Yapraklar Evi’nde konaklamak

Yazar Mark Z. Danielewski imzalı Monokl Yayınları tarafından yayımlanan “Yapraklar Evi” dipnotlarla, farklı yazı tipleriyle, renklendirmelerle, sayfada sağa sola dağılmış metinlerle ve fotoğraflarla okuru yalnızca kurgusuyla ve diliyle değil, biçimiyle de zorlayarak kitabın tasarımını da hikâyenin bir parçası yapıyor. Danielewski romanında, kitabın fiziksel yapısını yeniden yorumlayarak, denenmemiş bir edebi anlatım yolu seçiyor ve gerçeği okurun takdirine bırakıyor.

Abone ol

Senem Gezeroğlu

Amerikan yazar Mark Z. Danielewski’nin kaleme aldığı Yapraklar Evi, okurla ilk kez 2000 yılında buluşmuş ve 2018’de Monokl Yayınları tarafından dilimize kazandırılmıştı. 766 sayfalık romanın çevirisi ise Gökhan Sarı’ya ait.

Yapraklar Evi’ni elinize alıp sayfalarını hızlıca çevirdiğinizde bile henüz okumamış olmanıza rağmen diğerlerinden farklı bir kitap olduğunu hissediyorsunuz. Kitabın hikâyesinden önce bu hikâyeyi anlatma şekli, tasarımı ve formu birçok yönden okurun alışkanlıklarını kıran, deneysel ve avangart bir kitapla karşı karşıya olduğumuzun ilk ipuçlarını veriyor.

KİTAP İÇİNDE KİTAP, ROMAN İÇİNDE ROMAN, YAZAR İÇİNDE YAZAR

Esas yazar, Mark Z.Danielewski olmasına rağmen, kitabın ilk sayfasında başka bir yazarın adıyla karşılaşıyoruz: Zampanò. Hemen altında ise “önsöz ve notlar”ın sahibi Johnny Truant. Aslında bu isimler, romanın karakterleri olarak kurmacanın içindeler. Önsözler, notlar, giriş yazısıyla birlikte kurulan iç ve dış hikâyeler, kurmaca dışına örülen başka bir kurmacanın parçaları. Yani okur, kendisiyle birlikte bir üstkurmacanın içinde ilerlemekte.

Zampanò’nın yazdığı ve Navidson ailesinin yeni taşındıkları evde başlarına gelen olaylarla örülü iç hikâyeyi, Zampanò'ya ait notları bularak onların şifresini çözmeye çalışan Johhny Truant'ın dış hikâyesi tamamlar. Kitabın başındaki önsözle karşımıza çıkan Truant, tıpkı Zampanò (iç hikâyenin yazarı) gibi, Yapraklar Evi'ni okudukça bize eşlik eden dış hikâyenin yazarıdır aslında. Peki onun hikâyesi nedir?

Johnny Truant bir dövmecide çalışan, striptizci bir kıza âşık olan, annesi psikolojik sorunlar yaşayan-bunu kitabın sonlarında annesinin ona yazdığı mektuplardan anlıyoruz- bir gençtir ve kalabileceği bir yer aramaktadır. Arkadaşı Lude'un ona ev bulmasıyla, ki bu ev Zampanò'nun eski evidir, hikâye şekillenmeye başlar. Zampanò evinde ölmüştür ve onun tarafından yazıldığı tespit edilen birtakım dosyalar vardır.

