Valery, Rilke, Ahmatova: İz bırakan ‘yabancı’ şairler

Modern Türkçe şiiri etkilemiş ‘yabancı şairleri’ öncelikle kendi dillerinde “modern şiirin, modern dönem şiirinin” içinde olmalarını dikkate alarak, modern Türkçe şiirde “çeviri şiir turu” da diyebileceğimiz bir “göz atma” yazısı hazırladık. Bu yazıda Paul Valery, Rainer Maria Rilke ve Anna Ahmatova'yı çevrilmiş şiirlerinden örneklerle açıklayacağız.

Abone ol

Modern Türkçe şiirin “Batılı” köklerine yolculuk da diyebileceğimiz turumuzun bu bölümünde değineceğimiz ilk şair Paul Valery. Fransızcada Charles Baudelaire, Arthur Rimbaud ve Paul Verlain gibi şairlerle yükselen modern şiirin ilk dalgasının ardından kopuş, yeni kuşak şairlerle sürer. Paul Valery, modern şiirin ikinci kuşak şairleri arasındadır. “Arı şiir” ya da daha “pür şiir” (poesie pure) eğilimini Malerme’nin etkisinde geliştiren isimlerin başında gelir.

Paul Valery

PAUL VALERY

Paul Valery’den, şiirinden ve modern Türkçe şiire etkisinden söz ederken ondan daha önce aynı tarz şiirin öncüsü olmuş şair Stephane Mallarme’den (1842) ve şiir anlayışından söz etmemek, eksikliği işaret eden bir tuhaflık olarak görülebilir.

Şiir anlayışı olarak birbirinin adeta halefi selefi gibi görülen iki şair arasındaki etkileşim dikkat çekici olmakla birlikte modern Türkçe şiire olan doğrudan etkileri aynı ölçekte değildir. Bunda kuşkusuz Valery’nin yapıtlarına göre Mallarme’nin yapıtlarının Türkçeye çevrilmesinin zorluğu büyük rol oynamıştır. Kısaca Mallarme’nin çeviri engeline takıldığını söyleyebiliriz. Modern Türkçe şiirdeki doğrudan etkisinin sınırlı kalışı bununla ilgilidir. Mallarme’nin, şiirlerinin anlamını yalnız o biliyordu ve onları kendisiyle birlikte mezara götürdü denilen bir şair olduğunu da unutmamak gerekir.

Yazımızda, çeviri yoluyla modern Türkçe şiiri etkilemiş şairleri konu ediyoruz. Mallarme’ye ayrı bir başlık açmayışımızın nedeni de budur. Ancak Malerme’nin şiirlerinden, Fransızca bilen ve okuyan kimi şairlerin etkilendiğini de söylememiz gerekir. Yahya Kemal, Cahit Sıtkı, Ahmet Muhip Dıranas gibi Mallarme’yi özgün dilinden okumuş şairlerde etkilenmenin izleri keşfe açıktır.

Paul Valery’nin şiir anlayışının ve çabasının temelinde lirik şiirden duygunun çıkarılması düşüncesi vardır. Bu noktada Mallarme’nin şiir anlayışını paylaşmış olmakla birlikte, onun kopyası olmamıştır. Neticede bir Paul Valery şiiri yaratmıştır. Valery’nin şiirinde dikkat çeken önemli bir özellik de bilinçliliktir. Şair tesadüflere, ilhamlara yüz vermemiş, şiirin inşasını, yapılmasını temel ilke olarak görmüştür. Öyle ki şair, şiir açısından, bilinçle yazılmış basit bir dizeyi tesadüfen oluşmuş parlak bir dizeye tercih etmekten yana olmuştur.

