Yasemin Yazıcı: Egemenlerin kıskacı altındayız!

Yasemin Yazıcı ile okuyucuyla buluşan en son kitabı “Sözçalan Karanlık” üzerine konuştuk. Yazıcı, “Kadın, egemen sistemin hep kıskacı altında… Ezilen erkeklerin pek çoğu kadın üzerinden içlerindeki öfkeyi boşaltıyor. Sonuçta her sınıftan kadın, sistemin baskısı ve öfkesi altında, görünmez olarak tutuklanmış durumda” dedi.

Abone ol

Yasemin Yazıcı’nın Nota Bene etiketi taşıyan öykü kitabı “Sözçalan Karanlık” bize, şiddetin her türlüsünü yaşamış insanların içimizi burkan hikâyeleriyle dokunuyor. Şimdilerde yayına hazırladığı “Oyuncak Ayının Cinsiyeti” romanının haberini veren Yazıcı “Yazarak içimdeki çaresizlik duygusunu yenmeye çalışıyorum. Bir de yazarken en acıtan öykülerde bile, alaca da olsa ışığı açık bırakıyorum. En başından beri korumaya çalıştığım, gülümseyen hüzünle anlatan bir edebiyat sesini kullanmaya gayret ediyorum” dedi.

Şiddetin her türlüsüyle yüzleşmemizi sağlayan ve 13 öyküden oluşan kitabınız ‘Sözçalan Karanlık’ nasıl oluştu?

Yasemin Yazıcı

Öyküler eğer bir tema üzerine yazılmamışsa, kendi kendine birikiyor. Daha önce kimisi antolojilerde, dergide yayımlanmıştı, kimisi de bilgisayarda dosyada bekliyordu. Birbirini bütünleyen öyküler, bir dosya haline gelince, üzerinde yeniden çalıştım, öykü dizinini kurguladım ve sonrasında basıldı. Genelde farklı edebiyat dallarında düzenli yazarım. Roman, öykü, deneme, şiir...

Basılmış basılamamış bunlar gündelik gelgeç sevinç ve üzüntüler benim için. Önemli olan kendime çekilip yaşadığım o tek kişilik varoluş hali. Öykü, teknik olarak yazdıkça çoğalarak kitap dosyaları oluşturan bir tür. Öte yandan anlatım biçimi olarak ele alırsak, kendime çok yakın bulduğum bir tür. Demek istediğim, roman yazarken de öykünün anlatım dili, imgeselliği, zamansal ritmi, bana hep çok uygun gelmiştir. Bunu da doğrusu çok sonra fark ettim. Romanda karakterlerin izlekleriyle ilerliyorsun. Bence en önemli fark burada. Zaten yazarken teorik olamıyor insan, daha kendiliğinden oluşuyor yazma serüveni.

Sanırım teknik olarak, öykü yazarlarına daha yakınım. Bunda imgesel düşünmemin ve sinemanın etkisi çok fazla tabii... Bir de tema modalarından etkilenmem, benimki daha içten geçen bir yolculuk. Zaten sonuçta, her yazar yazabileceği kadarını yazar. Ötesi yok.

‘SİNEMA, BENİM YAZDIKLARIMDA ÇOK ETKİN BİR KAYNAKTIR’

Çeşitli gazete ve dergilerin sanat servislerinde çalıştınız. Yerli ve yabancı ortaklı yapımlarda, yönetmen yardımcısı, yapımcı ve senarist olarak görev aldınız.

Evet, önce şiir, öykü, deneme yazıyordum sonrasında sinemaya geçince kendi sinema filmlerimi düşünmeye, yazmaya başladım. Kısa ya da uzun metraj... Seksenli yılların başında, darbe sonrası genç biri olarak sanat çevresinde olmak, önemli bir şanstı, kendi alanında değerli isimlerle tanışma ortamı vardı. Bugün yazı/okuma atölyelerine devredilmiş olan usta/çırak çalışmaları, o zamanlar kendiliğinden bire bir oluşan çok yapıcı sohbetlerdi. Ayrıca geride duran on iki Eylül darbesinin etkisi hala canlıydı, bir yandan bugünkü gibi gözaltı ve tutuklamalar sürüyor, öte yandan yorgun düşen aydınlar arasında, haklı olarak bireyselliğe dönük edebi, sanatsal arayışlar yaygınlaşıyordu... Çok hızlı değişimlerin olduğu yıllardı...

