Unutmayacağız

Unutmayacağız! Biz unutsak bile -bu mümkün değil-, şu bardakta bekleyen suyun yalnızlığı unutmayacak! Dağ ateşlerinde, yakılmış odunların üstünde sakin dolaşırken, rüzgârın öfkelendirdiği alevler unutmayacak! Çünkü ateşin iyi niyetini, dürüstlüğünü, dostluğunu çok fena kötü niyetle kullandınız!

Abone ol

Unuttuğumuzu düşünüyorsunuz. Elbette unutmadık, unutmayacağız. Ola ki aklımızı yitirdik, o zaman gökyüzü bizim yerimize unutmayacak, kuşlar unutmayacak, dağlar, ormanlar, denizler unutmayacak. Ha, evet, böcekler de unutmayacak! Yol kenarında öyle duran taşlar da! Bizi yaktığınız şehrinizin üstünden her gün geçen güneşi gördükçe, utanacaksınız. Çünkü güneş unutmayacak. Siz çoktan unutmuş görünüyorsunuz ama sizin çocuklarınız ve onların çocukları, miras bıraktığınız tarlalarınızın sınırlarındaki yanmış otlardan, miras bıraktığınız evlerinizdeki yanan ocaklardan hep hatırlayacaklar ve sizden utanç duyacaklar. Çıkın dışarıya ve gökyüzüne şöyle bir bakın, göçmen kuşlar niçin mola vermiyor ağaçlarınızda, niçin su içmiyor nehirlerinizden ve telaşla geçip gidiyorlar? Çünkü onlar da unutmadılar. Çünkü bize yaşattığınız şey unutulacak gibi değil! Bir düşünün; şiirleriyle, şarkılarıyla, danslarıyla size konuk gelmiş kardeşlerimizi şehvet çığlıklarıyla yaktınız! (Bunu söylerken yüreğimin nasıl kanadığını, nasıl zorlandığımı bilemezsiniz). Evet, yaktınız! Onların ve bizim, halklarımızı sevmekten başka ne amacımız olabilirdi ki? Neden korktunuz? Bu müthiş korku hangi körlüğün, bu ürkütücü cesaret hangi cahilliğin sonucuydu? Evet, şairlerimizi elimizden aldınız. Çocuklarımızı, gençlerimizi, babalarımızı... Biz şimdi geri istiyoruz oralarda bir yerde örtbas ettiğiniz seslerini. Onları geri istiyoruz!

Unutmayacağız! O meşum hatıra, bize yaşattığınız o lânetli yangının küllerinden hep yeniden doğacak. Belleğimizde hep yeni, köklü bir yer açacak kendine. Giderek hatıra olmaktan çıkacak ve gündelik yaşamımızı belirleyen bir kültür olacak. Oldu da zaten. Ve bu kültürle belirlenmiş seslerle konuşuyoruz. Birbirimize daha yakın duruyorsak, omuzlarımız birbirine değiyorsa, bu kültürü paylaştığımız için. Acının kültürünü! Acı çekmenin kültürü olur mu? Evet, olur. Bunu öğrenmemizi sağladınız. Epeydir acının kültürüyle biçimlenmiş bir hayat yaşıyoruz. Behçet Aysan’ın dediği gibi: “Yaşıyoruz işte, yok başka cehennem”.

Siz bu kültürü yaşamıyorsunuz ama onun bilgisi gelip gelip aklınızı karıştırıyor. Örneğin, avukatlık büronuzdaki dosyaların arasından çıkıveriyor. O karanlık savunmalarınızı unutturuyor, kanıtlarınızı geçersiz kılıyor ve size davanızı kaybettiriyor. Biz hatırladıkça, siz unutuyorsunuz. Bu unutkanlık, seçmenlerinizle, izleyicilerinizle, okurlarınızla ya da evinize gelen konuklarınızla konuşurken, gelip soluk borunuza bir yumruk gibi yerleşiyor. Ölmekten korkuyorsunuz. Bu unutkanlık, rüyalarınızı biçimlendiriyor. Bir gece rüyanızda, örneğin, Menekşe Kaya’yı görüyorsunuz. Hayır, Menekşe Kaya’nın rüyasını görüyorsunuz: Büyümüş, genç bir kadın olmuş. Bir doktor olarak, beyaz önlüğüyle bir hastane koridorunda sırtı dönük yürüyor. Son hastasını ziyaret etmiş. İyiye doğru gittiğini görmüş olmanın huzuruyla koridorun sonuna geldiğinde dönüp size bakıyor. O da ne! Saçları tutuşmuş, yüzünün yarısı yok. Yüzünün yarısıyla size bakıyor kardeşi Koray. On iki yaşındaki Koray Kaya. Yanarak size doğru koşuyorlar, el ele. Çok korkuyorsunuz. Ter içinde fırlıyorsunuz yatağınızdan. Yaşadığınız şeyin rüya olduğunu anlayıp rahatlıyorsunuz. Hayır, öyle sanıyorsunuz. Çünkü biz o meşum hatırayı aklımızda tuttukça siz unutuyorsunuz. İşte bu unutkanlığınız hayatınızı cehenneme çeviriyor.

