Yazar, dili kurtarabilir mi ya da bir dil nasıl kurtarılır?

Dil unutulabilir, unutturulabilir ama başka dillerde tutulacak kayıtlar dil kadar önemlidir. Yazarın sorumluluğu burada başlar, hangi dilde yazıyorsa yazsın kültürünün aktarıcısı olmak durumundadır.

Abone ol

Lal Laleş, Kıraathane Yayınevi’ne ait 'Ne Mutlu Eşitim: Milliyetçilik Tartışmaları' isimli kitapta dil ile ilgili şunları söyler:

“Dil ile ilgili düşünürken aklıma ilkokula gittiğim gün, babamın okul dönüşü bana söyledikleri geldi. Söyledikleri değil de sordukları demek belki de daha doğrudur. Çünkü babam ne Türkçe öğreten bu okulu bilirdi ne de okulda bize ne öğrettiklerini. Babamın sorduğu bu soru, 'Ana Dil ve Milliyetçilik' çalışmasının çatısını oluşturdu. Şöyle sormuştu babam: 'Bi Tirkî, ‘min gur dît,’ çi ye?' yani, 'Türkçede ‘kurt gördüm,’ ne demektir?' Diyebilirim ki sonraki yıllarda dille ilişkim babamın bu sorusu üzerine şekillendi. Bu soru belki de babamın çocukluğundan taşınan, kendisiyle dili, kendisiyle oğlu, kendisiyle yeni okullu nesil arasında dikiş tutmayacak yarıktan başka bir şey değildi. Zamanla okulda öğretilen dil, benimle babamın, benimle annemin arasına derin bir uçurum gibi girmeye başladı. Babamın sorusu aslında bütün Kürtlerin, Kürtçeyle arasına yavaş yavaş giren korkunç bir yabancılaşmaydı. Babamın çocukluğundan taşıdığı bu soru, bugün hepimizin cehennemi artık.”(1)

Ne Mutlu Eşitim Diyene: Milliyetçilik Tartışmaları, Kolektif, 416 syf., Kıraathane Yayınevi, 2021.

Pasaj hem öğretici hem de can sıkıcı. Laleş’in dil ile ilişkisinin özeti sayılabilecek bu düşünce, aynı zamanda kurduğu Lis Yayınevi’yle de üstlendiği misyonu tamamlıyor. Burada Türkçenin Kürtçeyle ilişkisi kadar, Türkçenin psikolojik olarak Kürtçe üzerindeki yabancılaştırıcı etkisinden de bahsediyor. Nitekim yeni öğrendiği dilin anne ve babasıyla arasına giren bir “cehennem” olduğunu söylemesi de bu yüzden. Sözlerinde bir sorunu işaret ettiği aşikâr fakat meseleye yazar kimliğiyle yaklaşması, o ve onun gibi düşünen kişileri dilin kurtarıcı öznesi yapar mı? Asıl üzerinde düşünülmesi gereken bu. Nitekim Türkçeyle kurduğu ilişki başlangıçta bir sorun gibi görünse de zamanla fikrinin değiştiğini, onu bir çözüm bulmaya ittiğini görüyoruz. Laleş, tespitini her ne kadar Kürtler ve Kürtçeyle kurduğu ilişki üzerinden tanımlasa da, bu durum yalnızca kendi coğrafyasıyla sınırlı değildir; nitekim Avrupa’dan Asya’ya, Amerika’dan Afrika’ya, kuzeyden güneye pek çok yerde benzer sorunların yaşandığını biliyoruz. Mesela Afrika dillerinin pek çoğu sömürge dillerinin saldırısı nedeniyle yok olmakla karşı karşıya bugün. Hâlihazırda Afrika kıtasının neredeyse büyük bir kısmının eğitim dili Fransızca ve İngilizce. Aslında Afrika kıtası, hem tartışmaların yoğun yaşandığı bir coğrafya olması hem de karşısında gelişen dil eksenli politik mücadeleler nedeniyle üzerinde kafa yorulabilecek önemli bir yer. Özellikle kıta yazarlarının kendi içindeki tartışmalarına bakılırsa, oldukça aydınlatıcı düşüncelerin olduğunu görmek mümkün. Bahsi geçen yerlerde bu duruma karşı dil, siyaset ve kültür eksenli mücadeleler yürütülmekte, dil kadar dilin içinde anlamını bulan kültürel motifler de korunmaya çalışılmaktadır. Bu misyonu yüklenenler genellikle yazarlardır. Fakat nedense küçük bir azınlık olmalarına rağmen beklentinin en fazla olduğu kesim de bunlardır. Bu insanların üstlendiği rol, çözüm için çıkarılan yol haritası için önemlidir elbette fakat yukarıdaki soruyu tekrar soralım; sorunu işaret edenler, tam manasıyla çözümün öznesi ve kurtarıcısı olarak görülebilir mi?

