Yaşar Adanalı: Mega kentin mega projeleri yeni bir üniforma sundu

Mekanda Adalet Derneği’nden Yaşar Adanalı, kamusal mekanı ya da kentin kendisini güzel ve çirkin ikiliği ile ele almayı doğru bulmuyor. İstanbul’un imkanlar ve çözümler şehri olduğunu ve çok yaşanılmaz, çok fena, dünyanın en kötü kenti olduğu hissinin de yanıltıcı, hatalı, yanlış bir başlangıç olduğunu düşünüyor

Abone ol

DUVAR - Tarihi camilerin girişinde akan ledli yazılar, restorasyonla yepyeni, bembeyaz, pürüzsüz yapılan tarihi mekanlar, adım başı kondurulan AVM’ler, koca bir şehri şantiye haline getiren kentsel dönüşüm, anıların yaşandığı mekânların yerine gelen anlam verilmesi bir hayli zor, özgünlüğü olmayan mekânlar… İstanbul’a dair ahlı vahlı yakınmalı liste uzun ama klasik bir yorumla şehir bir şekilde hala ayakta, hala kısım kısım bakılası, gezilesi. İstanbul’a dair son yorumları mı almak gerekir? Ya da “durun!” henüz bu şehir kaybedilmedi mi?

Kentsel dönüşüm, İstanbul dışında Türkiye kentlerini nasıl etkiledi? Kentlerin yeni yüzünde yaşlanma ve çocukluk deneyimleri nasıl farklılaştı? Dünyada örnekleri görülmeye başlayan “hayalet AVM’ler” Türkiye’de de görülmeye başlanacak mı? Mesleğin karakteri etkilemesi gibi yeni şehirleşme modelleri nasıl etkileyecek bünyeleri? Ahir zaman… Herşey de kitschlik var. Misal, Hilal Cebeci’nin “Çav belayı” söylemesi… Bunun röportajın konusuyla ne alakası var?

Kent ve kırsal mekanlarda,  “Daha adil, demokratik ve ekolojik nasıl yaşarız?” sorusunu araştıran, kamusal bilgi üreten, biriktiren ve bunları kamuoyuyla paylaşan bir sivil toplum kuruluşu olan Mekanda Adalet Derneği’nden Yaşar Adanalı’yla konuştuk.

Erdoğan, 2017’de Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi’nde yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum.” Bu hale niye gelindi? Zevksizlik mi, bir şehrin dönüşümü için gerekli uzman kadronun olmayışı mı? Sebep ne?

Ne düşünerek bu 'şekil' dile getirildi onu bilemiyorum. İki mesele var. Evet, son 15-20 yılda İstanbul’da bir dönüşüm yaşanıyor. Bu dönüşüm ne kadar yönetilebilirdi? Beyoğlu, Şişli, Beşiktaş, Kadıköy’den uzaklaştığınızda İstanbul 39 tane ilçesi olan, 800’e yakın mahallesi olan bir kent. Böyle ölçekli bir mega kent ne kadar kontrol edilebilirdi? Bu ayrı bir tartışma konusu. Daha yaşanılabilir, daha estetik, daha güzel yani ne kastediliyorsa… “Kendi tarihiyle barışık bir kent yapmayı beceremedik.” İddialı bir söz. İstanbul’un kontrol edilebilir, planlanabilir ve istenildiği gibi şekillendirilebilen yer olduğunu düşünmek de iddialı.

'ALTINA HÜCUM MİSALİ YARIŞAN PROJELER DÖNEMİ'

Neden iddialı?