Unutmayacağız! Çünkü biz hatırladıkça siz unutuyorsunuz ve bu unutkanlık size yanlış yaptırıyor. Gerçeği bilmenizi engelliyor. Bilmiyorsunuz. Örneğin, Asım Bezirci’nin hep “halk için, emekçi sınıf için sanat” anlayışını savunduğunu, yani sizin adınıza bir estetiği savunduğunu bilmiyorsunuz. Bilseydiniz, yine de yakar mıydınız onu? Peki Nesimi Çimen’i? Hani şu sözlerle başlayan, “Ruhumda Sızı” türküsünün ozanı:

“Bu nasıl bir derttir dermanı yoktur

Bedenimde değil ruhumda sızı

Görünmez bir yara acısı çoktur

Bedenimde değil ruhumda sızı

Oy oy ruhumda sızı”

Metin Altıok ve Salih Bolat, Ankara, Mayıs, 1993

Bilseydiniz, yine de yakar mıydınız? Metin Altıok’u, hani on yıl Bingöl’de felsefe öğretmenliği yapan, gençlerinize hayat bilgisi, yaşama heyecanı vermek için çırpınan şairi? Yalnız, yaralı ve kırık bir kalple yazdığı şiirlerde, örneğin şöyle seslenen:

“Soneler 1

Sevgilim bak, geçip gidiyor zaman:

Aşındırarak bütün güzel duyguları.

Bir yarım umuttur elimizde kalan,

Göğüslemek için karanlık yarınları.

Ağzımda ağzının silinmez ılık tadı,

Damağımda kösnüyle gezinirken;

Yüreğimde yılkı, aklımda ölüm vardı,

Dışarıda rüzgâr acıyla inilderken.

Unutulmuyor ne tuhaf dünya işleri,

Seninle bir döşekte sevişirken bile.

Düşünüyorum hüzünlü genç anneleri,

Çarşılarda, pazarda ellerinde file.

Bu kekre dünyada yazık geçit yok aşka;

Bir şey yok paylaşacak acıdan başka”

Bilseydiniz, yine de yakar mıydınız Nurcan Şahin’i, Özlem Şahin’i, Asuman Sivri’yi ve Yasemin Sivri’yi? Halk dansları oynamak için gelmişlerdi oraya. Yani sizin danslarınızı. Hani düğünlerinizde ve başka mutluluk paylaştığınız anlarınızda acemice de olsa kalkıp oynadığınız havalar var ya, işte onları ustaca, nefis, izlemeye doyamayacağınız bir estetikle yapan genç kızlarımızı? Pırıl pırıl gülen yüzleriyle hayat saçan kız kardeşlerimizi? Bilseydiniz, yine de yakar mıydınız? Karikatürü karanlığa, zulme ve tutsaklığa karşı bir direnme biçimi olarak gören, asker arkadaşım Asaf Koçak’ı? Peki, şiiri bir yaşama biçimi olarak gören, tutkulu, o gün orada, sizlerle birlikte olmaktan büyük bir mutluluk duyan, hemşeriniz, şair Uğur Kaynar’ı? Bilseydiniz, yine de yakar mıydınız?

Unutmayacağız! Biz unutsak bile (bu mümkün değil, ama bir an öyle düşünelim), şu bardakta bekleyen suyun yalnızlığı unutmayacak. Dağ ateşlerinde, yakılmış odunların üstünde sakin dolaşırken, rüzgârın öfkelendirdiği alevler unutmayacak. Çünkü ateşin iyi niyetini, dürüstlüğünü, dostluğunu çok fena kötü niyetle kullandınız. Onu yanlış yola sürüklediniz. O, bu ihanetinizin hesabını size mutlaka soracaktır. Bundan eminiz. Değil mi ki merhem gibi iyileştirici, ılık, hayat verici kana benzeyen, doğanın özsularına girerek onları canlandıran ateşe ihanet ettiniz. Pişirerek, ısıtarak, çözerek doğayla bizi uyumlu yapan ateşe ihanet ettiniz.

Unutmayacağız! Bir garda yağmur altında bekleyen bir tren, karanlığı çizip giden elektrik telleri, “yeni dağılmış bir ilkokul gibi'” bakan gözlerimiz, “sonbahara hazırlanan ağaçlar” unutmayacak. Yıldızlar unutmayacak. Ritsos diyor ya:

“…Sadece gecede bir araya gelmiş yıldızlar, yorgun,

bir kır eğlencesinden kamyonla dönen insanlar gibi,

hayal kırıklığına uğramış, aç, hiçbiri türkü söylemeyen,

terli avuçlarında ezik yaban çiçekleri…”

Evet, biraz Ritsos’un yıldızlarına benziyor olsak da, şimdi daha çok Nazım’ın kıyıda çıplak düşünen adamına benziyoruz:

“…

Bulut mu olsam,

gemi mi yoksa?

Balık mı olsam,

yosun mu yoksa? ..

Ne o, ne o, ne o.

Deniz olunmalı, oğlum,

bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.”

Arkadaşlarımı geri istiyorum!