Ardından, İstanbul Sinema Günlerinin, sonradan Sinema Festivaline dönüştü, bizim kuşağın üzerinde etkisi büyük oldu. Ben de o sıralar ilk kez Bilge Olgaç'la Kaşık Düşmanı filminde çalışmaya başladım ve ardından pratik ve teorik olarak çok değerli sinemacılarla tanıştım, çalıştım. Sinema, benim yazdıklarımda çok etkin bir kaynaktır. Tabii burada hangi sinema diye bir soruyu eklemeden geçmemek gerekir.

Son yıllarda edebiyata ağırlık verdiniz. Kariyerinizdeki bu değişim içerisinde edebiyata eğiliminiz nasıl oldu? 

Şimdi dediğim gibi seksenli yıllar çok değişkenleri olan ve ekonomik olarak daha mütevazı, daha bohem zamanların yaşandığı bir dönemdi. Yeşilçam’ın son dirilişi o yıllarda oldu, doksanların başında özel televizyonların kurulmasıyla da çöküp gitti. Türk sineması başka bir döneme devrildi. Ardından çoklu ortaklıklarla, kültür bakanlığıyla desteklenen bir Türk sineması oluştu. Özellikle genç sinemacılar kişisel filmlerin yapılması için başka yollar aramaya başladılar.

Sinemada destek bulmak daha da zorlaşmıştı. Seksenlerin sonunda Kaybolan Kasaba’yı yazdım. 1990 yılında basıldı. Yeniden edebiyata döndüm. Daha özgür bir alandı. Ben yazarken Sovyetler Birliği çöküyordu, duvarlar yıkılıyordu. Teması biraz gündem dışına düşse de yazdım, bitirdim. Ne ki o sıralar edebiyat da çok satan listeleriyle başka bir piyasa oluşturmuştu. Geride durup yazmayı sürdürdüm. Geçen yıl Biket İlhan için, Kaybolan Kasaba’nın senaryosunu yazarken birden fark ettim ki, artık bir dönem romanı olmuş. Zaman öyle hızla geçiyor işte.

‘Altın Zincir’ öykünüzde yalnız kalmak isteyen, hayatta yabancılık çeken, uyumsuz, kendine özgü kadınlar ve bir akvaryum metaforu var. “Akvaryumda olan biz miyiz yoksa onlar mı?” Karakter kendini karada bile akvaryumda hissettiğini düşünüyor, bir hapsoluş var. Öykülerinizde yer alan kadınları nasıl anlatırsınız?

Altın Zincir kendini yazdıran öykülerimden. Kadınların kalabalıklarda farklı bir yalnızlığı var. Bu onlara “Hadi özgürleşin!” demek denli kolay değil. Öncelikle ekonomik olarak çok kısıtlanıyorlar. Tek başına ayakta durmak çok zor, özellikle donanımsız, hatta bu donanımlı meslek sahibi kadınlar için de geçerli artık… Kendini toplumda ifade eden kadın işten atılıyor, tutuklanıyor… Düşüncelerinden ötürü, işten atılmak ne demek? Ben seni aç, açıkta bırakıyorum… Böyle bir ceza kesilebilir mi? Öte yandan asgari ücretle kim tek başına geçinebilir? Evinin kirasını ödeyecek, günlük giderlerini karşılayacak, sosyal hayata katılacak. Mümkün mü?