İstanbul çok hızlı dönüşmüş. 1950’de nüfusu 1 milyonken bugün 15 milyonu geçmiş. Bu nüfus artışı ağırlıklı olarak enformel yollardan gerçekleşmiş. Planları takiben değil de kentlilerin kendi kentini inşa etmesiyle oluşmuş. Dolayısıyla burası zaten böyle bir yer. Ne kadar yönetilebilir ne kadar kontrol edilebilir başlı başına bir soru. Öbür taraftan, özellikle 90’ların sonu 2000’lerin başından itibaren kentin anlamı değişti. İstanbul yakın bir zamana kadar üretimin kentiydi. İstanbul’da istihdamın yüzde 40’ı sanayi sektöründeydi. Sonrasında sanayiden arındırılmaya başladı. Sanayi, Marmara Bölgesi ve Trakya Bölgesi’ne kaydırıldı. Böylece kentin kendisi, kent toprağı birikim aracı haline geldi. Bu da kendini ardı ardına kamuoyuna açıklanan mega projelerle ve birbirleriyle yarışan gayrimenkul projeleriyle gösterdi. Son 20 yılda, önce kamu arazilerine talip olan devamında kentsel dönüşüm süreciyle mevcut doku ve yapılaşmayı hedefleyen, altına hücum misali birbirleriyle yarışan projeler dönemine girildi. Konut projeleri, AVM projeleri, karma projeler, otel projeleri… “İstanbul nasıl gelişmeli?” sorusuyla ilgilenilmedi. “İstanbul’dan maksimum oranda nasıl kâr elde edebiliriz?” yaklaşımıyla mekansal politikalar, uygulamalar gerçekleştirildi. Bu mekansal politikalar toprağa erişimin, sermayenin toprakta birikimi yönünde kolaylaştırması şeklinde oldu. Bununla ilgili hukuki mevzuatta değişimler yapıldı. Toplu konut idaresinin kendine yeni bir misyon belirlemesiyle emlak konut ortaklığında gayri menkul şirketleri, büyük kamu arazilerine talip oldu ve bugünlere gelindi.

Örneğin hangi kamu arazilerine talip olundu?

Neredeyse kentin her yerinden görülen, Göztepe’deki eski Meteoroloji arsasında yapılan, etrafındaki tüm yapılaşmalardan daha fazla imar izinleri almayı başarabilmiş Four Winds isimli gökdelen projesi mesela. Kamu-özel ortaklığı adı verilen bu model ile kamu arsalarında kar payı verilerek onlarca, yüzlerce proje yapıldı. Emlak Konut’un birçok projesi bu model ile gerçekleştirildi. Kentteki bir çok açık alan, kamusal mekanlar kar amacıyla emlak sektörüne açıldı. Yakın dönem kentleşme hikayesi bundan ibaret.

‘KİTCHLİĞİN KARŞISINA NE KOYDUĞUNUZ ÖNEMLİ’

Başta sorduğum soru şehrin yönetimini elinde tutanlarda bir beceriksizlik halinin olup olmadığıyla da ilgiliydi. Emek Sineması’nın tavan süslemelerini söküp, yeni AVM’nin üst katına monte edilmesi, tarihi camilerde ledli ışıkların olması, cafcaflı gökdelen ışıklandırmaları ve daha pek çok örnek…

Bunlar mikro ölçekli müdahaleler. Kentte yaşanan dönüşümü, en kolay, en görünür örnekler üzerinden ve bu kadar parmakla gösterebilecek mikro ölçekte tartışmanın İstanbul’un yaşadığı dönüşümü anlamak  için yeterli olmadığını düşünüyorum.

Her şeyde 'kitsch'lik var. Hilal Cebeci’nin “Çav belayı” söylemesi… Bu yüzden mi daha az önemli buralara takılmak?