Ngũgĩ wa Thiong'o, 'Zihni Sömürgeden Azad, Afrika Edebiyatında Dil Politikası' isimli eserinde bu tartışmaya dair şu sözleri söyler: “Afrika dünya üzerinde öyle bir kadere sahip olmuştur ki en tasvirci Afrikalı reddedilmenin dehşet verici korkularını kendi üzerine çekebilir. O halde ana yurduyla, bu mükellefiyetle tüm bağlarını koparmak ve evrensel bir adam olmaya doğru dev bir sıçrama yapmak yeğdir. Gerçekte bu kaygıyı anlıyorum. Ve eğer yazarlar böylesi bir gerçekten kaçma eğilimimi seçmeliyse, o vakit kim meydan okuyacak?”(2)

Laleş’in yukarıdaki tespitinde bahsettiği yabancılaştırıcı etki ciddi bir problem. Fakat çözümü işaret etmek yerine sorunu işaret eder nitelikte. Thiong'o bu sorunu üstlenmesi gereken kişilerin yazarlar olduğunu söyler. Yazar sorunu üstlendiyse, peşinden şöyle bir soru sorulabilir: Ortada eserini ulaştıracak okuyan, yazan ve konuşan kimse yoksa ne olacak? Yani yazarın görevini yerine getirmesi dil açısından sürecin tamamlanması için yeterli olur mu? Ya da şöyle de sorulabilir: Bir toplumu yalnızca dili bilen ve yazan kurtarır mı? Ortada yazarın üstlenmesi gereken bir durum olması gerektiği muhakkak ama bunu sadece yazara bırakma meseleyi çözmeye yardımcı olmaz. Bu noktada Tiong’o’nun meseleyi tartışırken, düşüncesini okur açısından eksik bıraktığını görüyoruz.

Bu hadiseyi sessizce geçiştiren, kendilerine dayatılan dili kullanan yazarlar olduğu gibi, buna karşı sözünü sakınmadan söyleyen, kendi dilinde ısrarcı olan Tiong’o gibi yazarlar da vardır. Trajik olan, bu karşıtlığın kendilerine yeni bir dilde yazmayı ve konuşmayı dayatan gücün gölgesinde gelişmesidir. Bu karşıtlığın bir tarafı, “yeni dilin” kendileri için kurtarıcı olduğunu söylerken, diğer kısmı aksini iddia eder. Tam da buna verilebilecek en güzel örneklerden biri Chinua Achebe’nin başını çektiği fikir ile Tiong’o’nun karşıtlığını oluşturduğu düşüncedir. Tabii ki burada tartışmanın odağında, dili sömürgeleştirilen ülkelerin yazarlarının olması düşündürücüdür. Achebe, 1964 yılında Afrikalı Yazar ve İngiliz Dili ile ilgili konuşmasında şöyle bir ifade kullanır: “Bir adamın anadilini bir başkasının dili için terk etmesi doğru mudur? Bu korkunç bir ihanet gibi görünüyor ve bir suçluluk duygusu hissettiriyor. Fakat benim için başka bir seçenek yok. Bana bu dil atfedildi ve onu kullanmak niyetindeyim.”(3)

Tiong’o, Achebe’nin sözlerine ironik yaklaşır: “Tutarsızlığa bakın: Anadili kullanma olanağı ‘korkunç bir ihanet’ ve ‘bir suçluluk hissi’ ifadelerinde düşüncesizliğe dair bir ruh hali uyandırırken; bilakis yabancı diller kati surette olumlu bir kucaklamaya vesile oluyor..”(4)

Sözlerinden sonra eleştirinin dozunu yükseltir ve Transition dergisinin onuncu sayısında, Gabriel Okara’dan şu alıntıyı yapar: “Afrika’nın düşüncelerinden, Afrika felsefesinden ve Afrika geleneğinden ve imgeleminden, tam manasıyla feyz almanın gerekliliğine inanan bir yazar olarak, kanımca bu birikimden verimli bir şekilde istifade etmenin tek yolu; kaynağı, hemen hemen harfi harfine, Afrika anadilinden, yazara ifade aracı olarak hangi dili kullanıyorsa da, o dilde tercüme etmektir. Ben kelimelerimde anadilin ifadelerine olabildiğince sadık kalmaya gayret ettim. Çünkü bir kimse; bir kelime, kelime grubu, bir cümle ve hatta Afrika dilinde birisinden, bir halkın toplumsal normlarına, davranımlarına ve değerlerine dair, sabırla bir derleme yapabilir. Afrika dilinin hayat dolu imgelemlerini yakalayabilmek adına, öncelikle düşüncelerimi İngilizce ifade etme alışkanlığından kaçınmak zorunda kalmıştım. Başlangıçta bu meşakkatli oldu, lakin öğrenmeye mecburum. Her Ijaw* ifadesi üzerine çalışmak ve İngilizcedeki en yakın anlamını ortaya çıkarmak için makul olarak kullanıldığı durumu keşfetmem gerekiyordu. Bu benim için büyüleyici bir deneyimdi.”(5)

Zihni Sömürgeden Azad, Ngugi Wa Thiong'o, Çevirmen: Şebnem Nantu, Hece Yayınları, 2017.

