Ya sağlık ya ekonomi? Hem sağlık hem ekonomi!

Ülkeler arasında, korona nedeniyle ölümler ve ekonomik küçülme oranları karşılaştırılarak bir değerlendirme yapmak mümkün. “Ya sağlık ya ekonomi” ikilemi geçerli ise o zaman daha düşük ölüm oranı olan ülkelerde ekonomik daralmanın daha yüksek olacağı beklenir. Oysa veriler tam tersine işaret ediyor.

Abone ol

Selin Sayek Böke*

Bir kez daha Saray rejiminin, hep yapageldiği gibi, sorunun çözümü yerine, algıyı yönetmeyi seçtiği bir süreçle karşı karşıyayız. Bu hafta TBMM Plan Bütçe Komisyonu’nda 2021 bütçesi sunumu da farksız değildi.

İktidar, Covid-19 salgınının başlangıcından itibaren süreci yönetirken “sağlığımızın korunması” ile “ekonomi” arasında bir tercih yapılması gerektiğine, ya birinin ya da ötekinin olabileceğine dair bir algı yarattı. Her iki alanda da yaşanan felaketlerin, bir gün birini, yarın diğerini öne sürerek sorumluluğunu üstlenmemenin siyasetini kurdu. Yaşananı gerçeklerden kopartarak, bu algıyı besleyerek…

Oysa ülkeler arası karşılaştırmalar halkın sağlığının korunması ile ekonominin gözetilmesi arasında bir tercihe mahkum olunmadığını gösteriyor. Bilakis gerçekler sağlık ve ekonomiyi birlikte gözeten bir anlayışa ihtiyaç olduğunu ortaya koyuyor. İktidarın sorumluluğu açık ki “ya sağlık ya ekonomi” ikilemiyle sorumluluğu üzerinden atmak değil “hem sağlık hem ekonomi” bütüncüllüğünü sağlamak…

Ülkeler arasında, korona nedeniyle ölümler ve ekonomik küçülme oranları karşılaştırılarak bir değerlendirme yapmak mümkün. “Ya sağlık ya ekonomi” ikilemi geçerli ise o zaman daha düşük ölüm oranı olan ülkelerde ekonomik daralmanın daha yüksek olacağı beklenir. Oysa veriler tam tersine işaret ediyor.

Örneğin, İspanya ve Birleşik Krallık’ta yüksek Covid-19’dan ölüm oranları ve çok büyük ekonomik küçülmeler eşzamanlı olarak gerçekleşirken; Güney Kore, Tayvan ve Litvanya’da düşük Covid-19’dan ölüm oranları ve daha az ekonomik bozulma eşzamanlı olarak gerçekleşmiş durumda.

Ekonominin çok daraldığı ülkeler daha yüksek ölüm oranı da yaşayan ülkeler. Ekonomisi daha az hasar görenler ise daha az ölümlerin yaşandığı ülkeler. Sağlık ve ekonomi arasında bir tercih yapmaya değil, sağlık ve ekonomiyi birlikte kollayan bir tamamlayıcılığa işaret ediyor. Bu da iktidarların politika tercihlerinde “hem sağlık hem ekonomi” bütüncüllüğünü korumaları gerektiğini gösteriyor.

İktidarın iddia ettiği gibi ekonomiyi kurtarmak için sağlıktan vazgeçmemiz veya sağlığımızı korumak için ekonomiden vazgeçmemiz gerekmiyor. Tersine sağlık ve ekonomi el ele gidiyor.

Bizde nasıl yürüdüğüne bakalım.

SALGIN SÜRECİNDE HALK SAĞLIĞI POLİTİKASI NASIL YÜRÜTÜLDÜ?

İktidarın, pandemi konusunda en başından beri vatandaşlara karışık sinyaller verdiğini biliyoruz. Bir yandan sağlık krizinin derin ve ciddi olduğu konusunda ısrar ederken, diğer yandan alınacak önlemler konusunda tutarlı, uygulanabilir ve ciddi bir politika ortaya koyamadı. Tutarsız politikalar belirsizlik ve endişe ortamını da kalıcı hale getirdi.