Evet ama bir yandan şöyle de bakılabilir. 'Kitch olan daha demokratiktir, daha kapsayıcıdır.' Farklı gruptan insanları kendine katıp, dönüştürme potansiyeli vardır. Kitchliğin karşısına ne koyduğumuz önemli. Ucu soylulaştırmaya gidebilecek daha elitist kent politikaları, mekan uygulamaları içinde de kendimizi bulabiliriz. Bu da mesafeli yaklaşılması gereken bir durum. Hoyratça bir yaklaşım söz konusu mu? Evet. Yeterince bu konuların uzmanlarıyla birlikte çalışılmadığı için mi şehir bu hale geldi? Yoksa çoğu durumda olduğu gibi gayet konusunda uzman insanların kendi uzmanlıklarını başka öncelikler için kullandığı durumlar mı oldu? Emek Sineması yıkıldıktan sonra “onu çatı katına taşıyoruz” dendiğinde zaten artık tartışmanın zemini başka bir yere gitmiştir. Cercle D'orient gibi bir kültür mirasının kamu yararını maksimum derecede sağlayacak şekilde nasıl yeniden işlevlendirileceği, Emek Sineması’nın mevcut yerinde ve haliyle nasıl iyileştirileceği, restore edileceği konusu mesele edilmedi bile. Şu anki yerel yönetim, merkezi yönetim ya da işte piyasadaki aktörler gayet iyi bir şekilde Emek Sineması’nı ya da İstanbul’un bir çok yerindeki tarihi yapıların restorasyonunu yapmak isteseler, o kapasiteyi bulurlar. Yola çıkış motivasyonu farklı olduğu için sonuçlar böyle oluyor. Buradan kaç yıl boyunca, ne kadar kâr elde edeceği, bunu kimin elde edeceği, bu kâr paylaşımında nasıl bir güç dağılımının sağlanacağı gibi öncelikler sebebiyle aslında böyle sonuçlar ortaya çıkıyor.

'MESELEYİ GÜZEL-ÇİRKİN İKİLİĞİ İLE ELE ALMAK DOĞRU DEĞİL’

.

Sonucu yurttaş olarak nasıl yaşıyoruz?

Çok büyük ölçekli ve hızlı bir dönüşümden bahsediyoruz. Bu hız, hoyratlığı beraberinde getiriyor. Özenle yaklaşılması gereken tarihi dokuya, emekçi mahallelerine, şehrin heterojen yapısına hoyratça yaklaşılıyor. Bu hoyratlık kendini sadece tarihi dokunun yıpratılmasında göstermiyor. Hayatını kaybeden inşaat işçilerinde gösteriyor ya da bu hoyratlık kendini hiç bir kurala uymadan trafikte gezen hafriyat kamyonlarının aldığı yükte, yayaların canlarında gösteriyor. Bu hoyratlık kendini sanki elli altmış yıldır var olmamışcasına yıkılıp yeniden bambaşka bir şekilde projelendirilen mahallelerde gösteriyor, bu hoyratlık kendini doğanın, park alanlarının hızlı bir şekilde önce büyük altyapı projelerinde sonra devamında emlak projelerinde yok olmasında gösteriyor.

Sosyal medya hesabınızda şöyle diyorsunuz: “İstanbul’u ve kamusal mekanlarını salt güzel - çirkin ikililiği ile sosyal medyada konu etmek, alıcısı çok olan ama indirgemeci bir yaklaşım. Beslediği ‘duyarlılık’ da tepkisel ve anlık.” Çirkini göstermekte ne sorun olabilir?

Kamusal mekanı ya da kentin kendisini güzel ve çirkin ikiliği ile ele almanın kendisini doğru bir yaklaşım olarak görmüyorum. Neye göre güzel, çirkin ya da kime göre güzel, çirkin?

Herkese göre çirkinse?

İşte böyle bir şey olabilir mi? Herkese göre çirkin gerçekten mümkün mü? Bu çirkinliğin sebebi ne? Bu çirkinliğin başka imkanları var mı? Bu çirkinliğin dışında, bu mevzuyu konuşacak başka öne çıkacak noktalar yok mu? Özellikle sosyal medyadaki duyarlılıklar üzerinden fazlasıyla konuşmaya başladığımızda, bahsettiğimiz resmin çok ufacık bir kısmına odaklanmış oluyoruz. Bu ifadesiyle katılmadığım “çirkinliklerin” arkasındaki daha yapısal meseleleri düşünmemeye başlıyoruz. En iyi mimarlar, en iyi tarihçiler ve en iyi eğitimlilerin eline bıraksak bu kenti çok daha düzgün yapacağız gibi yanılsamalarla meseleleri tartışmaya başlıyoruz. Bunun arkasında yatan kar hırsı, birikim ilişkilerini, emek-üretim ilişkilerini çok daha katmanlı ve tarihsel meseleleri görmemeye başlıyoruz.