Dil tartışmaları ışığında ısrarla kendi dilinde yazmayı seçen yazar ve şairler olduğu gibi, Achebe gibi başka bir dilde yazmayı seçen, bunun doğru olduğunu söyleyen yazar ve şairler de vardır. Bu tartışmalar sadece Afrika kıtasındaki yazar ve çizerler için değil, diğer kıtalarda da karşımıza çıkar. Başka bir dilin hegemonyası altına giren dillerin yazar ve düşünürlerinin pek çoğu Tiong’o, Okara ve onlar gibi düşünen yazarlar gibi yanıtlar verir. Achebe gibi istisnalar da yok değildir tabii. Bu durum baskı altındaki dillerin yazarları arasındaki tartışmalardır.

Laleş’in Gazete Duvar’da Vecdi Erbay’la yaptığı söyleşide, kendisine sorulan bir soruya verdiği yanıtta, Tiong’o, Okara ve Achebe’den farklı üçüncü bir yol önerdiğini görüyoruz: “Kendimi şu anda da Kürtçe edebiyatla uğraşan ve 'Kürtçede şair' biri olarak tanımlıyorum. Türkçe şiir yazarak Kürtçeyle bağımı iki dilli serüvenin içinde sürdürerek zenginleştirdiğimi, farklı açılarla Kürtçeye bakmayı öğrendiğimi, yeni yazacağım Kürtçe şiirlerde izleyeceğim edebi yöntem açısından benim için bunun bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Çünkü Kürtçenin kendi şiir serüveni, imge dünyası ve dize kurma biçiminin olanaklarıyla Türkçe'ninki farklılık taşıyor.”(6)

Laleş’in önerdiği üçüncü yol, kendi dilinde yazan bir yazarın, diline zenginlik kattığı yönündeki düşüncedir. Fakat Kıraathanede yaptığı konuşmada sarf ettiği sözler, sanki tersini söylüyordu. Çelişkili görünen bu düşüncenin, 'Nora İstanbul Bir Hiçtir' incelendiğinde yersiz olduğu görülüyor. Nitekim bilinçle örülmüş bir şiir ve bu çelişkiyi şiir üzerinden hesaplaşmaya dönüştüren bir durumla karşılaşıyoruz.

“Söz, ahdidir beşerin,
vefâsı kendi ikliminde var olma biçimidir.
Ağıt masalını yitiren devlerin anlatılarında
zihnimize zuhur eden esrarî harf kuşlarıdır.”

Ağıt masalını yitiren dev diye işaret ettiği, babasıyla arasında yabancılaşmaya neden olan dil ve dahası dilinin kaybolmasına dair endişesidir. Fakat öncesindeki, 'Söz, ahdidir beşerin, vefâsı kendi ikliminde var olma biçimidir' dizesi, söze yüklenen anlam ve bu endişenin yersiz olduğunu söyler. Çünkü var olmaktır asıl mesele. Bu açıdan bakıldığında dilin ikinci plana düştüğünü görüyoruz.

Laleş’in edebi aktarımını şiir üzerinden kurması tesadüfi değildir. Çünkü şiir, şairine geniş bir alan yarattığı gibi dilin farklı biçimlerde kullanılmasına da katkısı olur, bu da yabancılaşmayı engelleyerek korku duvarının aşılmasını sağlar. Yukarıda Tiong’o’nun yazarı dil konusunda mesul tutan sözlerindeki eksiklik, yani okura ulaşma kaygısı belli ki Laleş’i başka bir dilde hesaplaşmaya iter. Türkçenin Laleş’e kendi dilinde yazdıklarına bir zenginlik kattığı gibi, Türkçe yazdıklarında da hesaplaşma imkânı verdiği görülüyor. Laleş’e göre problem Türkçe değil, Türkçeyi zorunlu kılan ve Kürtçeyi yasaklayan iktidardadır: “Türkçenin Kürtçe üzerinde baskı kurduğu fikrine çok katılmıyorum; diller birbiri üzerinde baskı kurmaz. Diller birbiriyle sözcük, anlam alışverişinde bulunur. Diller arasında bir tür komşuluk ilişkisi var. Burada biz aslında siyasal iktidarın Kürtçeye reva gördüğü zulmün, haksızlığın, adaletsizliğin hıncını, zaman zaman Türkçeye tepki duyarak açığa çıkarıyoruz.”(7)