Martta krizin en başında, DSÖ Covid-19 ile mücadelenin en iyi yolunun kişisel hijyen ve kişisel mesafenin korunmasının yanı sıra "test, takip ve izolasyon" olduğunu açıklamıştı. “Test, takip, izolasyon" politikasında uygun test araçlarının sağlanması, izleme ve izolasyon prosedürlerinin düzenlenmesinden açık ki iktidar sorumlu. Ancak Saray rejimi bu yolu izlemek yerine salt kişisel insiyatiflerden oluşan "temizlik, maske, mesafe" ("TAMAM") politikası belirlemeyi seçti. Böylece test araçlarının sağlanmasından, izleme ve izolasyon prosedürlerinin düzenlenmesine kadar tüm sorumluluklarından da kaçınmış oldu. Sorumluluğu da, pandeminin maliyetini de halkın omzuna yükledi.

Saray bir yandan da pandemiyi, yaşanan tüm ekonomik ve sosyal krizlerin bahanesi olarak kullanmanın algısını yönetmeye odaklandı. Pandemi krizini, her alandaki başarısızlığını perdelemeye dönük fırsata çevirmeyi seçti. Her krizde olduğu gibi salgını değil algıyı yönetmeyi seçti. Bu krizde de iktidara göre sorumlu, iktidar değil pandemi ve hijyen kurallarına uymayan halk oldu!

Pandeminin gün yüzüne çıkarttığı ve Saray rejiminin politikalarının derinleştirdiği sosyo-ekonomik eşitsizlikler özellikle sağlık alanında kendisini daha da net hissettirdi. Türkiye’nin en net fotoğrafı da gün aşırı test yaptırabilen Saray eşrafı ile test yaptırabilme imkanına aylardır ulaşamamış olan milyonlar oldu, olmaya da devam ediyor.

Pandemiyle ilgili sağlık sonuçları ise hâlâ tartışmalı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, devlet kayıtlarının ülkedeki Covid-19 vakalarının tam sayısını yansıtmadığını kabul etmek zorunda kaldı. Hasta-vaka ayrımı ile halkı oyalayan, bir dediği bir dediğini takip etmeyen açıklamalarla, şeffaf olmaması nedeniyle zaten güven duyulmayan açıklamalara güvensizlik günden güne daha da derinleşti. Verilere güvensizlik arttıkça da Türkiye uluslararası zeminlerde ardı ardına Covid-19 açısından "yüksek riskli" ülkeler arasına dahil edildi.

AYNI ANDA EKONOMİ POLİTİKASI NASIL ŞEKİLLENDİ?

Aynı tablo ekonomi politikaları için de geçerli. İktidar önce kısmi karantinalar uyguladı ama pandemi koşullarında belirgin bir iyileşme olmadan hızla ekonomide normalleşme kararı alındı.

İktidarın iddiasına göre ilk anda GSYİH’nin yaklaşık yüzde 2’sine denk gelen sonradan yüzde 3,78’sine denk gelecek şekilde güncellenerek paketler açıklandı. Bu paketler halkın ihtiyaçlarını karşılamak ve krizi çözmek bir yana iktidarın salt algı yönetme tercihini de bir kez daha ortaya koydu.

Doğrudan ve karşılıksız gelir desteğine ihtiyaç duyan halka yeni borç vaadini “destek” adı altında pazarlamayı seçti. “Ücretsiz izin” uygulaması ve benzeri işgücü politikaları ile işsizlik sorununu çözmek yerine işsizlik gerçeğinin perdelenmesine odaklanmayı seçti. Uzun süre döviz kurunu algıyı yönetme kaygısıyla belli bir seviyenin altında tutmak için birikmiş uluslararası rezervimizi tüketmeyi seçti. İçeriğinde yok sayılacak kadar az olan karşılıksız destekten ve bolca kredilerden oluşan paketleri olduğundan da büyük göstermek için dayanağı olmayan “çarpan” etkilerine sığındı. Bunların hepsi tek hedefin algıyı yönetmek olduğunun açık göstergeleri.