Çok iyi mimarların yapması, meseleyi nasıl 'yanılsamalı' hale getirir?

'Bu işi çok daha iyi biz yaparız'ın indirgemeci bir yaklaşım olduğunu kast ediyorum. Sınıfsal meseleler, mevcut üretim ilişkilerine dair meseleler geri planda kalıyor. Kentli kimdir? Nasıl bir dinamizm içerisinde kentleşme gerçekleşiyor? Resmin çok ufacık bir noktasına odaklanarak ne elde edilir? Güzellik ve çirkinlik üzerinden yapılan tartışmaların, temel tartışmaları önemsiz kıldığını, görünmez kıldığını ya da onların önüne geçtiğini düşünüyorum. Ufacık mekana dair bir müdahalenin çirkinliğine odaklanmışken öbür tarafta 50-100 bin insanın yaşadığı bir yaşam alanı kentsel dönüşüm sürecinde mülksüzleştiriliyor.

Yaşar Adanalı'nın,  “Şöyle bir yerde yaşlanmak ve çocuk olmak kolay değil” notuyla paylaştığı fotoğraf.

‘MAHALLELERDE YAŞLANMA DENEYİMİNİN ALANI BAŞKADIR’

Şu fotoğrafı paylamışsınız. “Şöyle bir yerde yaşlanmak ve çocuk olmak kolay değil” diye… Dünyada böyle örnekler var mı? 

Hatta çok daha kötü şekilde Çin’de, Brezilya’da var. Bizim gibi geç kapitalistleşmiş ve 2. Dünya Savaşı sonrasında sanayileşmenin ve kentleşmenin hızlandığı ülkelerin kentleri bu örneklerle dolu. Bu tarzda hızlı kentleşme, dünyanın farklı noktalarında benzer kentsel dokular üretiyor. Bu fotoğraf İstanbul, Kayabaşı’na ait. Bunu bir yaşlılık konferansındaki sunumun akabinde paylamıştım. Mevcut kent dokusunun, yaşadığımız mahallelerin belki de çoğu kez “çirkin” olarak ifade bulan eski kentin dönüştüğü hal… Birbiri ardına sıralanan, belli bir gelir grubuna ait insanların oturduğu, toplu konut idaresinin, belediyenin, KİPTAŞ’ın ürettiği yüksek bloklu apartmanların bir örneği. Ortalarında birer alışveriş alanı, aralarda da çok da fazla kullanım imkanı tanımayan geniş boşluklardan oluşan ve ulaşımın genelde otomobile endeksli olduğu, kentin geri kalan yerlerine bağlanmaya çalışan ne kent olabilmiş ne de kentle entegre olabilmiş yapılaşma modelinin çıktısı. Özellikle eski İstanbul mahallelerini gezdiğinizde, bu gecekondu mahalleleri de olabilir daha orta sınıf mahalleler de olabilir… Küçük parsellerde, nispeten az katlarda, sokakla bir ilişkisi olan balkonlu, apartmanın altında esnafı olan mahalleleri görürsünüz. Burada yaşlanma deneyiminin anlamı başkadır. Yeni yapılaşma modellerinde, bu yüksek katlı ve birbirlerinden ayrık bloklarda oturan bir yaşlı İstanbullunun sokaktan geçen komşularınızı gözleyip, arada iki laf atmak gibi gündelik pratiklerden mahrum kaldığını görürsünüz. Bu sıra sıra konut alanlarında, insanların aktif bir şekilde kullandığı kamusal alanlar, vakit geçirdikleri parklar, oturma yerleri sınırlı. Haliyle sokaklarda insanlar da az oluyor. Bir bloğun altından kaldırımdan kafasını uzatıp saatlerce oturan yaşlıları görürsünüz. Ya da çocukların sokaklara özgürce bırakılamadığını.