Paul Valery, modern Türkçe şiirdeki etkisinin izlerini başlangıçtan itibaren sürebileceğimiz şairlerdendir. Onun modern Türkçe şiirde, özellikle şiirin, şiir dilinin oluşumunda bilincin, düşüncenin rolü yönünden etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Valery’nin şiirleri denilince akla “Deniz Mezarlığı” gelir. “Deniz Mezarlığı” 1920’de yayımlanır. Şair yaşadığı çağa uygun olarak yapıtını büyük anlatı geleneğine uygun biçimde kurar. “Deniz Mezarlığı”, şiirin diliyle temasını soyutlayarak hayatı ve ölümü anlamlandırma deneyimidir diyebiliriz. Şiir altı dizelik yirmi dört kıtadan oluşur. Ayrıca “aaabccb” olarak biçimlenen uyak düzeni vardır. Şiirin, yirmi dört kıtadan oluşması nedensiz değildir. Yirmi dört, aynı zamanda saat olarak bir günlük süreyi ifade eder. Altı dizeyse onar dakikalık dilimlerden oluşan, bir saatlik saman süresini işaret eder. “Deniz Mezarlığı” şairin sembolist tutumunu, hermetist, daha doğrusu ezoterik düşünceyle olan ilişkisini de yansıtmaktadır... “Deniz Mezarlığı” şiirinden ilk üç kıtayı aktaracağız. Şiirin iki çevirisi bulunmakta. Sabri Esat Siyavuşgil çevirisinde uyak düzeni korunurken Cemal Süreya’nın uyakları değiştirdiği görülüyor. O nedenle, aslına da uygun olduğu düşüncesiyle alıntıyı Siyavuşgil’in çevirisinden yapacağız:

Üstünde güvercinler gezen şu rahat damın

Kalbi atar ardında birkaç mezarla çamın;

Şaşmaz öğle zamanı ateşlerle yaratır

Denizi, denizi, hep yeni baştan denizi!

Tanrıların sükûnu çeker gözlerimizi,

Bir düşünceden sonra ah o ne mükâfattır!

İnce pırıltıların o ne saf hüneridir,

Bir seçilmez köpükten nice elmas eritir,

Nasıl bir sükûn sanki peyda olur o demde!

Ve güneş uçurumun üstüne gelir durur,

Ebedi bir davanın saf marifeti budur,

Zaman kıvılcım , Hülya bilmek olur âlemde.

Basit Minerve mabedi, tükenmeyen hazine,

Yığın halinde sükûn, göz önünde define,

Kaşlarını çatan su, bir alev perde altı,

Kendinde nice uyku saklayan Göz, ey bana

Mukadder olan sükût!.. Ruhta yükselen bina,

Fakat bin kiremidi yaldızlı dam , ey Çatı!

RAINER MARIA RILKE

Rainer Maria Rilke

Bu bölümün ikinci şairi Rainer Maria Rilke. “Militan yalnızlığın şairi” olarak tanımlanan Rainer Maria Rilke, hiçbir yere ve hiç kimseye bağlanmaksızın özgür bir gezgin yaşamı sürdürmüş oluşuyla da bilinir. Gösteriye düşkün çağın içinden gizlice geçtiği gibi yaşamdan da gizlice geçtiği söylenir.

Öte yandan şair olarak eşsizliği de dikkat çeken şair Rainer Maria Rilke'nin yaşamı, Avrupa tarihinin ilginç diyebileceğimiz bir dönemine denk gelir. Bir zamanların Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun sınırları içerisinde kalan Orta Avrupa, bu zaman diliminde kozmopolit, yani birden çok kaynaktan beslenen kültürel zenginliğiyle dikkat çeker. Bu zenginlik yalnızca edebiyata değil, düşünce yaşamının her alanında; felsefede, bilimde ve sanatta da söz konusudur. Öyle ki Stefan Zweig, Robert Musil, Karl Kraus, Hermann Broch ve Franz Kafka gibi yazarlar; psikoloji ve psikanalizin öncüsü Sigmund Freud ve Alfred Adler, filozof Ludwig Wittgenstein, ressam Gustav Klimt, besteci Gustav Mahler, Arnold Schönberg, Alban Berg ve Anton Webern ve bunlara eklenebilecek daha pek çok isim, Rilke’nin çağdaşıdır. Bu isimlerin söz konusu dönemin kültürünü biçimlendiren öncüler olduğunun da altını çizmek gerekir.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının “Batı dünyası”, Rilke’nin düşünsel ve duygusal tavrının biçimlendiği ortam olduğu gibi şiirlerinin diline yansıyan duyarlılığın da belirlenmesinde etkili olur. Tamamen sanata adanmış bir yaşam örneği düşünüldüğünde akla gelen isimlerin başında Rilke vardır. Rilke’nin gezgin yaşamı, ona “uluslar üstü bir bakış yetisi” kazandırmıştır. Milliyetçilikler çağında, bu uluslar üstü bakış ve tavır alış önemlidir. Onun bakış tarzı ve tavrı hiç kuşkusuz ki yapıtlarına da yansımıştır. “Dilin hiç bitmeyen katedralinde bir taş ustası gibi çalışmış” olan şairin yapıtları birçok yabancı dile çevrilmiştir. Rilke’nin, bir ülkenin ya da dilin değil, dünya şiirinin önemli şairlerinden oluşunda sınırları aşan, uluslar üstü şair bakışının ve yaşam tarzının büyük etkisi olmuştur.