Laleş’in bu noktada Tiong’o ve Achebe’den farklı olarak önerdiği, iki dilliliğin pekâlâ bir yazar için zenginlik olabileceğidir. Bu noktada şu soru sorulabilir belki; farklı dillerde aynı şeyleri söylemek söylenen şeyden ne kaybettirir? Her ne kadar Achebe ve Tiong’o gibi yazarlar temelde farklı düşünüyor gibi görünseler de yazdıkları aynı toplumsal meselelerin etrafında döner. Bu da düşünsel açıdan onları birbirine uzak iki yazardan ziyade benzer bir edebi üretimin ve benzer meselelerin tarafı yapar. Kim diyebilir ki, Achebe’nin 'Afrika Üçlemesi' ile Tiong’o’nun 'Bir Buğday Tanesi', 'Kan Çiçekleri' ve 'Aradaki Nehir' romanları farklı düşünen yazarlarca kaleme alınmıştır, aksine sanki her iki metin de aynı yazarın kaleminden çıkmış gibidir. Sorunlar ve işleniş biçimleri aynı fakat kullandıkları dilleri farklıdır. Meseleye bu açıdan bakınca hem yazarın dille ilişkisi hem de izlenecek yolun ne olacağına dair bir fikir ortaya çıkar. Dili kaybolmakla yüz yüze kalmış bir toplumun kültürünün, sanatının ve hatta dilinin yarınlara nasıl aktarılacağı önem kazanır burada. Achebe ve Tiongh’o’yu farklı olmalarına rağmen birbirine yaklaştıran, Laleş’i de benzer bir hattan arayışa iten düşünce de budur; kendi toplumlarının farklı dillerde de olsa aktarıcısı almak, kültürlerine ait bir bellek, bir arşiv oluşturmak.

Bir de bütün bunlardan bağımsız, dili üzerinde herhangi bir baskı yokken, kişisel sebeplerle başka dilleri tercih eden yazarlar vardır. Slavoj Zizek örneği bu konuda belki de en çarpıcı olanıdır. Zizek, kendisiyle ilgili yapılan bir belgeselde neden hem Rusça hem de İngilizce öğrendiğine dair açıklama yaparken, “Dünyada Soğuk Savaş vardı, Rusça ve İngilizceden birisinin dünyaya hâkim olacağını düşünüyordum, işimi şansa bırakamazdım, iki dili de öğrenmeye karar verdim,” şeklinde ironik bir cevap verir. Cevap ironik gelebilir fakat altında bir hakikati barındırır: “Hâkim dil.” Bu kavram, Zizek’in de dediği gibi diğer dilleri domine edeceği (yok edeceği değil), baskın hale geleceğiyle ilgiliydi. Fakat bu düşünce kendi dilinin yok olacağına dair bir kaygı taşımadan ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla Zizek’in düşüncesinin temelinde dilden bağımsız, kendi fikirlerini aktarma duygusu vardı. Zizek, kolayı seçip kendi dilinde yazmak yerine, geniş kitlelere ulaşacağını düşündüğü bir dile dair öngörüde bulunup eserlerini o dillerde vermeği tercih eder. Burada “tercih” sözcüğü, zorunluluktan farklı düşünülmelidir; çünkü içinde baskı altına alınmış bir yönelimi değil, aksine keyfi bir durumu işaret eder. Laleş’in babasıyla arasındaki derin uçurumun Zizek’te olduğunu düşünmek için bir neden yoktur. Tercihen farklı dillerde yazan Zizek gibi pek çok yazar vardır. Mesela Nabokov, Bolşevik Devrimi sonrası Rusça yazmaktan vazgeçip eserlerini İngilizce yazmaya karar verir. Milan Kundera, Çekçe yerine Fransızcayı tercih ederken, Samuel Beckett İngilizceyi ileri derecede bilmesini bir engel gibi görerek yalnızca kurallarına bağlı kalacağı düşüncesiyle Fransızca yazmış, hatta yazdığı dilde Nobel Edebiyat Ödülü bile almıştır.

Tercihli olarak başka dillerde yazmak anlaşılır bir şeydir fakat dilinin kaybolacağı korkusuyla kendi dilinde yazamamak keyfiliği değil asimilasyonu işaret eder. Tiong’o, Achebe, Okara ve Laleş’in sözlerini birleştiren ve onları bu konuda düşünceye sevk eden durum budur. Tam da bu noktada Zizek ve benzeri yazarların anlattığı bir şey vardır, o da bir yazar için doğru olanın hangi dilde yazacağı değil, ne yazacağıdır.