Navidson kaydı diye geçen bu dosyalarda, Pulitzer ödüllü bir fotoğrafçının ailesiyle birlikte taşındığı farklı bir ev anlatılır. Johnny Truant’ın bu eve kiracı olarak gelmesiyle bulduğu ve derleyip toparlayarak, içindeki şifreleri çözmeye çalışarak, kimi zaman da üzerine notlar alarak gün yüzüne çıkardığı kitapta; Karen ve Will Navidson çiftiyle çocuklarının bu evde başlarına gelen tuhaf, inanılması zor ve ürpertici olaylar anlatılır. Başlangıçta normal bir ev gibi görünse de zamanla ne kadar sıra dışı olduğu anlaşılan bu yapı, kendine özgü fiziksel hareketlere sahiptir. Doğası ve boyutları sürekli değişmekte; kimi zaman daralıp kimi zaman genişlemektedir. Odaları, koridorları, duvarları, merdivenleri ve dahasıyla sadece mimari bir yapıdan ibaret değildir. Evin âdeta ruhu vardır. Will Navidson bir gün, içindeki merak duygusuna yenik düşerek kendi kendine çoğalan koridorları keşfe çıkar; fakat tek başına üstesinden gelemeyeceğini anlayınca alanında uzman kişileri evi keşfetmeye ve incelemeye çağırır. Kitabı okudukça bu insanların başına gelen dehşet dolu olaylara ve evin insanlar üzerindeki etkilerine şahit oluruz. Hikâye de gittikçe şekillenir. Daralan ve genişleyen koridorlar gibi, metnin de kimi yerlerde daralıp genişlediğini, bazen kocaman bir boşluğa bazen karmakarışık bir yapıya dönüştüğünü görürüz. Bizler de okurlar olarak, evin içinde yazarın kelimeleriyle adım atarız. Evin sabit bir formu, krokisi, çizgisi yoktur. İçi dışından büyüktür ve her oda, sanki tuğla yerine sayfalarla örülmüştür. Yapraklar çevrildikçe geride bıraktığımız odalar kaybolur, tıpkı kitaplar ve sözcüklerle kurulan dünyalar gibi. “Unutma ki dünyanın bütün yumruklarını toplasan yine de sözcüklerin gücüne erişemezsin. Kimileyin ölümcül olabilirler. Nadir birkaç durumda ise, ölümsüz bile olabilirler. Sözcükleri kullanmayı dene şimdi, sonra da düşmanlarının üzerinde kullanırsın” (645) satırlarının muhatabı olan okurlar, hikâye içinde hikâye ile karşılaşacak, tek bir gerçeğe bağlı kalmayacak, hangi karakterin sahici hangisinin hayal ürünü olduğunu ayırt etmekte zorlanacak, kurgunun içinde kaybolacaktır. Bu kayboluş, bir labirentin içi bile olsa çıkış kapısı vardır: Penelope Doob’ın ifadesiyle “labirent algımız doğası gereği değişkendir: bakış açınızı değiştirdiniz mi, labirent de değişiyormuş gibi olur.” (135)

Yapraklar Evi, Mark Z. Danielewski, çeviri: Gökhan Sarı, Monokl Yayınları, 2018.

BİÇİM İÇERİK İLİŞKİSİ VE BAZI SORUNLAR

Yapraklar Evi’ni, biçim ve içerik ilişkisinin birbirine çok sıkı kenetlendiği bir mimari, belki evin kendisi gibi düşünebiliriz. Bir iskelet ve üzerine giydirilen et gibi, kurgu, konu ve biçim birbirine sımsıkı kenetlenerek vücut bulmuştur. Romanın zemini, formu, iç ve dış yapısı oluşturulurken sadece kelimelerin değil görselliğin de gücünden faydalanılmış; çeşitli anlatım teknikleri ve tasarım biçimleri kullanılmıştır. Epigraf, mektup, pasaj, kolaj gibi postmodern anlatı tekniklerinin yanı sıra sayfa tasarımıyla yakından ilişkili farklı puntolar, fontlar, dipnotlar, fotoğraflar, resimler aracılığıyla kişiler, mekânlar, odalar arası geçiş yapmanın imkânları denenmiştir. Johnny Truant’ın Giriş’te dediği gibi “Gördüm ki, yüzlerce sayfalık bir metin vardı. Bitmek bilmez bir sözcük keşmekeşi, bazen kıvrıla büküle anlamlı hâle gelirken, bazen anlamsızlaşan bir keşmekeş, zırt pırt parçalara ayrılıyor, sonradan karşıma çıkacak öbür parçalara doğru dallanıp budaklanıyordu daima.”

