şekilde kendisini teselli etmek amacıyla bazı sebepler uydurması, bunu olumlu bir hâl olarak değerlendirerek kendisinin içinde bulunduğu durumu göz ardı etmek istemesi olarak yorumlayabiliriz. Karakterin içinde bulunduğu durum hakkında olumlu tespitleri böyle değerlendirilebilir.

Metinde ayrıca sabit bir yeri olmayan bireyin yaşamında meydana gelen değişiklikler de gözlemlenebiliyor. Artık sokağa ait bir hayat başlıyor ve ilişkiler de değişiyor. Örneğin; esnaf ile daha uzun muhabbet ediliyor. Evsiz bir insan, yanından geçilip giden olmaktan çıkıyor ve daha uzun bir muhabbetin tarafı olabiliyor. Ancak geçmiş alışkanlıklardan kurtulmak da kolay görünmüyor, Agué’nin kitabında bunun da vurgulandığını düşünüyorum. Çünkü arabada yaşayan karakter için ev mekanı, arabaya dönüşüyor, her ne kadar anlaşılan anlamda bir ev olmasa da birey içinde taşıdığı mülkiyet duygusunu bu 'araba ev' ile devam ettiriyor. Mesela, kitabın karakteri, yağmurlu bir gecede daha önce muhabbet ettiği evsiz insanın, kendisine sığınmasını, arabasına gelerek camı tıklatmasını görmezden geliyor. Kısacası, bir evde yaşarken sergileyebileceği tavrı bir arabada yaşarken de gösteriyor. Bu da aslında yaşam koşulları ne kadar değişse de küçük bile olsa hiyerarşik anlamda üstün olmanın, gücü elinde bulundurmanın birey için kolay vazgeçilebilecek bir durum olmadığını gösteriyor.

GÜNDEMDEN UZAK

Sabit bir eve sahip olmama bireyin yaşam ile ilişkisini çok yönlü etkileyebilir. Kitabın göstergelerinden yola çıkarsak, örneğin; her gün düzenli TV izlememek, düzenli gazete okumamak, güncel siyasetten, politikacılardan uzaklaşmak bir şekilde yaşamın tam ortasında olmak anlamına gelebilir. Kitabın karakteri bunu şöyle ifade ediyor; “Sabit bir yaşam alanım olmadığından beri politikanın gerçek üstü taraflarına karşı daha hassasım. Gündem bize günlük pembe dizi misali sunuluyor. İlgimiz, bizim yerimize düzenlenip önümüze sunulan, sanki bizim sorularımızmış ve onları merak edip ortaya koyan bizmişiz gibi sorulara odaklanıyor.” Gündemin yoğunlaştığı yer genellikle bizi birebir ilgilendiren sorunlardan ziyade, merakımızı başka yere kaydırmaya odaklı, bunu inkâr edemeyiz. Ancak evini kaybedip arabasında yaşayan için gündem daha çok ihtiyaçlar ekseninde şekilleniyor. Günü nasıl geçireceğin, ne yiyeceğin, duş sorununu nasıl çözeceğin gibi… Yani yaşama bakış biraz daha kendi bireysel alanın üzerinden şekilleniyor da diyebiliriz.

ŞİMDİKİ ZAMANDA YAŞAMAK 

Yaşamı devam ettirecek sabit bir yer olmaması zamanı da etkiliyor. Kitap ekseninde düşündüğümüzde karakter zamanı genellikle 'şimdi' ile tanımlarken, yaşadıklarını da ‘anı yaratmak’ olarak adlandırıyor. Kitapta şu cümlelerde bunu görebiliyoruz: “Her türlü nostaljiden uzak olacak biçimde, kişi ve durumlara, günlük hayatta bulunduğum yeri işaretlememe yardımcı olacak şekilde bir şimdiki zaman yaratıyorum.” Çünkü yeni yaşamı olan arabada hayatta kalmak, bir şekilde eski ile olan bağlantıyı koparmak anlamını taşıyor. Bu da dostlardan, akrabalardan, mekanlardan uzaklaşarak gerçekleşiyor. Bu birey için hayatta başarısız olmak da demek, hissedilen kitaptaki ifadesiyle şöyle: “Bir sınır ihlali yapmıştım. Zihnim kaçamak bir şekilde anne ve babama kaydı. Sanki hâlâ onların gözünde bir ömür boyu başarısızlıkla cezalandırılacak bir davranışımı aklama zorunluluğum varmış gibi”.

Marc Agué’nin 'Evsiz Bir Adamın Güncesi' bizi hem yeni bir sınıf olan ‘sabit evi olmayan’ insanlarla tanıştırıyor hem de kendisinin ‘etnik-kurgu’ olarak adlandırdığı tür ile yolumuzu kesiştiriyor. Metni okurken dünyanın gerçekliğini bireyin hezeyanları ile birlikte okumak mümkün oluyor, aynı zamanda bir sosyal olaya, ‘sabit evi olmayan’ insanların yaşamına yakından bakıyoruz. Bu anlamda kitap çok farklı disiplinlerin ilgi alanına girebilir, edebiyat, sosyoloji, etnoloji, antropoloji gibi.

Agué’nin kendine has kavram ve yorumlarıyla buluşmak onun bilgeliğinden bir kere daha yararlanmak için kitap, iyi bir okuma pratiği olabilir.