Her ne kadar farklı çözüm yolları önerseler de özünde dili kendi sorunlarına aracı kıldıkları ve problemlerinin kendilerine dayatılan dil olmadığını anlıyoruz. Aksi halde bu denli iyi eserler ortaya çıkaramazlardı. Neredeyse hepsi kendi dilleri önünde engel teşkil eden iktidarın asimilasyon politikaları olduğunu işaret eder ama farklı dillerde benzer şeyleri söyler. Laleş’in itirazının tam da burası olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sorunu, “başka bir dilden” bağımsız iktidar bağlamında ele alır, çözümün de bu perspektifte olduğunu işaret eder. Başka bir dilde kendini yaşatmak da denebilir buna.

Tercihli olarak kendi dilinde yazmayan yazarların pek çoğu, dilleri tehdit altında olsaydı muhtemelen Tiong’o ve Laleş gibi benzer dertlerden mustarip olur, benzer düşünce ekseninde metinler yazarlardı. Dolayısıyla başka bir dilde yazmaya mecbur kalmak ile tercihen başka bir dilde yazmak aynı şey değildir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Beckett gibi istekli bir şekilde Fransızca yazması ile Achebe’nin zorunluluktan Fransızca yazması aynı düşüncenin sonucu olamaz. Keza Nabokov’un kızdığı için kendi dilini terk etmesiyle Yaşar Kemal’in kendi anadilinde yazamaması da aynı değildir. Bu minvalde örnekler çoğaltılabilir. Ama bütün bu yazarları birleştiren tek bir şey vardır, dilden bağımsız aktardıkları sanatlarıdır bu da. Bu noktada dil ve yazarın politik arayışı örtüşebilir, buna dil meseleleri de dâhildir. Bundan ötesi yazarın bir toplumun dilini kurtaracağına dair kendisine yüklenen manasız anlamdır. Yazar dili kurtaramaz, yalnızca sanatını icra eder. Dili kurtaracak olan devlet aygıtına dönüşmesidir. Zizek bunu bildiği için farklı dilleri öğrenmek istedi. Çünkü galip gelenin dilinin kaçınılmaz bir şekilde yazarın diline dönüşeceğini biliyordu.

Yukarıda Laleş’in, “Zamanla okulda öğretilen dil, benimle babamın, benimle annemin arasına derin bir uçurum gibi girmeye başladı” sözlerini Beckett’ın, Nabokov’un, Zizek’in arayışından farklı, her ne kadar üçüncü bir yolu seçmiş olsa da Achebe, Tiong’o ve Okara ile benzer bir yere koymak gerekir; ortada bir sorun varsa, odağında yazarın dil seçimi değil iktidarın yanlış dil politikasının bir sonucu vardır. Laleş’in Kürtçesi, Tiong’o’nun Gikûyû dili bir kurtarana ihtiyaç duyarken, Beckett’ın İngilizcesi bir kurtarana ihtiyaç duymaz. Birisinde iktidar kaynaklı bir baskı varken, diğerinde özgür bir seçim vardır. Dolaysıyla dil ve yazar arasında her iki durum için ters bir ilişki vardır, birisinde yazar meramını anlatmak için dile ihtiyaç duyarken, diğerinde dil kurtulmak için bir yazardan fazlasına ihtiyaç duyar. İhtiyaç duyulan bu şey de bir yazarın çabasından fazlasını işaret eder; Laleş’in de işaret ettiği gibi iktidarın baskıya son vermesi, kişinin kendi dilinde yazıp çizmesine destek olunmasıdır bu da. Yani dilin eğitim diline dönüşmesidir anlatmak istediği. “Zamanla okulda öğretilen dil, benimle babamın, benimle annemin arasına derin bir uçurum gibi girmeye başladı,” sözleriyle “devletin dilini” kastettiğini, sorunun da çözümün de adresini gösterdiğini görüyoruz.

Tiong’o, 'Zihni Sömürgeden Azâd, Afrika Edebiyatında Dil Politikası' isimli kitabında çarpıcı bir tespitte bulunur: “Biz Afrikalı yazarlar olarak her zaman Avrupa-Amerika ile yeni sömürgeci ve siyasi ilişkilerden yakınmışızdır. Doğru. Gelgelelim yabancı dillerde yazmaya devam ederek, onlara biat ederek, kültürel düzeyde o yeni sömürgeci kölelik ve ram etme ruhunu yaratmakta ısrarcı olmuyor muyuz? Afrika’nın emperyalizm olmadan yapamayacağını söyleyen bir siyasetçi ile Afrika’nın Avrupa dilleri olmadan yapamayacağını ifade eden bir yazar arasında ne fark var?”(8)