Kentlerin, insan karakterini yarattığı da söylenir. Öyle mi?

Yaratıyor. Aynı zamanda kenti de bizler yaratıyoruz. Mekan toplumsal olarak üretiliyor. Bütün Türkiye kentlerine baktığımızda kentleri plancılar, uzmanlar, mimarlar değil oranın insanları yaratmış. Bu kente göçenler, bu kentte doğanlar yaratmış. Birlikte evlerini yapmışlar. Bir şekilde yollarını yapmışlar, kentsel hizmetlerin gelmesini sağlamışlar. Birlikte yaşadıkları yerlerde kendilerini yönetecekleri seçmişler. Aşağıdan yukarıya doğru bir süreç olarak, kentli kentini ve kendini inşa etmiş.

‘KENTLİ YURTTAŞLIK HAKLARINI DEVRETTİ’

Yeni yapılaşma modellerinde bu bahsettiğiniz “yaratma sürecinde birliktelik” yok.

Evet. Mega kentin mega projeleri yeni bir üniforma sundu. İnsanlardan bedenlerine, beğenilerine, ihtiyaçlarına, sevdiği renklere bakılmaksızın yeni üniformanın içine girmesi beklendi. İlk soruya tekrar dönecek olursak, yani ne oldu ne dönüştü son 15 yılda? Daha önce nispeten açık süreçler ve katılım imkanları daha fazla olan kentler inşa edilmişti. Sevapları ve günahlarıyla. Yaşayanın daha fazla müdahale etme imkanı olduğu bir İstanbul’dan bahsedebiliyorken, son 10-15 yıldır müdahalenin daha sınırlı olduğu, yaratılan, tepeden bırakılan mekanların insanları doğrudan şekillendirdiği bir kentle karşı karşıyayız. Bu temel bir dönüşüm. Bütün toplumsal ilişkileri çok derinden etkileyecek bir dönüşüm. Projeden konut almak, projeye girmek, bir projeler dünyasının içinde yaşamaya başlamak… Kira öder gibi aidat vermek, projenin sunduğu mekanlarda çok az değiştirme imkanı bulmak, satın aldığınız projeyi yapan müteahhidin kentsel hizmetleri kullanabilmeniz için sizden ayrıca para alması… İnsanın yaşadığı yere daha önce hiç görülmediği şekilde yabancılaştığı bir dönemden bahsediyoruz. Hemen evinizin önündeki sokak için belediyeyle, kamusal süreçlerle hizmetleri alıyor ya da alamıyorken artık bunlar hep satın alınan hizmetler oldu. Kontrol imkanınızın olmadığı gayet anti-demokratik bir piyasanın şekillendirdiği süreçler içinde insanlar kendilerini buldu. Yapılan projelere dahil olduğunuzda şunu deme imkanınız yok: “Ya ben ayda 300 lira güvenlik ücreti vermek istemiyorum ya da işte ben buradaki hiç kimsenin kullanmadığı spor salonuna her ay 200 lira vermek istemiyorum.” Kentli yurttaşlık haklarını projelere devrederek yaşadıkları kentte müşterileştiler.

Hep İstanbul konuşuluyor. Ya geri kalan Türkiye kentleri, kentsel dönüşümden nasıl zarar gördü?

