Burcu Aktaş

bu.aktas@gmail.com
TÜM YAZILARI
Yaşamla memnuniyet bağı Yaşamla ilişkisini beğenilme üzerine kurmayan biriyle karşılaştınız. Üstelik kendinden memnun. Bir de günümüzün tüm araçlarından azade yaşamıyla; edebiyatın, müziğin hatta mutluluğun aşınmayabileceğini gösteriyor. Şaşalarsınız tabii. Buyurun o zaman, Hirayama’yla tanışın.
Salâh Bey’in 24 ayar altınları Edebiyatımızın 24 ayar altınıdır Salâh Birsel denemeleri. Onları okudukça denemeci adı verilen bambaşka bir varlık olduğunun ayırdına varır insan. Ve şimdi Salâh Bey’in altınlarını yastıkaltından çıkarmanın tam zamanı. Evet, tam da üslubu kıt bu günlerde. ‘Şu insanlara hiçbir şey çok değildir’ Bu cümleyle yaşama layık oluşumuza göz kırpar Sait Faik. “Şu insanlara karanlık çok bile!” diyenlere karşı çıkar. İnsana karşı iştahlanması, sevgiden heyecanlar yaratıp kendini büyülemesi, sevincin ve hüznün pırıltısını keşfetmiş olması onu okuyana da yaşamak hevesi verir.
Gevezeler, hırsızlar ve yüz karası Italo Calvino’nun tüm metinleri arasından sıyrılıp bir tanesi kendini hatırlatıyor. Şu herkesin hırsız olduğu ülkenin hikâyesi... Çürümüş her sistemde, çürüyen her ülkede kaçınılmaz olarak biri diğerinden, diğeri ötekinden çalar. 'Beethoven hatası' Ludwig van Beethoven’in muhteşem müziğini dinlerken kimin aklına bestecinin toz içinde, leş kokulu, ısınmayan dairesi geliyor ki! Harika şeylerin acayip koşullar altında oluşabileceğinin örneği bu. Geçen hafta kaybettiğimiz Primatolog Frans de Waal, evrim üzerine yazanların “Beethoven hatası” yaptığını saptadı. Acımasız doğal seçimin sadece zalim mahluklar üretmeyeceğine barışçıl bonoboları hatırlatarak dikkat çekti. Biyolojik mirasımızın ortaklık ve empati kısmına ayna tuttu. Çağın beli bükük insanları Yıldız yağmuru altında karınlarını doyuran kahramanlar, kötülüğe düşkün tanrılar ve gök kubbeyi sonsuza dek omuzlarında taşıyan Atlas… Alışageldiğimiz anlatılar! Jeanette Winterson’a kulak vermenin zamanı geldi de geçiyor. Dünyanın tüm yükünü taşıyan Atlas artık sadece ve sadece özgürlüğü tartışmalı. Baharın göz kırpması Soğuk ortadan tam çekilmese bile, gün, ışık ve güneşle doldukça baharın bir eşitlik getireceği duygusu insanın içini kaplıyor. Birinci cemre bahara en çok yakışan şair Metin Eloğlu’na düşüyor. İkincisi bir ayrıntıya, üçüncüsü Dümen Sokak Dümen Apartmanı’na. Sen benimsin, benim! Düzeni temsil edenler iyelik eklerine bayılırlar. İşçimiz, madencimiz, evladımız, kadınlarımız... Sanki sahip oldukları eşyaları sayar gibidirler. Birey yoksa olay da, ihmal de, hak da yoktur. Böylelikle yıkımlar, ölümler geride kalıverir, hesap da sorulmaz. Dünya uzaklaşıyor, Ay yaklaşıyor Jules Verne’in Ay’a Yolculuk’undan yirmi yedi yıl sonra yayımlanan bir minik kitap. Eski kaptan, jeolog, arkeolog ve illüstratör olan yazar Arthur de Ville d’Avray sert geçen kış gecelerinde çocukları etrafını sarmışken, onların gözü önünde yaratmış bu hikâyeyi. Şu edebiyatı nereye koyacağız? Okurluk tecrübesi yetersiz yetişkinler edebiyatı çocukların hayatına yerleştiremiyor. Ama cüretkâr ve iddialılar. Çocuklar adına en doğru seçimleri yaptıklarını düşünüyorlar, cümleleri cımbızlıyorlar, keyif için okumaktan alıkoyuyorlar, yazarlarla ilgili yargı dağıtıyorlar ve yalnızca kendi doğrularını