Sormadan edemiyor insan; yazar, dili yasaklıyken kültürünü, sanatını, şirini, edebiyatını sonraki kuşaklara aktarmak için ne yapması gerekir? Başka bir dilde yazıyorsa, yazmayı bırakmalı mıdır yoksa bırakmamalı mıdır? Yazarlar kendi toplumlarının aktarıcısıdırlar; değerlerini, kültürünü, sanatını, felsefesini, psikolojisini hülasa dilin içeresine yerleşen ne varsa bunları aktarmaktan sorumludurlar. Elbette kendi dilinde yazmakta ısrarcı olmak önemlidir fakat dilinden koparılmış bir topluma hangi dilde ulaşılacağı önemli değil midir? Dil kadar toplum, toplum kadar dilin kullanılacağı okulların varlığı, okullar kadar dili yaygın kullanıldığı bir sistem, sistem kadar bu sisteme nizam veren bir devlet aygıtı gerekli değil midir? Öyleyse yazara hangi dilde yazdığını sormak yerine neyi yazdığını sormak daha doğru değil midir?

Laleş’in dil meselesini dayandırdığı üçüncü yol tam da bu aygıtla ilgilidir. Nitekim çözümü “iktidar” odaklı tartışmasının nedeni de bu aygıtın Kürtçe üzerindeki yabancılaştırıcı etkisidir. Laleş “iktidar” der çünkü devlet demek zordur. Zaten şiir yazarak kendisine devletle bir hesaplaşma alanı yaratmasının nedeni de bu zorluktur. Bir dilin kurtuluşunu politik tartışmalardan azade tutarak, statüsünü düşünmeden, dilin eğitim dili olmasını çözüm olarak görmeden, kurtuluşu yalnızca edebiyatçıların bu ve benzeri arayışlarında aramak ne derece doğru olur, kestirmek zor. Dahası dilin kurtuluşu için şiirle çarpışmak, neyi ne kadar kurtarır bunu da. Bir toplumun dilinin kurtuluşunu birkaç iyi şair ve yazara yüklemek manasız. Afrika’da dille ilgili tartışmalar yürütülürken, edebiyatın ve şiirin ne kadar cılız kaldığı biliniyor olacak ki tartışmaları doğru bir noktaya çekilmesi sağlanıyordu. Yalnızca bu rolü üstlenenler edebiyatçılardı; yazarın ve edebiyatçının rolü olsa olsa bu olur.

Dil ile ilgili meselenin doğru bir mecrada tartışılması yazara büyük bir özgürlük alanı yaratacaktır. Muhtemelen tehdit ortadan kalktıktan sonra yazarın keyfiyetine tanık olacağız. Hâlihazırda Becket’ın hisleriyle Tiong’o, Laleş ve benzeri edebiyatçıların hislerinin aynı olmamasının nedeni de bu olsa gerek. Ne yazık ki Laleş’i, Tiong’o ve Achebe gibi yazarları kendi dilinde yazdıkları nedeniyle tartışmıyor, başka bir dilde yazdıkları dikkatimizi çektiği için konuşuyoruz. Sormadan edemiyor insan; bu yazarlar yukarıdaki sözlerini yabancı oldukları dilde değil de kendi dillerinde yazmış olsalardı, bugün bunları tartışıyor olur muyduk? Öyle görünüyor ki zor.

Bu noktaya kadar dili kurtarmak için neler yapılabileceğini, dolayısıyla bu bağlamda yazarın rolünün ne olduğuna değindik. Mesele yazar odaklı tartışılınca, nasıl bir yanılgıya sürüklendiği ortada. Yazarın kendi dilinde yazmamasını dilin yok oluşunu, dilin yok oluşunun toplumun yok oluşuna bağlamak büyük bir yanılgıdır. Çünkü toplum denen şeyin sınırlarını sadece dil değil, tarih, edebiyat, sanat, din, gündelik yaşam, kültür, gibi başka şeyler de belirler. Dolayısıyla yazar sorunu işaret eder, devlet ya da “statü” gibi aygıtlar dili kurtarır.

