Üç Kuruş: Tasfiye edilen bıçkın mahalle

Pazartesi akşamları kenar mahalle şiddetini evimizin salonuna taşımayı görev edinmiş Ay Yapım, yine sade bir anlatıyla çıkıyor karşımıza. Temel bir çatışma... Güç çatışması...

Abone ol

Show Tv'nin Ay Yapım ile senelerdir yürüttüğü pazartesi prime time iş birliği son meyvesini verdi: "Üç Kuruş". "İçeride" (2016) dizisinden beri belli bir oyuncu kadrosu ve senaryo ekibiyle yürütülen ortaklık vardığı bu son noktada tematik anlamda da bir kez daha mahalle fikrine sadık kalıyor. Senaryosunu Damla Serim ile romancı Murat Uyurkulak'ın yazdığı dizi, kenar mahalle söylemini suyun akıp yatağını bulduğu bir çeteleşme düzleminde sunarken klasik addedebileceğimiz bir çatışmadan, devlet (emniyet) - getto (dizide, kendi kuralları olan küçük örgütlenme) çatışmasından besleniyor. Bu yönüyle öncülü öykülerden ayrıldığını söyleyebiliriz. "Çukur", devleti genellikle göstermezken bir devlet sorununu (organize suçlar ve asayişi) işleyen "İçeride", "Köstebek" filminden uyarlanmıştı. Yani bir bakıma bu toprakların toplumsal dinamiklerini yeterince karşılamıyordu. "Üç Kuruş" ise 2000'ler İstanbul'undaki dönüşümü öne çıkararak "bıçkın mahalle"deki dönüşümü hatırlatıyor.

2000'LER: KENT KRİZİ VE DÖNÜŞÜM

2000'lerin ilk çeyreğinde, kabaca ifade edersek İstanbul'da bir kent krizi yaşandığını söyleyebiliriz ve bunu söylediğimizde abartmış olmayız, en fazla "hangi dönem yaşanmıyor" itirazı yükselir. Sahiden de İstanbul, aldığı göçle, sanayisi, geçim kaygısını kristalize eden tarafı, eğlence kültürünün sürekli değişmesi ve yerelin merkezdeki sosyal yaşama ilişme çabasıyla her daim kora kor bir mücadeleye ev sahipliği yapıyor. Özellikle Cumhuriyet, payitahttan kamuya açılmış bir İstanbul'a geçiş fırsatı yarattığı için ivme kazandırmış. Ancak 2000'ler, Menderes'in yıkarak modernize ettiği şehri başka bir boyuta taşıyor. Şöyle bir taradığımızda mutenalaştırma/soylulaştırma değerlendirmesi altında bu meseleyi irdeleyen, çoğu da birbirine benzeyen yığınla kaynak bulabiliriz. Anahtar kelime soylulaştırma... Yıkımın yağmaya evrildiği, zamanın geçmişe nazaran hızlı aktığı bir dönem 2000'ler. Tabii bazı semtlere sembolik bir anlam yükleniyor. Her iki yakada Sulukule ve Fikirtepe başta gelmek üzere Fener-Balat, Tarlabaşı, Tophane vs. Bu semtlere yıllar geçtikçe yenileri ekleniyor. Kimilerinde dönüşüm tamamlanıp yağmaya doyulurken kimileri başka baharları bekliyor, arada kalıyor.