Kentsel dönüşüm tartışmalarının başladığı yıllar 2004-2005. 15 sene öncesinden bahsediyoruz. “Suçla mücadele ediyoruz, o noktalara müdahale ediyoruz” gibi bugün artık hiçbir geçerliliği olmayan bir kentsel dönüşüm rejimini 10 yıl boyunca yaşadık. Fikirtepe gibi bir örneği herkes gördü. Muazzam bir rant hevesiyle bir yere üşüşen onlarca müteahhit birbirlerine düştü. Orada yaşayanlara baskılar yapıldı. Muazzam bir zenginliğe erişeceğiz masalıyla komşu komşuya, kardeş kardeşe düşürüldü. Kentsel dönüşümün yarattığı onarması mümkün olmayan sorunlarla tabi ki sadece İstanbul değil tüm Türkiye yüzleşti. Kaçıp giden müteahhitler, iflas eden proje geliştiricileri, insanları ikna etmek için türlü oyunlar oynayan çantacılar, hiç bir şekilde yaşayanların ihtiyaçlarını düşünmeden yapılan projeler… Hayatını iki üç katlı evlerde, canlı bir mahallede geçiren insanlar 40 katlı binalara sokuldu. Veya yaşadıkları yerleri terke zorlandı. Asbest sorunu, yıkım sonrası toplanmayan molozlar, yayaları tehlikeye atan hafriyat kamyonları, şantiye kentlerde büyüyen çocuklar. Türkiye’nin hemen tüm kentlerinde kentsel dönüşüm, yıkımlar ve yeniden inşa ile aslında bir savaş alanı yaratıldı. Hatırlarsınız, Suriye savaşını konu eden bir film set olarak Fikirtepe’yi kullanmıştı…

Tekrar İstanbul’a dönmüş olduk. Yapılan tartışmalardan biri, yatay ve dikey yerleşimlerle ilgili. Yatay yerleşimlerin İstanbul nüfusuna çare olmayacağı yaklaşımı hakim.

Bu tartışma da indirgemeci bir yaklaşım. Kentsel politikaları güzel-çirkin, yatay-dikey, tarihi-yeni zıtlıkları üzerinden tartışamayız.

Kalabalığa bir yere sığdırmak lazım ama değil mi?  

Temel mesele yatay dikeyden ziyade yoğunluk. Bu kalabalık zaten kendini sığdırmış. İstanbul sorunların kenti olduğu kadar belki daha da fazla çözümlerin kenti. 15 milyonluk nüfustan bahsediyoruz. Aslında İstanbul bir çok açıdan temel sorunlarını halletmiş bir kent. İstanbul’u “en yaşanabilir kentler” listelerinde Zürih gibi en tepedeki kentlerle kıyaslamak yanıltıcı. Ama Bombay’le ya da Sao Paulo ile kıyasladığınızda, yani kendisi ile benzer nüfuslarda benzer kalkınma eşiğindeki mega kentlerle kıyasladığınızda başka imkanlar sunan, nispeten yaşanabilir bir kent ile karşılaşmış oluyoruz.

‘İSTANBUL'UN ÇOK FENA, DÜNYANIN EN KÖTÜ HİSSİ OLDUĞU YANILTICI’

Ehven-i şer örnekler üzerinden düşündünüz?

Ehven-i şer olarak görmüyorum. İstanbul’un belli sorunlarını çözmüş olduğunu düşünüyorum. Bu kent, gelen herkesi içine alabilmiş, entegre olmalarına imkanı sağlamış. Yuva olabilmiş. Ta ki bu son 10-15 yıllık bu radikal dönüşüme kadar. İstanbul’un 39 ilçesinde iyi ya da kötü çöpler toplanıyor, iyi kötü her birinde parklar var. İyi kötü yollar yapılmış. Bu süreç içinde, insanların mücadeleleri ile, talepleri ile olmuş. Bu açıdan bakıldığında İstanbul imkanlar ve çözümleriyle bugüne gelmiş. İstanbul’u sorunlarıyla konuşmaya alıştığımız için ve kısmen bunu sevdiğimiz için kente içkin potansiyelleri, çözümlerini düşünmeye başlamak zorlu bir çaba gibi gözüküyor. İstanbul’un çok yaşanılmaz, çok fena, dünyanın en kötü kenti olduğunun hissinin de yanıltıcı, hatalı, yanlış bir başlangıç olduğunu düşünüyorum.

Dünyada içleri boş, işlevsiz hale gelen “hayalet AVM’ler” var. AVM’lerin modası geçer mi? Burada da atıl hale gelebilirler mi?