Dil ile devlet ilişkisinin en güzel örneği belki de İbranice’ye hayat veren Eliezer Ben-Yahuda’nın yaptığı çalışmadır. Yehuda, 1889’da İbranice Dil Konseyi’ni kurarak dile dair entelektüel bir çalışma yapmış, dilin ihtiyaç duyduğu sistemin öncüsü olmuştur. Yukarıda belirtildiği gibi bundan fazlasını yapması mümkün değildir, nitekim İbranice bir dil bilimcinin çabasının ötesine, organize bir yapıya taşınmıştır. İsrail 1948 yılında kurulduğunda, toplum İbranice haricinde neredeyse bütün dünya dilleri konuşuyordu. Yehuda ile temelleri atılan sözlük çalışması, devlet eliyle yapılan çalışmaların ardından eğitim diline dönüşür ve yavaş yavaş toplumla bütünleşir. Bugün on milyona yakın insanın konuştuğu dünyanın önemli dillerinden birisi olur İbranice. İsrail 1948 yılında kurulana kadar yaklaşık altmış sene dilden bahsedilmez. Dilin kurtuluşu yalnızca bir insanın çabasıyla mümkün olsaydı Yehuda tek başına yeterli olurdu. Dilin kurtuluşunun temeli sistemle bütünleşmesi, gündelik kullanımının ötesine taşınması ve bir aygıt tarafından geniş bir alanda kullanılmasıdır.

İbranicenin bilinmemesi bir toplumu kültürsüz, edebiyatsız, tarihsiz ve tarifsiz bırakmamıştı. Yahudi toplumunun başka dillerde tutulan kayıtları, arşivleri sayesinde olmuştu bu da. İsrail, devlet kurulduktan hemen sonra İbraniceye başka dillerden aktarımlar başladı, yavaş yavaş bir toplum dili ve kültürüyle birlikte inşa edildi. Yahudi toplumunun kendi dilinden kopması bir hakikati barındırdığı kesin fakat bu durum bir toplumu yok etmedi. Yahudi toplumu başka dillerde kendi kültürüne ait emaneti geri almamış olsaydı bugün yok olmuş bir topluluktan bahsediyor olacaktık. Yehuda’nın durumu yazar ve dil arasındaki ilişkide, yazarın rolünün ve sınırlarının ne kadar olduğuna dair bir fikir verebilir belki.

Bu konuda çarpıcı diğer bir örnek Kürtlerin yaşadıklarıyla ilgili ama İsrail’deki durumun benzeri değil tam tersini anlatan, başka dillerde arşiv tutamamanın nasıl yıkıcı olduğunu anlatan bir örnek.

Bunca Bilgiden Sonra Ne Bağışlaması : Kürdistan İzlenimlerim, Jonathan J. Randal, Çevirmen: Faysal Nerse, 446 syf., Avesta Kitap, 2002.
 

Jonathan J. Randal’ın 'Bunca Bilgiden Sonra Ne Bağışlaması?' isimli kitabı, Saddam Hüseyin’in iktidarı döneminde yaşananları mercek altına alır. Randal, bu kitap başlığını T. S. Eliot’ın 'Çorak Ülke Dört Kuartet ve Başka Şiirler' kitabındaki Gerontion şiirinden alır. Randal’ın şiirdeki bu dizeyi kitap ismi olarak düşünmesi boşuna değildir. Zira Irak Kürdistan bölgesinden İran’a, İran’dan Suriye’ye, Suriye’den Türkiye’ye uzanan ve uzun yılları alan kapsamlı bir çalışma ortaya koyar. Bu süre zarfında, yıllarca Irak’ın kuzeyinde ve İran’la sınırı olan köyleri gezer. Kürt iç savaşına dair araştırmalar yapar. Irak ve İran’da insanlarla konuşur, işlenen katliamları, cinsel saldırıları, cinayetleri araştırır ve olup bitenlerin tek tek kaydını tutar. Topladığı onca acılı hikâyeyi kitaplaştırır en sonunda. Araştırma esnasında bir şey yazarın dikkatini çeker, yaşanan onca şey neden kayıt altına alınmamıştır? Saddam’ın ve dönemin İran hükümetlerinin yaptıklarına dair özetle şöyle bir not düşer tarihe; bu zulme maruz kalanlar, kendilerine bu kötülüğü reva görenleri nasıl affedecektir? Bunca bilgi edindikten sonra bu şiddeti, bu kötülüğü yaratanların nasıl olur da affedileceğini merak eder, kitaba da 'Bunca Bilgiden Sonra Ne Bağışlaması?' ismini o nedenle verir. Randal, İran ve Türkiye sınırına yığılan insanların, sınır boylarında kendilerini bekleyen “dilsizliğinden’’ bahseder. Ülkelerinde maruz kaldıkları onca şeyi yazamamış, kayıt altına alamamış bunca insanın sınır boylarında garip bir terk edilmişlikle yaşamları son bulur. Kayıtlar yüz binlerce insanın İran’a girmek için “sınıra” yığıldığı ve orada bekletildiği için soğuk ve açlıktan öldüğünü yazar. Bir acının coğrafik sınırları, bu insanlar için kendilerine ait olmayan bir dilin sınırında affedilmez bir nefrete dönüşür. Randal yaşanan onca acının, başka dildeki bir acıya dönüşmesinin nedenini Kürt dilinin parçalı oluşuna ve bu nedenle de birlik olunamamasına, dolayısıyla ortak bir bellek oluşturulamamasına bağlar.