Bu son dönüşüm sermayenin kent içindeki varlığını büyütme kaygısına göbekten bağlı, dolayısıyla şehir genişlerken bir kültürel belleği, tarihi olan ve "şehrin göbeği" biçiminde anabileceğimiz semtler de birer birer yutuluyor yahut "değerleniyor". Sermaye sınıfının sanayicisi bir yandan üretimi şehir dışına yönlendirirken bir yandan gayrimenkul yatırımına, kurumsallaşmaya rağbet ediyor ve "değerli topraklar üzerinde" adeta bir yay gibi örgütlenerek gerildikçe geriliyor, kuşattıkça kuşatıyor. Sanayici olmayanı ise rantını nerede bulursa oraya çullanıyor. Hizmet sektörünü genişletiyor, rezidans tipi meskenler inşa ediyor, mesela bir çatı katını güzelleyerek manzara, dahası hükmetme saplantısı satıyor: Penthouse daire, loft daire... Kulağa ne hoş geliyor! Neticede şehrin orta yerinden sermaye fayları geçiyor diyebiliriz. Bu dönüşüm ve yağma stratejisi siyasi iktidar tarafından koşulsuz desteklenince bir arada kalmışlık sorunu doğuyor. Hani eskinin "şehre gelmiş ama şehirli olamamış, köylü de kalmamış" modeli "hayal satmış/ekmiş ama gerçeği dahi biçememiş" bir hal alıyor.

EĞLENCELİ MAHALLENİN DÜŞÜŞÜ YA DA ŞEHRİN SAFRASI OLARAK MAHALLE

Şehir kültüründeki bu sarsıntının televizyon işlerine hatta sinemaya yansıması da hayli çarpıcı... 70'lerde geçen "Ağır Roman" 97'de filme çekildiğinde suça yaslanan, ötekiyi işleyen ama içten içe yargılamayan bir çizgideydi. Oysa 2000'lerde, Ak Parti iktidarı da niyetini açıkça belli ettikten sonra gösteri dünyası eline tokmağı aldı ve yoksul-emekçi mahalleler suçla özdeşleştirildi. Hollywood ağzıyla söylersek şehrin safrası'ydı bu mahalleler... "Başka Semtin Çocukları" (2008), "Kara Köpekler Havlarken" (2009), "Bornova Bornova" (2009) vs. sinemada, yoksul, işsiz-güçsüz, düzenin dışladığı ve artık kemiğine dek sıyırdığı bir mahalle sundu. Bir bakıma gündüzleri sömürülen kenar mahalle, geceleri aç yatmaya terk ediliyordu. Nazım Hikmet'in Türkiye İşçi Sınıfına Selam şiirinde geçen "gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan" dizeleri hayal olmuştu.

Televizyondaki değişim ise samimi ve eğlenceli mahalleyi gündemden uzaklaştırdı. 2000'lerde maliyeti düşüren ve senaryoda basitlik arayan sitcom tarzı sektöre hakim olunca mahalle güldürüleri azalıp parmakla sayılacak kerteye vardı. "İkinci Bahar", "Ekmek Teknesi", devamında "Geniş Aile", "Leyla ile Mecnun" vb. yapımlar başarılı örneklerden sayılabilir. Bir ara Atv dönem işi yapmaya çalıştı, 90'lar mahallesini vererek bir taşla iki kuş vurmak istedi. Sınıfları kaynaşmış, dönemin popüler kültürünü dolu dizgin yansıtan bir mahalleydi bu ancak tutmadı. Görüldü ve emin olundu ki tasfiye edilen yoksul mahalle, daha geniş ifadeyle "geleneksel yaşam" koşulları televizyon için cazibesini yitirmiş. Dahası kentin artık güncel sorunları var. Her "sıcak-samimi" semtin giderek metropolden bir izdüşüm halini alması belli güzergahlara sıkışan, kontrol edilebilen adli vakaları satha yaydı ve dönüşümün kent trafiğine etkisi suçun patlayıp etrafa sıçraması oldu. İşsizlik ve güvencesizliğin eşlik ettiği bu sıçramaya televizyon kayıtsız kalamazdı. Şarkıcı Emrah'ın rol aldığı ve yine bir mahalle sorunu olarak değerlendirebileceğimiz "Yasak Sokaklar" (1993) nasıl çeteleşme eğilimini işlediyse yakın dönem televizyon işleri de organize suça ve (daha da) kenara itilen bıçkın mahalleye yöneldi.