Ayrıca çocuğu ya da çocukları varsa durum çok vahim. Tüm siyasetler kadınlar üzerinden yaptırımlar yapıyor, hadi diyelim ki iyi kazanan bir kadınsınız, bu kez de harcamalarınız reklamlarla yönetiliyor. Kadın, egemen sistemin hep kıskacı altında... Ezilen erkeklerin pek çoğu kadın üzerinden içlerindeki öfkeyi boşaltıyor. Sonuçta her sınıftan kadın, sistemin baskısı ve öfkesi altında, görünmez olarak tutuklanmış durumda. Öte yanda batılı filmleri izliyoruz, kadın bir fastfood dükkânında garson, evinin kirasını ödüyor, ikinci el de olsa bir arabası var, sosyal yaşamı var. Şimdi hangi kadın özgürlüğünden söz edeceksiniz? Bir kadını hatta erkekleri de tek başına ayakta tutamayan, aslında tutmak

istemeyen iktidarlarca yönetilmiş, yönetilmekteyseniz… İşte bu karanlıkta yaşayan kadınların aslında pek azı öykülerimde soluklanabiliyor. İyi ki başka duyarlı yazar kadınlar hatta erkekler var. Öte yandan gerçekten duyarlı, sorumlu, bencil olmayan genç kadınların önemli bir direnişi var gözlerden kaçırılmak istenen. Ben çözümden önce göstermek, belgelemekle yükümlüyüm, öykülerimi yazarken de edebiyat kaygımı ötelemeden yapmak istiyorum. Görünmeyen sorunlar, lafla çözülmez sonuçta.

‘HER İMGESELLİKTE, İNSANI BETİMLEYEN BİR ŞEY VAR’

Çoğu öykünüzde benzetme kullanıyorsunuz; akvaryum, kaplumbağa, ayı... ‘Ayı’ adlı öykünüzde aslında hemen hemen her akşam haberlerde izlediğimiz bir olayla karşı karşıyayız. Kadına şiddet… Fakat bu öyküde farklı bir şey var. Karakter bir ayı saldırısından bahsediyor ve sonradan olayın akışıyla gizem çözülüyor. Öykülerinizde tema oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz?

İmgelerle düşünmeye yatkın bir yaradılışım var. Ne zaman sokağa çıksam, nereye gidersem ya da evde televizyona baksam, özellikle bakmak diyorum, çünkü çok az izliyorum, birçok fotoğraf oluşuyor zihnimde. Bu görüntüleri, bire bir canlandırmakla doğru anlatamam duygusu içindeyim hep. Nasıl anlatırım kaygısı hep baskın çıkıyor yazarken. Ayı da aslında bizim toplumumuzda çok kullanılan bir sıfatlama. Hatta yazdıktan sonra biraz tedirgin oldum.

Çünkü ben her türden hayvanı severim, tabii doğal halini severim, insanın içindeki vahşiliği değil. Ama kimi insanlar özellikle erkekler hayvanları bile aşan akla gelmez korkunç içgüdülerle iç içe yaşıyor, çoğu da öfkelerine kurbanlar katan zavallılar. Burada beni kendine esir eden hayal gücüm devreye giriyor, gerçekle hayal arasında bir uzamda, birlikte edebiyatın arka sokaklarında gezinmekten, kendimizi alıkoyamıyoruz. Benliğim ve kişiliğim birbirini kışkırtıyor. Ayrıca her imgesellikte, insanı betimleyen bir şeyler var. Akvaryum, Ayı, Sardunya Saksısı… Seç seçebildiğin kadar. Sonuçta, gerçek olmayan bir uzamda, gerçekleri anlatmaya çabalıyorum. İmgeler olmasa, belki yazamazdım.

Metinlerinizin geneline baktığımızda sert, dili ağır öykülerle karşı karşıyayız. Okurunuzda nasıl bir etki bırakmayı düşünüyorsunuz?

Sözçalan Karanlık, Yasemin Yazıcı, Syf. 128, Nota Bene Yayınları, 2017.

Tırtıl yağmurundaki öykülerim de benzer izlekte. Dilindeki ağırlıktan, sertlikten öte sanırım içinde taşıdığı olgular yüzünden vurucu bir etkisi oluyor. Ama bunu planlamıyorum, ancak duygusal olarak yapmak istiyorum yazarken. Çünkü bizler korunaklı büyümüş çocuklarız, yaşanan çocuk, genç, kadın, hayvan… Şiddetine karşı inanmazlıkla açılıyor gözlerimiz. Ben ruhumda hazmedemiyorum. Dışa vurmam gerekiyor. Ayrıca her edebiyat verimi, kendi çağının tanığıdır, vicdanıdır. Başka türlü nasıl yazılır, bilmiyorum zaten. Üstelik insan yazarken böyle teknik düşünmüyor, kahramanlarla bir kurmacanın içinde yol alıyorsun. Hayâl gücü çok önemli ama hayâller felsefesiz, temelsizse rüya kadar uçucu olur. Rüyaya anlam katan bizim düşünsel katkımız. Yoksa düşlemek de tek başına yetmez. Ben okurun da aktif olduğu verimleri yazmak istiyorum. Okur katılmalı öyküye.