Stefan Zweig’ın, şairin ölümünden dokuz yıl sonra, 1936’da, Londra’da, Rilke üzerine verdiği konferansta yaptığı saptamalar önemlidir: “Zamanımızda katıksız şaire artık ender rastlanıyor, ama belki ondan da daha ender rastlanan bütün bir yaşamın salt şiirsel bir varoluşa dönüşmesi, bütün bir yaşamın mutlak anlamda böyle bir yörüngeye yerleştirilmesi. Ve yaratmayla yaşam arasında böyle bir uyumun, bir insanın kişiliğinde örnek biçimde gerçekleştiğini görebilme mutluluğuna erene düşen, bu manevi mucizeye ilişkin olarak hem kendi kuşağına, hem de belki bir sonraki kuşağa tanıklıkta bulunmaktır...”

Zweig'a göre Rilke, şiir alanındaki ödünsüz tutumunu büyük ölçüde kendi özgürlüğüne ilişkin ödün tanımazlığı sayesinde gerçekleştirmiştir. Aynı konferansta Zweig, şairin özgür kişiliğini şöyle betimlemiştir: “Zamanımızın zengin ve başarılı şairlerinden hiçbiri, kendini hiçbir yere bağlamayan Rilke kadar özgür değildi. Onun ne alışkanlıkları, ne adresi ve aslında ne de bir vatanı vardı; İtalya’da, Fransa’da ya da Avusturya’da aynı rahatlıkla yaşayabilirdi ve nerede olduğu hiçbir zaman bilinmezdi.”

Rilke’nin modern Türkçe şiirdeki varlığı ve yeriyle ilgili Behçet Necatigil, şairin doğumunun yüzüncü yılı dolayısıyla yayımlanan yazısında şu bilgileri veriyor: “Dergileri tarayanlar, Rilke’den dilimizde ilk şiire sanırım, Sokak dergisinde rastlarlar (sayı 2,12 Nisan 1940). Düzyazı eserlerinden ‘Sancaktar Christoph Rilke’nin Aşkına ve Ölümüne Dair’ Tercüme dergisinde çıktı (sayı 9, 19 Eylül 1941, çev. Sabahattin Ali). Rilke’den ilk kitap ise Melahat Özgü’nün Genç Bir Şaire Mektuplar çevirisidir. (İlk basılış: 1944.)

Şairin şiirlerinin Türkçeye ilk kez çevrilip yayımlanışının üstünden geçen seksen yıllık zaman dilimi içerisinde okurun hemen hemen yapıtlarının tümüyle buluştuğunu söyleyebiliriz. Şairin, Behçet Necatigil’in çevirdiği “Yalnızlık” başlıklı şiirini okuyalım:

Yalnızlık bir yağmura benzer,

Yükselir akşamlara denizlerden

Uzak, ıssız ovalardan eser,

Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir

Ve kentin üstüne göklerden düşer.

Erselik saatlerde yağar yere

Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar,

Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı

Ayrılınca birbirinden gövdeler;

Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde

Yatarken aynı yatakta yan yana:

Akar, akar yalnızlık ırmaklarca.

Anna Ahmatova

ANNA AHMATOVA

Kuzeyin lirik kızı Anna Ahmatova, yalnızca on dokuzuncu yüzyılda değil yirminci yüzyılda da uzunca bir süre bilinen tek şair kadın olmuştur diyebiliriz. Bunu, modern şiirin de erkek egemenliğinde gelişip yayıldığına ilişkin altını çizeceğimiz bir bilgi olarak alabiliriz. Ayrıca şiirdeki eril dilin egemenliğiyle ilgili tartışmanın sınırlarını, modern Türkçe şiirin ötesine taşıyan bir veri olarak değerlendirmek de olası. Elbette ki şiirde erkek egemenliğinin kendiliğinden gelişmiş doğal bir durum olduğu söylenemez ve savunulamaz. Kültürel ve sanatsal alandaki ırk, dil, din farkı gözetmeden erkek egemenliğinin tarihsel boyutunu göstermesi açısından dikkate alınacak bir gerçekliktir söz konusu olan. Küçük bir ayrıntı gibi görünen bu bilgi sanatın, dolayısıyla şiirin ırk, dil, din, sınıf ve cinsiyet boyutunun önemsiz sayılamayacağına ilişkin de tarihsel ve sayısız ipucundan biri olarak değerlendirilebilir.