HER DÜĞÜNÜN OYNAYANI HER CENAZENİN AĞLAYANI TELEVİZYON

İlginç bir denklem var aslında. 90'larda mahalle samimiyetine yaslanan diziler çözülmeye yüz tutmuş bir kültürü yansıtıyordu, diğer deyişle henüz ayırdına varılmamış bir özlemi... Kentte mahalle çözülüyor, dinamiklerini yitiriyordu fakat samimi mahalle öyküleri (salt "Perihan Abla"yı, "Süper Baba"yı düşünmeyin, "Ağır Roman"ı da buraya alabiliriz) "hâlâ bitmedi, umudunuzu yitirmeyin" mesajı veriyordu. Zaten "Ekmek Teknesi" de "Milenyum'dayız yahu, kaldı mı böyle mahalle" noktasına varmıştı.

Günümüze gelirsek mahalleyi suça batıran anlatılar tasfiye edilen bıçkın mahallenin direnişini sergiliyor. Evet, şehrin göbeği kaybedildi ama yoksulluk ve suç işleme eğilimi katbekat arttı. Aidiyet hissi zedelenen Getto göbekten uzaklaştıkça özlem duymuyor, öfkeleniyor. Bu öfkeyi en çıplak haliyle Şanzalize Kafe örneğinde görebiliriz. Gaziosmanpaşa'daki kafe her ne kadar Paris'i "hedef alıyor" görünse de esasen parçası olduğu kente uzaklığını vurguluyor. Ancak bu öfkeyi daha yıkıcı, suça dönük bir düzlemde okumak mümkün: İtilip çekilenlerin çetecilik faaliyetlerinde. "İçeride"nin mafya babasına biat etmiş mahallesi, "Çukur"un racon bilen aileye varını yoğunu sunan mahallesi ve elbette "Üç Kuruş"un "şehir içinde şehir" efsanesini anımsatıp kolektif yaşamı yücelten, lidere bağlılığı es geçmeyen kapalı kültür mahallesi... Bu mahalle dizileri komedi anlatılarına malzeme verecek türden samimiyetini, burada kastedildiği anlamıyla naifliğini yitirmiş, hayatta kalma savaşı veren mekânlarda geçiyor. Sulukule dönüştü, Fikirtepe büyük ölçüde dönüştü, Tarlabaşı tarumar edildi. "Çukur"un çekildiği Ayvansaray-Balat da bu çılgın saldırıdan payını aldı. Kültürlerinden dolayı göçebe yaşama uyum sağlayan Çingeneler yurtlarından sürüldükçe iyiden iyiye mobil bir yaşama hüküm giydiler. Üstelik son dönemde birçoğunun geçim kaynağı olan kâğıt toplama işine çökmek isteyenler türedi, malum. Tüm göstergeler racon sahibi, bıçkın mahallenin tasfiye edildiği yönünde...

AY YAPIM RACON KESİYOR!

Geçenlerde İBB'ye ait resmi hesaptan bir tweet atıldı ve uzun süredir nargile kafe olarak gasbedilmiş bir sarnıcın sanat galerisine dönüştürüleceği müjdelendi! Bu tweet -ilgisiz gözükse de- kaybedeni ve kaybedileni her daim sömüren televizyonun birkaç yıldır neden "suçlu ama hâlâ ayakta mahalle"ye yöneldiğini açıklar nitelikte... Tarihi eseri sömüren mafyatik anlayış ve mevzubahis dönüşümün Bebek gibi zaten nezih bir semtte yaşanması bir yana propaganda malzemesi yapılan icraat kente bakışı da özetliyor. Tweet'in görselinde Doğululuğu ifade eden nargile kafe çarpıyı yerken on yıllardır şehre kazandırılmak istenen o Batılı çehrenin simgesi sayabileceğimiz sanat galerisi tiki kapıyor! Oysa kamunun her ikisine erişimi de oldukça güç. Daha ziyade bir kültürel mücadele var ortada ve televizyonun bu şenlikli çekişmeyi atlaması düşünülemez. Peki, televizyon nasıl bir yol izledi? Suçlu barınağı mahalle ilkin egzajere edilerek verildi. TRT'de izlediğimiz "Şubat" eski vasfını yitirmiş mahalleyi değilse de eski vasıflarıyla tepeden tırnağa çatışan alternatif bir mahalleyi işledi. Devamında kağıt toplayıcıları gördük "Edho"da, "kimsesizler"di onlar. Ve şüphesiz Ay Yapım'ın dizileri... "İçeride"de Kebapçı Celal'in adanmış mahallesi, "Çukur"da bizzat diziye adını veren kriminal mahalle... "Üç Kuruş", bu mahalle'ye kültürel unsurlar katarak Roman bir yorum çıkarıyor.