Atıl hale zaten gelmeye başladılar. Belli mekansal analizler ve ihtiyaçlara cevaben planlanıp, projelendirilmesi gereken yerlerden bahsediyoruz. Türkiye’de İstanbul başta olmak üzere bütün kentlerinde yapılan AVM yatırımlarında bu bahsettiğim ihtiyaç analizleri, etki analizleri yapılmadı. Bütün boşluklar AVM’lerle dolduruldu. Hepsinde aynı belli başlı ulusal ya da uluslararası markaların yer aldığı bu AVM arzını karşılayacak bir talep yok. Bunun çok örneği var. En çarpıcı örneklerden biri Emek Sineması yerine yapılan Grand Pera AVM. Dükkanların çoğu boş. İnsanlar içine bile girmiyor. Girse zaten herhangi AVM’de gördüğü markaları görüyor. İstiklal’e gelmişken niye oraya girsin? Muhtemelen zaman içinde bir kısmı fonksiyonlarını değiştirecek. Dünyadaki başka örneklerde olduğu gibi. Hastane, okul, yurt olacaklar.

Mekanda Adalet Derneği olarak, Beyoğlu için kamuoyuna sunacağınız çalışmayı anlatır mısınız?

Bugün her ne kadar yıpratılmış olsa da Beyoğlu, her gün 2,5 milyon insanın geldiği, sokaklarında yürüdüğü, birbirine benzemeyen insanların, farklılıkların temas ettiği, ciddi bir kamusallık potansiyeli olan bir yer. O yüzden tarihsel döngüler halinde, düştüğü gibi çıkacak da bir yer. Bugün elden gitti dediğimiz yer bir kaç sene sonra tekrar toparlar, yeni bir şekilde kendini var eder. Üzerinde çalıştığımız haritalamanın adı: “Beyoğlu: Yıkılmadım, Ayaktayım!” Özellikle Beyoğlu’nu seven insanlara sorduk. Beyoğlu’nda eskiden gittiğiniz, sevdiğiniz ve şu an var olmayan mekanlar nereler? Halen gitmeye devam ettiğiniz ve kapanırsa üzüleceğiniz mekanlar nereler ve buralara dair hikayeleriniz neler? 120’den fazla anket dolduruldu. Mimarlar, tarihçiler, aktivistlerle yürüyüşler düzenledik ve insanların hafızalarında yer etmiş mekanları işaretledik.

Neler var haritada? Neler anlatıyor insanlar?

Aynı yerde bulunup bir şekilde fonksiyonu değiştirilen mekanlar, sadece büyük anıtsal yerler değil, restoranlar, cafeler, meyhaneler, kulüpler, barlar, müzik dükkanları, kitabevleri, pasajlar, hanlar, açık pazarlar, sinemalar, dini binalar… Bize hikayesi paylaşılan mekanları haritaladık. “AKM’ye ilk kez şu an hayatta olmayan babamla birlikte gittim. Yıkımı sebebiyle Taksim’den geçmek bile istemiyorum şu vakitlerde” gibi insanların kişisel hikayelerini de toplardık.

Tarlabaşı Projesi ne zaman başladı? Niçin bitmiyor?

Tarihi alanlarda kentsel yenilemenin ilk örneği Tarlabaşı. Hatta mevzuatın şekillenmesine sebep olan örnek. Nerdeyse 10 yılı geçti. Mekanın potansiyelleri düşünülmeden, biz buradan maksimum derecede, en kısa sürede nasıl kâr elde ederiz diye bakıldı. Ondan sonra da eline yüzüne bulaştırıldı. Büyük kar beklentisiyle dönüşüm gerçekleştirildi. Tabi insanlar yerlerinden edildi, tarihi yapılar yıkıldı. Ama yaratılan kapasitenin bir alıcısı var mı, yok mu bakılmadı. Bu şekil bir çok yer var. Talepten fazla arz var. Ekonomik gidişatın iyi olmadığı zamanlarda da bu arz elde kalmış oluyor.