görmek istiyorlar. Eskiyen giysiler, çürüyen insanlar Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Hayri İrdal’ı da, Oktay Akbal da insanın bitmeyen hesabını eskiyen ‘giysiler’ üzerinden anlatır. Eşyalar eskimek nedir bilirler, ya insanlar? Zamana yenilmeyi bilmeyenlerle yaşıyoruz, onları izliyoruz. Akbal’ın dediği gibi “çürümüş, bitmiş insanlar bu halleriyle ortalıkta dolaşırlar, gururla, övünçle, kendilerini bir değer diye kabul ettirmeye kalkışarak!..” Yoksul ve daha yalnız Pangaltı, Eşref Efendi sokakta yaşayan, on dört çocuklu Budak ailesiyle 1956’da röportaj yapan Orhan Kemal’in izinden gidip bugün aynı sokağa bakınca uçtan uca bir acı gerçek görünüyor.   Açık pencere Yıl biterken zoraki bir umut avına çıkacak değilim. Ancak boğucu ortama pencere açmaktan başkası anlamlı gelmiyor. Açılan pencerenin ardında kara bir gökyüzü, fırtına beklese bile... Gazete Duvar okurlarının edebiyat tutkularına güvenip bir yılbaşı öyküsü bırakıyorum buraya. Bizim gibiler Nil Burak söylüyor, komşum dinliyor. Ben Nermi Uygur okuyorum. “Karşılıklı bir varoluştur komşuluk” diye düşünürken saçlara aklar doluyor, felek tokadını bizim gibilere saklıyor. Peki kim bu bizim gibiler? Evden kaçan kediler Kediler arasında evlerinden kaçanlar bambaşkadırlar. Büyük bir maceranın öznesi olmaktan çekinmez, sevgiyi tek bir yerde aramaz ve sevgiyi koşulla sunanlara itiraz ederler. Nahid Sırrı Örik de Buldum adlı kedisiyle yaşadıklarından sonra sevgiye dair esaslı bir ders alır. Evden kaçan kediler insanın tahakkümünü, hadsizliğini anlatır. Nörolojik felaket Oliver Sacks’a göre, dijital hayatın ayartılarına karşı bağışıklık geliştirmemiş, her şeyin eskiden nasıl olduğuna dair kişisel bir anısı olmayan, sosyal medya çağına gömülmüş insanlar, devasa ölçekte bir nörolojik felaketi andırıyor. Herkes adına bir iç dökme Huzur Sokak’tan Perihan Sokak’a dönen köşenin başındaki apartmanda, giriş kattaki dairenin camına, koca bir kartonun üzerine düzgün bir el yazısıyla yazılıp yapıştırılmış bir not: “Hepimizin tedaviye ihtiyacı var.” Tek bir cümle herkes adına iç dökme olabilir mi? Kalabalıklara küs ölenler, bir de İlhan Berk Kimi için Orhan Veli’nin kimi için Sevgi Soysal’ın öldüğü aydır Kasım. Benim içinse Kasım, İlhan Berk’in doğmuş olmasıyla anlam kazanır. Ne diyordu şair, “Eski Ege’de kulakvermediler diye sözlerine/Küs öldü, derler, Herakleitos kalabalıklara.” İşte o Herakleitos’un yasını tuttuğum ve şairimin doğumunu kutladığım bir ay geçiririm. Kanunsuzluğun tamiri uğruna Nâzım Hikmet’in açlık grevi, büyük bir şairin bireysel direnişinin yol açtığı toplumsal dalgalanmanın, canını ortaya koyarak bazılarının gözlerini açmasının, bazılarının da her şeye rağmen hiç açılmayacak gözlerinin özeti gibidir. Onlar mazilerini bir cennet olarak hatırlamayacak Günümüz gençleri gıda, iş, okumak, barınmak ve özgür bir yaşam için verdikleri bitimsiz mücadeleyi ya da başka ülkelerde hayat kurma çabalarını hatırladıklarında kabul edelim ki ruhlarına nice yara açan o günleri özlemle anmayacaklar.  