ULUSLARARASI KARŞILAŞTIRMALAR NE DİYOR?

Üstelik, açıklanan paketler ihtiyacı karşılamadığı gibi iktidarın iddia ettiği mali destek paketi büyüklüğü dahi temel alınsa, ekonomik büyüklüğümüz de gözetildiğinde diğer ülkelere kıyasla uygulanan politikaların ne derece yetersiz olduğunu ortaya koyuyor. Eylül 2020 itibariyle yapılan karşılaştırmalara göre Türkiye 168 ülke arasında pandemi ile mücadele kapsamında vatandaşlarına sağlanan mali desteklerde 83'üncü sırada. Benzer şekilde, pandemi ile mücadele döneminde uygulanan faiz politikalarındaki karşılaştırmalarda da Eylül 2020 tarihi itibariyle Türkiye 108'inci sırada yer alıyor.

SONUÇLAR NE DİYOR?

Uluslararası karşılaştırmalara göre zaten yetersiz olan destekler ayrıca yapısal olarak var olan tüm sorunların daha da derinleşmesine yol açmış durumda. Her biri çözüm değil sorunun bir parçasına dönüştü.

Her şeyden önce, zaten borçlu düzende krize çare yeni borç oldu. Ucuz kredi ile borçlanmaya dayalı tüketim desteklendi. Sosyal politikalar açısından, hükümet, sokağa çıkma yasağı ve benzeri sosyal mesafe önlemleri nedeniyle işini kaybetmiş veya işini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalan vatandaşlar için kapsamlı bir sosyal destek paketi açıklamadı. İktidar halkı sorunlarıyla baş başa bıraktı. Sonuç: Vatandaşların bankalara borcu yıl başından bu yana 221 milyar lira artarak 811 milyar TL düzeyine ulaştı.

Hangi şirketlerin ve işletmelerin destekleneceği iktidarın siyasi tercihleriyle yandaştan yana şekillenirken, küçük işletmeler ve esnaf hem pandemi hem de ekonomik krizin ortasında kendi başına ve daha fazla borçla baş başa bırakıldı. Sonuç: KOBİ’lerin bankalara borcu 2020’nin başından bu yana 235 milyar TL artarak 850 milyar TL’ye ulaştı.

Krizi değil dövizi yönetmeye odaklanıldı, güven tamamen yıkıldı. Merkez Bankası'nın net rezervleri azalmaya devam etti. 2019 yıl sonunda 36,7 milyar dolarlık “net rezerv”, ekim ayı itibariyle (10 Ekim) 10,7 milyar dolara indi. Hatta SWAP hormonunu da göz önüne alırsak rezervler eksi 54 milyar dolara indi. Kamu bankaları, 2019 yılı başından itibaren “arka kapı” yöntemiyle döviz kurlarına müdahalede bulundu, kamu bankalarının döviz açığı 18 Eylül itibariyle 5,9 milyar dolara kadar yükseldi. TL yıl başından bu yana dolara karşı yaklaşık yüzde 25, Euro’ya karşı ise yüzde 29 oranında değer kaybetti. Enflasyon tüm yönlendirilmiş istatistiklere rağmen enflasyon çift hanelerden düşmeyerek eylül ayı itibariyle yüzde 11,84 olarak açıklandı.

Bu sayılanlar yaşananın sadece küçük bir kısmı. Yaratılan işsizlik, yoksulluk, umutsuzluk ve geleceksizlik ise sonuçların en yakıcı ve en yıkıcı olanı. İktidar bunu önemsemese de…

Açık olan şu: Devlet sorumluluğu ile yöneten bir iktidar, güçlü bir sosyal devleti var ederek “hem sağlığı hem ekonomiyi” koruyacak bütüncül politikaları uygular. Atılması gereken güçlü sosyal devlet adımları bellidir, önemli olan bu bütüncüllüğü gözetecek bir siyasi iradedir!

*Doç. Dr., CHP Genel Sekreteri, İzmir Milletvekili