“Kürtler alfabe çeşitliliği bakımından bölünmüş durumdalar. İran’daki Gorani, Fars yazısı kullanılır. Sorani, İran ve Irak’ta olduğu gibi. Fakat yurtdışındaki Türkiyeli Kürtler, Fransız Mandası sırasında Suriye’de Emir Kamıran Bedirxan tarafından düzenlenen, değiştirilmiş bir Latin alfabesiyle Kurmanci öğreniyorlar. Kaçak olarak Türkiye’ye sokulan kitaplar, gazeteler ve dergilerde bu alfabe kullanılıyor. Eski Sovyetler Birliği’ndeki Kürtler, Kril alfabesi kullanıyor. Tüm bu faktörler, genelde dağlık alanın doğal izolasyonu ve bölünmüşlüğü Kürt birliğinin tüm Kürtler tarafından kullanılan ve de anlaşılan tek dil ve tek alfabeyle daha iyi sağlanacağına kani olmuş milliyetçileri umutsuzluğa itmiştir.”(9)

Kaydı tutulmayan pek çok toplumsal olay, cinayet, yıkım tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Bunda tarihi yazanların, kazananlar olmasının payı çoktur. Millet olmanın, dahası güçlü olmanın en önemli yapı taşlarından biri belki de oluşturulan toplumsal bellektir. Bu da topluma ait tutulan kayıtlarla mümkündür. Güçlü devletlerin işgal ettikleri ülkelerde yaptıkları ilk şey, arşivleri ortadan kaldırmak, tarihî mekânları yok etmek, kütüphaneleri yakmak olur. Dünya tarihi bu ve buna benzer trajedilerle doludur. Dolayısıyla “bellek” denen şey öldürenin ve yok edenin dili üzerinden kendi lehine işleyen tarihsel bir süreç şeklinde cereyan eder. Burada trajediye maruz kalan toplumun yapabileceği tek bir şey kalır geriye, başka bir dilde bellek yaratmak. Öyle bir bellek yaratılmalı ki, ihtiyaç duyulan bu arşiv günü gelince tıpkı İsrail’deki gibi yeniden inşa edilen bir toplumun belleğine dönüşebilsin. Yazarın rolü de burada devreye girer; kendi dili kadar başka dillerde de kayıt tutmak, bellek oluşturmak.

Dolayısıyla İsrail örneği bize önemli bir detayı anlatır, bu da bir toplumun kurtuluşunun yalnızca dilin kurtulmasıyla mümkün olmadığı hakikatidir. Dil unutulabilir, hatta unutturulabilir fakat başka dillerde tutulacak kayıtlar en az dil kadar önemlidir. Yazarın, sanatçının sorumluluğu burada başlar, hangi dilde yazıyorsa yazsın kendi kültürünün aktarıcısı olmak durumundadır. Çünkü başka bir dilde yaşatılan şey, eninde sonunda kendi kültürüne ve diline döner. Dolayısıyla yazarın ve sanatçının bir sorumluluğu varsa, o da hangi dilde olursa olsun kendi toplumuna dair bir bellek yaratmasıdır.

Laleş’in bir toplumun kurtuluşunu dilden azade düşünmesi, yabancılaşmanın bir sistem-iktidar sorunu olduğunu işaret etmesi ve çözümü dil olduğu kadar dilden öteye taşıması belki de bu nedenledir.

Notlar:

1 - Ne Mutlu Eşitim Diyene: Milliyetçilik Tartışması, Kıraathane Yayınevi, 1. Basım, S. 307
2 - Ngugi Wa Tiong’o, Zihni Sömürgeden Azad, Afrika Edebiyatında Dil Politikası, Çev. Şebnem Nantu, Hece Yayınları S. 61
3 - Ngugi Wa Tiong’o, Zihni Sömürgeden Azad, Afrika Edebiyatında Dil Politikası, Çev. Şebnem Nantu, Hece Yayınları, S. 31
4 - a.g.e S.31
5 - a.g.e S.31
6 - https://www.gazeteduvar.com.tr/lal-lales-kurtce-ve-turkce-esittir-kardes-dillerdir-haber-1527338
7 - https://www.gazeteduvar.com.tr/lal-lales-kurtce-ve-turkce-esittir-kardes-dillerdir-haber-1527338
8 - Ngugi Wa Thiong’o, Zihni Sömürgeden Azâd, Afrika Edebiyatında Dil Politikası, Hece Yayınları, Çev. Şebnem Nantu, S.56
9 - Jonathan C. Randal, Bunca Bilgiden Sonra Ne Bağışlaması, Çev. Faysal Nerse, Avesta Yayınları, S.41