ÜÇ KURUŞ'LUK HAYATLAR

Dizinin ilk bölümü yayınlandı, kabaca karakterlerin tanıtıldığı kurulacak ilişkilerin, girilecek çatışmaların fragmanı sayabileceğimiz bir bölüm izledik ve bana kalırsa biraz da kafa karışıklığı vardı. Ezilen-dışlanan Roman söylemi yüzeysel, kör göze parmak dururken, idealist polisin çıkışları yer yer muhalif bir damardan ilerledi. Bu ülkede boyun eğmenin kolaylığına işaret eden genç komiser, toplumsal durumumuza da eleştiri getirdi.

"Üç Kuruş"un konusuna değinelim. Babasız büyümüş, amiri Halit'i baba bilmiş Efe (Ekin Koç) tuttuğunu koparan, gerektiğinde amirine efelenen bir organize polisidir. Uzun süredir Roman mafya lideri Kartal'ın (Uraz Kaygılaroğlu) peşindedir. Açığını kollayıp zaman zaman mekânlarına baskınlar yapmaktadır. Kartal ise mahallesinde adeta kral gibidir. Doğal bir liderdir, yalnızca suç şebekesini yönetmez aynı zamanda mahallenin de janti ve kudretli abisidir. Kartal'ın çetesi yasa dışı bahisten  merdivenaltı kumarhaneye, sahte içkiye, kalpazanlığa dek her iş kolunda faaliyet göstermektedir. Bu dünyada Mesut ve Nezih gibi rakipleri de vardır. Dahası Kartal bunların arasında büyüyüp güçlenmiş, kendi örgütünü kurmuştur.

Efe tarafından bakıldığındaysa halkın içinde yaşamasına karşın azılı bir halk düşmanıdır Kartal. Onunla birlikte kim varsa halka hizmet ediyormuş görünüp çıkarını kollamaktadır. Bu "dışarıdan bakış" devletin resmi politikasını da yansıtmaktadır. Hukuk Kartal'ı salarken suçu üstlenenleri kodese tıkmakta ve bir saat gibi tıkır tıkır güçlüden yana işlemektedir. İkili arasındaki bildik rekabet hatta tatlı sert süren diyalog bir seri katilin art arda işlediği cinayetlerle başka bir boyuta taşınır. Uzun sap bağlamasıyla türkü barda sahne alan çekingen İrfan (Diren Polatoğulları) ıssız yollarda takip ettiği araçlara çarparak amacına ulaşmakta, inip hasarı kontrol edenleri tek tek avlamaktadır. Katil kendini takip eden Halit Amiri de öldürünce Efe dosyayı kişiselleştirir. Fakat ilk bölüm sonunda görürüz ki cinayetler İrfan için de kişiseldir, onun da Roman mahallesi sakinleriyle bir hesabı vardır.