Düşünmeli, yazılanları özümsemeli. Bence az olsun, okur olsun. Okuru tavlamak gibi bir derdim yok. Demek istediğim, zaten duyarlı okurla aynı yollardayız, görünenleri ben edebiyatın merceğinden geçirip anlatıyorum yalnızca. Kötülüğün yeniden egemen olduğu karanlık bir dönemden geçiyoruz. Bu ortaklaşa bölüştüğümüz bir zaman. Üstelik her vahşetin etkisi hayatımızda uzun sürmüyor. Unutkanların ya da umursamayanların arasında sıkışıp kaldık. Direnen bir azınlık var, onu da şiddetle bastırmaya çabalıyorlar, elbette yakınan bir çoğunluk var, ama onlar da bilinç kaybı yaşıyor, duygusal bir tepkiler içindeler, düşünsel etkinlikleri yok, ezberci bir çoğunluk. Bu yüzden kolayca birbirine düşürülüyor. Kötülüğe alıştırılıyorlar, korkunç olan bu zaten...

Bu denli karanlık öyküler yazarken sonunda kendinizi nasıl motive ettiniz ya da edebildiniz mi?

Aslında insanların içindeki karanlık coğrafyalarında gezinirken, çok etkileniyorum. Aksi hiç düşünülemez. Bazen geri dönemeyecekmişim duygusuna bile kapılıyorum. Bu yüzden bırakıp, daha sonra yeniden ele aldığım öykülerim oldu. Sonuçta onları canlandırırken birinci elden tanık gibi yaşıyorsunuz. Öte yandan yazarak içimdeki çaresizlik duygusunu yenmeye çalışıyorum.

Bir de yazarken en acıtan öykülerde bile, alaca da olsa ışığı açık bırakıyorum. En başından beri korumaya çalıştığım, gülümseyen hüzünle anlatan bir edebiyat sesini kullanmaya gayret ediyorum. Kendini tanık sandalyesine oturtuyorsun. Hiç kolay değil. Bunu yalnız kendim için söylemiyorum, böyle yazan edebiyat arkadaşlarımı okurken, yazmanın da ne kadar acı olduğunu duyumsuyorum. Ama yazılmalı.

'EDEBİYAT, YENİDEN CANLANDIRMA SANATI'

Roman ve öykü yazarı, okuru olmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce ikisini birbirinden ayıran net çizgiler var mı?

Sahneler halinde, iç içe açılan bir roman anlayışım var. Romanlarımın kimi bölümleri öykü gibi okunabilir bu yüzden. Kurgu ve atmosferi çok önemserim. İmge, ritim, gerçekle düş arasındaki o belirsizlik konumu, temel yazı elementlerim. Bu dengede kendi sesimi rahatlıkla bulabiliyorum. Edebiyat bir yeniden canlandırma sanatı. Bu nedenle gördüğüm, etkilendiğim resimlerdeki duyguların kurgusunu yaparak ona yeniden ulaşmaya çabalıyorum.

Aşırı metinleştirme ya da bire bir anlatımdan hoşlanmıyorum. İyi yazılmışlarsa başka yazarlardan okurum ama benim kişisel edebiyat sesime uygun düşmüyor. Yazsam, kendi sözcük dizinim gibi hissedemem . Sahicilik duygusu türlü biçimde yansıtılabilir. Burada ince bir ayrım var, yazdıkça kendiniz buluyorsunuz. Tıpkı öteki hayatları yazarken, kendinize vardığınız gibi...

 Sel Yayınları’nın “Kadın Öyküleri’nde Kentler” projesinin son durağıydı İzmir. İzmirli olan yolu İzmir’den geçen 22 kadın yazarın öykülerinden oluşuyordu bu kitap. Bu kitap bağlamında İzmir’de kadın olmayı anlatır mısınız ve böyle farklı projelerde görebilecek miyiz sizi?