‘İBB’NİN YAPTIĞI İSTANBUL ANAYASASI'NA GÖRE SİLİVRİ'YE DOĞRU HAVALİMANI GÖRÜLÜYORDU’

3. Havalimanı seçilen yer konusunda ne diyorsunuz?

Hatırlarsınız 2009’da onaylanan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı, İstanbul’un çevre düzen planı “İstanbul Anayasası” diye lanse edilmişti. Çok uzun soluklu bir araştırmanın sonucuydu. Orada 3. Havalimanı vardı. Nerede vardı? Silivri’ye doğru yani İstanbul’un güney batısında bir havalimanı öngörülüyordu. Bunun sebebi kuzeydeki çok değerli ekolojik alanların, orman alanlarının, su kaynaklarının zarar göreceği ve bu sebeple de planın temel ilke kararının kuzeydeki yapılaşmayı engellemek olmasıydı. Belediyenin planında, “İstanbul’un kuzeyinde yapılaşma olmamalı” diyordu. İstanbul’un güneyinde doğu-batı aksında bir gelişme öngörülüyordu. Bu öngörüye göre hızlı tren, güneyde üçüncü havalimanına bağlanacaktı. Şimdi ise yeni havalimanı tam da “yapılmamalı” denilen yere yapıldı.

.

Çevre Mühendisleri Odası, İstanbul Şubesi’nin verdiği bilgiye göre İstanbul’da kişi başına 5,89 metrekare yeşil alan düşüyor ve bu alana parklar, kavşaklar ve korular dahil. Buna yorumunuz ne?

İstanbul’da açık alanların, deprem toplanma alanlarının, yeşil alanların hızla yapılaştığı bir gerçek. Ya da buralar park olarak değerlendirilmek yerine otopark olarak kullanılıyorlar. Malum hep New York’taki Central Park örnek olarak gösterilir. Aslında İstanbul’da devasa bir Central Park var, ama erişilebilir değil; Boğaziçi. İstanbul Boğazı kent için muazzam bir değer, hem tarihi hem de ekolojik açıdan. Ancak şanslı azınlığın veya çok sınırlı yerlerin dışında erişimi mümkün değil. Boğazın tüm kentliler için erişilebilir olması Belediye’nin öncelikli meselelerinden biri olmalı.

Karaköy’de kaçak otoparkla ilgili ısrarlı bir takibiniz var. Öyle ki belgeseliniz çekilebilir. Ne kadardır sürüyor takibiniz?

2013’ten beri. Çünkü ben burada yaşıyorum. Her gün oradan istisnasız geçiyorum. Bir şekilde görüp, geçemediğim bir yer. İlk başlarda belediyeyle bir iletişimiz oluyordu. Artık onu da kestiler.

İllallah dediler yani?

Demişlerdir. Eskiden meydandaki araç giriş yasağına ilişkin kararlar paylaşılıyor, şikayetlerimiz alınıyordu. Artık bir cevap da verilmiyor. Şu an çok açık bir şekilde belediye tarafından yasaklanmış bir kamusal mekanın, bir meydanın göz göre göre bu şekilde işletiliyor olmasına hiç bir ses çıkartılıyor olmaması enteresan.

Orhan Pamuk, “Kara Kitap”ta İstanbul’da hemen her yerde olan köpekler sürüsünden bahseder. Bu şehirleşme hayvanları nasıl etkiledi?

Evet, kentsel dönüşümün hayvanları etkileyen bir boyutu var. Bu konuyu araştıran değerli araştırmacılar var. Mine Yıldırım başta olmak üzere. “Köpeksizleşen İstanbul” diye bir araştırması var. Sokak köpekleri, kentin en çeperindeki şantiye alanlarına itildi. Vedat Milor da bir yazısında değiniyor. Kuzeydeki mega projeler, kentin mandalarının yaşam alanlarını kaybetmesine neden olacak diye. Öbür taraftan, kedinin bu kentle kurduğu ilişki başka bir ilişki. Değerli bir ilişki.

Nasıl? Buraya münhasır mı kedilerin varlığı ve kentliyle ilişkisi?

Hiçbir Avrupa kentinde ya da bize benzeyen hiçbir Akdeniz ülkesinde böyle bir şey yok. Üzerinde belgeseller dahi yapıldı.