Yazar Danielewski dipnotlarla, farklı yazı tipleriyle, renklendirmelerle, fotoğraflarla, sayfada sağa sola dağılmış metinlerle ve daha birçok sürprizle yarattığı romanında okuru yalnızca kurgusuyla ve diliyle değil, biçimiyle de zorlayıp kitabın tasarımını da hikâyenin bir parçası yapar. Mesela Truant dipnotlarının (ki bu dipnotlar da ayrı bir hikâyedir) bazı bölümlerinde sayfalar dolusu isim sayar sadece. Kimi yerler tıpkı zihnimiz gibi bir yığın gereksiz bilgiyle doludur. Bazı paragrafların üzeri çizilmiş, bazıları kırmızıyla işaretlenmiştir. Kimi parçalar birbirinin tersidir, aynaya tutarak okunabilir. Bazı bölümler de içlerinde yer aldıkları kutucukları takip ederek ilerlenebilir; bazen de kitabı yan, çapraz veya değişik açılarla tutarak ilerlenir. Evdeki keşfin anlatıldığı bölümlerde karakterlerin yaşadıklarıyla sayfa kullanımının garipleşmesi, cümleleri oluşturan sözcüklerin hatta sözcükleri oluşturan harflerin aynı satırda yer almaması, anlamın diğer sayfalara kayması, kimi kelimelerin düşmesi, kiminin yükselmesi gibi durumlar ortaya çıkar. Düşülen bir bölüm varsa harfler alt alta gelir. Ya da kapı açılmadan önce koca bir boşlukla karşılaşılır. Biçimin içeriğe hizmet ettiği birçok sahne vardır fakat yazar bunu her zaman gerçekleştirebilmiş midir, tartışılır.

Aslında bu konuyla birlikte ve Yapraklar Evi özelinde, daha genel bir tartışma açılabilir. Kendinden önceki metinlerden ayrı bir yerde duran, farklı yollar arayan ve bunu yaparken de biçimselliği deneyen kitaplar çoğu zaman yadırganır; biçimin içeriğin önüne geçtiği ya da amaçsız kullanıldığı iddia edilir ve bu kitaplar başarısız olmakla nitelendirilir. Başarılı kabul edilenlerse genel beğeniyi yakalamakta zorlanır. Fakat kabul etmek gerekir ki bu tarz deneysel metinler, önündeki engelleri aşıp okura ulaştığında ve hatta okuru da aşıp onun dünyasına eriştiğinde yenilikçiliği, özgürlüğü ve özgünlüğü sayesinde kendi yeni dünyasını yaratır, üstelik kendi sınırlarına rağmen… Yapraklar Evi’nin bu özel kitaplardan olduğunu düşünüyorum.

Yine Yapraklar Evi özelinde ama genel olarak görselliğin ve farklı anlatım,tasarım tekniklerinin denendiği kitapları baz alarak tartışılacağımız başka bir konu ise çağın getirdiği dijital devrim ve bu devrimin içinde edebiyatın yeri olacaktır. Matbu eserler ortadan kalktığında her kitabı dijital ortama aktarmak mümkün olabilir mi? Böylesi durumlarda mesela Yapraklar Evi’ni sesli kitaba ya da e-kitaba dönüştürmek çok ama çok zor olacaktır. Çünkü kitap, farklı duyulara hitap eder. Bazı sayfalar “görülmek” için yazılmıştır; bazı yerlerde okur kitapla ilişki kurmak, onu farklı açılardan tutmak ve okumak zorundadır. Dijital edebiyat, okurun bu deneyimine yeterli imkânı sunamayabilir. Çünkü ünlü bir tablonun, diyelim ki “Çığlık”ın herhangi bir kitapta tasvirini okumak, o tabloyu görmekle aynı etkiyi sağlamayacaktır.

Kitabı bitirdikten sonra ilk sayfadaki cümleyi hatırlıyor, yazar her ne kadar “Bu sana göre değil” dese de bende yarattığı etkiyi Johnny Truant’ın kendi cümleleriyle vermek istiyorum: “Kitabı bitirirsiniz ve kitap bittiğiyle kalır, derken öyle bir an gelir ki, belki bir ay, belki bir yıl sonra, belki de birkaç yıl sonra. Mideniz bulanmaya, üzüntü çekmeye veya deliler gibi âşık olmaya veya hayatınızda ilk defa bir şeye karşı sessizce şüphe veya memnuniyet duymaya başlarsınız. Fark eden bir şey olmaz. Hiç planda yokken, anlaşılmaz bir sebepten, bazı şeylerin algıladığınızdan farklı oldukları bir anda kafanıza dank eder. Nedendir bilinmez, artık olduğunuzu düşündüğünüz kişi değilsinizdir. Çevrenizde yavaş ve hemen göze çarpmayan değişimler fark edeceksiniz, en önemlisi de kendi içinizde. Daha da kötüsü, bu değişimin ta en baştan gerçekleştiğini fark edeceksiniz, âdeta bir parıltı gibi, çok yoğun fakat bir oda gibi karanlık bir parıltı. Ama nedenini nasılını anlayamayacaksınız. Size daha en başta bu farkındalığı bahşeden şey aklınızdan uçup gitmiş olacak.”