Kadın Öykülerinde İzmir, Hazırlayan: Yasemin Yazıcı, Syf. 184, Sel Yayıncılık, 2009

İzmirli olduğum için böyle bir öneri almıştım Selma Sancı'dan. Aslında tereddütlerim vardı. İzmir'den ayrılalı uzun zaman olmuştu, edebiyatçılarıyla yakın ilişkilerim kalmamıştı, ben ayrıldığımda edebiyatçı yazar kadınlar yok denecek kadar azdı. Ancak bu çalışma sonrasında, azımsanmayacak öncüde sayısal artışlar fark ettim. İlk öykülerini yazanlar kadınlar vardı, sonradan öykü, roman kitapları yayımlandı. Daha da çoğalacak belli ki... Aslında İzmir özgün kentlerden biri... Kurtuluş savaşı öncesi de, sonrası da farklı kültürle yaşamaya alışkın, kozmopolit bir yaşam tarzı alışkanlığı var. İzmir’de kadın olmak sanırım ülkenin tüm bölgelerinden farklı bir durum.

Kaç/göç değişini ben ilk İstanbul'da duydum. İzmir, Ege kendine ait bir şehir, bir bölge sonuçta. Eğlenmeyi, gezmeyi, sorunlara kafa yormaktan fazla severler. Bu nedenle daha çok Akdenizli ülkelere yakın bir hayat tarzları var. Zaten insan en çok İzmir'den ayrılınca ne kadar İzmirli olduğunun ayırdına varıyor. Ben çocukken de, öncesinde de bir ticaret kentiydi, şimdilerde kültürel etkinliklerle anılmaya başladı. Son yıllarda Dünya Öykü Günü etkinliklerine sahip çıkıp sürdürmesi az şey değil.

Edebiyat anlamında ben İzmir’den umutluyum. En güzel kitap fuarı orada. Güzel şiirler, öyküler, romanlar yazıyorlar. Susku içindeki kentin belleği yeniden ortaya çıkıyor. İzmir’in kaynaşmış farklı bir insan dokusu var. Kaybolan Kasaba ‘da zaten bir Ege kasabasında geçer. Bu arada ekleyeyim Antolojileri çok önemsiyorum. Okura hep önerimdir . Antolojileri okursanız, kendi yazarlarınızı daha kolay bulursunuz.

'KARANLIĞA KARŞIN ÖYKÜLERİ YAZDIK'

Savaş alanında kitapların varlığıyla korunan ‘Ada Su Atlas’ın öyküsüyle başlayan kitap, kitaba ismini veren ‘Sözçalan Karanlık’ öyküsüyle son buluyor. Yazarken yol arkadaşlarınız kimlerdi?

Ada Su Atlas öyküsü, gerçekte ön yargılarla kendini güncelleyen, günümüz dünyasını eleştiren bir öykü. Böyle taraftarcı, ayrımcı, etiketleyici bir ortamda, iyi ki edebiyat var. Yoksa nasıl yaşanırdı bilmiyorum. Hep olduğu gibi ben ve kahramanlarım, kendi dünyama sığışıp birlikte yürüdük, bazen ben düştüm bazen onlar, birbirimize el verip destek olup karanlığa karşın öyküleri yazdık. Hepsinin yeri ayrıdır hayatımda. Kurmacayı bu yüzden severim, hem yaratırsınız, hem yaşatırsınız hem de sahicidirler sizin için, yaşamınızdan bir türlü gitmezler. Kitaplaşsak da kitaplaşmasak da birlikte iyiyiz biz.

Bundan sonraki süreçte edebiyatla ilgili planlarınız neler?

Çok genç yaşta ailesinden kaçan eşcinsel bir kardeşin, çok uzun yıllar sonra ablasıyla yüzleşmesi üzerine yazılmış bir roman. Yazımı bitmişti, şimdilerde yayına hazırlıyorum. Adı, Oyuncak Ayının Cinsiyeti... Ayrıca yazılmış, yazılmakta olan farklı çalışmalarım var.