Şairin Ataol Behramoğlu’nun çevirdiği “Son Karşılaşmanın Şarkısı” adlı şiiri okuyalım:

Buzdan bir el kalbimi sıkıştırıyordu sanki

Ama bir düşte yürüyor gibiydim;

Sağ elimin eldivenini

Çıkarıp sol elime giydim

Bitmez tükenmez gibi geldiler bana

Oysa topu topu üç taneydi basamaklar

“Benimle öl..” diye fısıldadı

Akçaağaçların arasından sonbahar

“Aldatıldım ben.. Üzgünüm..

Uçarı, kötü yazgım aldattı beni…”

Dedim ki “Ben de, ben de öyleyim..

Ölürüm… Ölürüm seninle sevgili..”

Son karşılaşmanın şarkısıydı bu

Dönüp bir kez daha baktım karanlık eve;

Yatak odasının penceresinde

Mumlar, kayıtsız, sarı bir ışıkla parlıyordu…

Anna Ahmatova’nın en verimli olduğu dönem 1912’den 1922’ye kadar olan yıllar olarak ifade edilir. Bu dönemde şairin birçok şiir kitabı yayımlanır. Şiirlerinde sembolizmin kapalı ve gizemli diline karşı çıkan akmeizmi benimser. Ahmatova’nın sıcak ve samimi konuşma tonu, duygulu içtenliği, biçimlerin açıklığı ve doğallığı kısa, lirik şiirlerinin özgün çizgisini oluşturur. Bunun yanı sıra şiirlerinde halk şarkılarının ve özellikle Puşkin’in lirik şiirleri gibi geleneksel Rus şiirinin etkisi söz konusudur.

Kişisel duygular dışına çıkarak toplumla ilgili şiirler yazdığı dönemde de “toplumcu gerçekçilik”le arasında belirgin bir biçem ayrımı olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında şair, savaş ve barış konularına yönelerek savaş koşullarının acılarını ve heyecanlarını şiirlerinde konu edinir. Anna Ahmatova, modern şiirde parlak, incelmiş ve yetkin bir biçim ve biçem ustası olarak görülmektedir. Şairin duyarlılığını ifade etmek için şiirlerinden bir başlık seçmek gerekse önerimiz, “sessizliktir sessizliğin bekçisi” dizesi olur. Ancak onun böyle, başlık olacak ve altı çizilmiş daha ne çok dizesi, betiği, şiiri vardır. Onlardan birçoğunun gölgesi modern Türkçe şiire de düşmüştür.

Anna Ahmatova’nın modern Türkçe şiirdeki varlığını, yerini, etkisini merak ederek karşılaştırmalı okuma yapacaklar için şairin kitaplarının listesini verelim:

Yaban Balı Özgürlük Kokar (Çeviri Güneş Acar, ilk baskısı Ada Yayınları 1985), Seçilmiş Şiirler (Çeviri Azer Yaran, Adam Yayınları, 1984), Şiirler (Çeviri Mazlum Beyhan, İyi Şeyler Yayıncılık, 1992), Anna Ahmatova Dünya Şiir Mitosları (Çeviri Hande Özer, Gendaş Kültür, 2002), Ardından, (Çeviri Sabit Yılmaz-Mustafa Ziyalan, Varlık Yayınları, 2002).

Bu bölümü, şairin sevilen ve ayrıca tarihsel değer de taşıyan şiirlerinden biriyle, Güneş Acar’ın Türkçeye çevirdiği 1933 tarihli “Yaban Balı Özgürlük Kokar” başlıklı şiiriyle bitirelim:

Yaban balı özgürlük kokar,

Toz, güneş ışını kokar,

Bir kızın ağzı -menekşe

Ve altın -hiçbir şey kokmaz altın.

Tereotu su kokar,

Aşk ise elma,

Ama biz, biliyoruz artık

Yalnız kan kan gibi kokar…

Romalı yöneticinin halkın önünde

Topluluğun ölüm bağırtıları altında,

Ellerini yıkaması boşunadır,

İskoçya kraliçesinin(*) sıska avuçlarını

Oğuşturması boşunadır

Kan damlalarını silmek için

Kral sarayının boğucu karanlığında…

(*) Lady Macbeth