Öyküyü kolayca aktarabiliyorsak bunda Ay Yapım'ın payını yadsıyamayız. Pazartesi akşamları kenar mahalle şiddetini evimizin salonuna taşımayı görev edinmiş Ay Yapım, yine sade bir anlatıyla çıkıyor karşımıza. Temel bir çatışma... Güç çatışması... Bu çatışma benzemezlerin imkânsız aşk hikâyeleriyle örülecek, Kartal'ın kardeşi Leyla (Aslıhan Malbora) ile polis Ege veya Kartal ile rakip mafya Nezih'in kızı Bahar (Nesrin Cavadzade) aşka düşecekler belli ki. Yine suçun aşağıdan yukarıya seyri işlenirken devletin yettiği ve yetmediği yerler sergilenecek. Öyküyü özetlemekle kalmıyor, gidişatı da az çok kestiriyoruz doğrusu. Tabii bu noktada seri katilin x faktör olduğunu belirtmek lazım. İrfan neden cesetlerin üzerine üç kuruş atıyor? Neden cinayet işliyor, travmaları neler? "Üç Kuruş" bu açıdan iki ayaklı bir dizi... Bir ayağı öykünün geçtiği renkli Roman mahallesindeyken, diğer ayağı ezilip dışlanan bir karakterin (seri katilin) hırçınlığını aydınlatabileceğimiz geçmişine uzanıyor. 

ROMAN'IN R'Sİ, DEVLETİN D'Sİ VE BİRTAKIM KESME İŞARETLERİ, BİRTAKIM TÜMSEKLER

"Üç Kuruş", hangisinin büyük yazıldığı sorusuna cevap arar bir görüntüde başladı. Roman mahallesinin kendi kuralları mı galip gelecek yoksa devletin yasaları mı? Tam araya, kesme işareti niyetine seri cinayetler kullanılmış. Hal böyle olunca temel bir çatışma, standart bir öykünün bazı olumsuzlukları da yansıyor. Karton tipler var mesela. Romanların şen şakrak yaşamlarıyla tezat düşen bir polis müdürü... Zaten dizilerimizdeki polis müdürleri hep aynı. Sarkık bıyık yahut göbek, olmadı ikisi birden... İstisnasız azarlar ve dosyaları kapatır bir ses tonu... Boydan boya cam, geniş mi geniş, holding yönetim katına benzeyen bir makam odasında fakat polislerle de iç içe... Henüz ilk bölümde ölerek diziden ayrılan Halit (Ercan Kesal), geride kanser hastası eşini bırakıyor. Halit de babacan ve zamanında Efe'nin yürüdüğü yollardan yürümüş, bir yere varamamış bir tipleme. Kısacası o da işlenmemiş. Ezik polis Batu (Aytaç Uşhun) ise her an her yere kayabilecek cıva gibi bir kompozisyon. İş birliği de yapabilir, kahraman da olabilir.

Anlatıda hızı kesen bu tümseklere karşın Roman mahallesi Çıngıraklı'daki yaşam sırıtmıyor. Gerçi burada da kültürlerine pek hakim olmadığından görüşüm boşa düşmekte. Kulaktan dolma, derme çatma bilgiler ışığında yapıyorum "sırıtmadığı" yorumunu. On bir yaşıma değin Fener-Balat'ta yaşadım ve o dönem Çingenelere komşuluk ettim fakat gerek o bölgenin saf bir Roman yerleşimi olmayışı gerek çocuk aklımla kültürlerini kavrayamayışım ister istemez mesafe koyuyor. Dolayısıyla dizide karşımıza çıkan adli tıp hekimini anmak istiyorum. "Biz Romanlar okursak doktor da çıkarız" diyerek bir tür ulusa sesleniş konuşması gerçekleştiriyor ama bu didaktik tarzın ötesinde "üç kuruşun bizde anlamı yoktur" deyişi, kestirip atabilmesi önemli bir noktaya işaret ediyor. Bu kamplaşmış, ötesi berisi belirlenmiş toplumda "bizler" (biz olmaya zorlananlar) Çingenelere, Elekçilere, Şoparlara, Romanlara idealist polis Efe'nin gözünden bakmasak bile (bakmadığımızda bile) "onlar"ı onlar kadar iyi tanıyamıyoruz. Belki Romanların kendilerini anlatma iddiasındaki diziyi eleştirmeleri, eksiği gediği saptamaları açıklayıcı olur. Yazacaklardır da. Kendi adıma merakla bekliyorum.