Doğru dilimizin ucunda Bu işin doğrusu bir gün ortaya çıkacak düşüncesiyle artık daha da sık karşılaşıyoruz. Herkes doğrunun zuhur etmesini bekliyor adeta. Oysa ki doğru öyle kendi kendine gelmez. Onu bekleyenler büyük bir yanılgı içinde. Nermi Uygur’un dediği gibi, “Bir dil kuruluşudur doğru, konuşan insanın dile-getirmelerinde gerçekleşir ancak. Doğru gerçekleştirilir.” Marcovaldo benim! Italo Calvino, sanayileşmiş büyük şehirde yaşayan işçi Marcovaldo ve onun öyküleri üzerinden bize kent masalları anlatır. Yaşananlar bir dizi ekolojik alegoridir. İnsanın ihtiyaçları ve arzuları ile kent ve doğa arasındaki çatışma Calvino’ca arzı endam eder. Unutulmaz karakter Marcovaldo’nun yazıldığı 1950’li yıllardan bu yana kim bilir kaç kişi, “Marcovaldo benim” diye aklından geçirdi. Suç işlememişlerin gücü Bugünü okurken egemenlerin gücüyle büyülenmek ya da ezilmek yerine suçsuzların gücünü hatırlamalı. Yoksunluğumuz öyle derin ki Yitirdiğimiz her şey arkamızda, çöl bile diyemeyeceğiz yoksunluk ülkesinin savrulan, üstelik ne yana savrulduğunu bile idrak edemeyen yurttaşlarıyız. Ne geçmişte ne bugündeyiz. Okumayanlar okumayanlara karışırken Nezihe Meriç 90’ların başında içinde bulunduğumuz fasit daireyi tanımladı. Büyük eğitim çöküntüsü içinden gelen anne babalar ve öğretmenler konusunda sonuç sürpriz değil. “Okumayan annelerin babaların, okumayan çocukları yetişiyor.” Okumayan öğretmenlerin de okumayan öğrencileri… Halley bizi kurtarır mı? Halley kuyrukluyıldızının dünyaya çarpmasını dehşetli ve telaşlı bir şekilde bekleyen İstanbulluların romanını yazmıştır Hüseyin Rahmi Gürpınar. Bugünün İstanbullularının da böylesi bir bekleyiş içinde olduğuna kim itiraz edebilir. Bir son bekliyoruz. Gürpınar’ın roman kişileri insanlığın kurtuluşunun mutlak eşitlik ve kardeşlikte olduğunu anlıyorlardı en sonunda. Ne dersiniz, bir Halley de bizi kurtarır mı? Utancımızla neyi kurtarabiliriz? Bir tarafta başkaları adına utanç içinde olanlar, diğer yanda utanmak nedir bilmeyenler. Peki utancımızla neyi kurtarabiliriz ya da bir şeyleri kurtarabilir miyiz? Şunu da sormalı; utanılacak hiçbir şeyi olmadığı halde politik ısrarla utandırılmaya çalışılanların biraradalığı ve sesleri herkes için bir çıkış olabilir mi? Alışmak uyuşmaktır Felaketlerimizi alışarak bekliyoruz. En iyi yılları ellerinden alınan insanların birbirine ve her şeye yabancılaştığı zamanların ortak özelliğidir alışmak. Yaklaşık seksen yıl önce adaletsizliğe ve kötülüğe alışmanın insanı nasıl değiştirdiğini yazmıştı Oktay Akbal. Artık “iyilerin kötü, cömertlerin hasis, hassasların katı yürekli” olduğunu söylemişti. Bizi unutmayan Selim İleri Edebiyat okurlarının yalnız hissettiği zamanlar hep olmuştur ancak uzun zamandır bambaşka bir yoksunluk içindeyiz. Ama bizi asla unutmayan biri var. Değişen dünyanın dayattığı hiçbir “çıkar” reçetesini seçmeyen, okuruna edebiyattan başka bir reçete önermeyen ve hem kendi hem bizim gibi olan Selim İleri kim bilir daha kaç okurun elinden tutup onu edebiyat adasına çıkaracak. Yalnız Okurlar İçin her zaman umut var. Haysiyetli insanlar arasında “Mutlu” olan soyadını neden “Irgat” olarak değiştirdiği sorulduğunda “Kişi yalan söylememeli, soyadıyla bile,” diye cevap veriyor Cahit Irgat. Kendi gibi boyun eğmeden yaşayan, özgürlük düşkünü Neyzen Tevfik’le tanışmaları ise savaş düzeninin uygarlığın sonu olacağı saplantısından kurtulmanın zor olduğu zamanlarda olur. Haysiyetli insanların olduğu bir yerde bir aradadırlar.