Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur! Sor bi neden?

Niye yoktur Türk’ün Türk’ten başka dostu? Kimseye dost olmadığından herhalde. Hele Uygur sığınmacılar vakasında, ders kitaplarında “Türk kimdir?” sorusuna verilen cevapları da göz önünde bulundurursak rahatlıkla cümlede geçen Türk’ün kendine de pek dost olmadığını, kimseye dost olamayanın aslında var da olmadığını düşünebiliriz. Ama düşünmeyelim, akla zarar.

Ayşe Çavdar acavdar@gazeteduvar.com.tr

En az 20 yıl önce, Sultanahmet’in bir yerlerinde kaybolmuşum. Hangi sokaktı, neresindeydi şimdi hatırlamıyorum. Hem yürüyüp hem etrafı seyrederken başımı aniden sağa çevirdiğimde mavi pervazlı açık bir kapıdan gördüğüm, çerçeve içinde taş duvara iliştirilmiş portreyi bugün gibi hatırlıyorum. İçerde birkaç adam vardı. Kapının üstünde ne yazdığına bile bakmadım. Doğruca girdim, merhaba dedim ve sordum, “bu kadın kim?” İparhan’mış adı. Bir Uygur prensesi imiş. Bir savaşta esir alınmış, Çin Sarayı’na götürülmüş, imparatorun aşkına mazhar olmuş, ama direnmiş; önüne serilen zenginliklere de ölüm tehditlerine de boyun eğmemiş. Açık kapısından dalıverdiğim tek odadan ibaret yazıhane de Uygurların kültür derneklerinden birininmiş. Posteri çok sevdiğimi, başka varsa almak istediğimi söyledim. Yokmuş, ama getireceklerini söylediler. Bir ay kadar sonra tekrar yolum düştü oraya. Üzerine ismim yazılı halde bekliyordu İparhan’ın posteri. Birkaç yıl boyunca duvardan bana baktı. Taşınmalardan birinde parçalandı ne yazık ki. Adını bile unuttum zamanla ama yüz ifadesi aklımda kaldı.

İparhan hakkında anlatılan hikâyeler çelişkili. Anlatıcının mevzuya Çin’den mi Uygur halkı içinden mi baktığına, ayrıca hangi tarafı tutarsa tutsun Uygur-Çin ilişkilerinin içeriği hakkındaki fikrine göre değişiyor. Çin devletinin rejimler, idareler, hanedanlar, partiler değişse de en hafif ifadeyle tehditkâr, çoğu zaman baskıcı, sömürgeci ve zalim bir siyasi yapı olduğunu ve bu nedenle Uygurların bağımsızlaşması gerektiğini düşünenler için İparhan, direnişin sembolü. Meşhur Kültür Devrimi’nden sonra hepi topu 20-30 yıllık bir “imparatorluk mirasını reddetme” dönemini saymazsak Çin resmi tarihçileri ve onların dostları içinse Çin’in Uygurlara duyduğu yüce gönüllü ve cömert aşkın ve Uygurların bu aşka verdiği zarif karşılığın timsali.

Çin Sarayı’nda Xiangfei adını alan ve efsanede teninin doğal kokusunun güzelliğinden sebep “Kokulu Cariye” diye de anılan bu hazin bakışlı kadının 1755’teki Mançu işgali esnasında Uygur hanelerinden birinden alınıp Qing (Çing/Mançu) Hanedanı’nın sarayına götürüldüğü konusunda herkes hemfikir. Aynı tarihlerde İmparator Qianlong’un bir Uygur cariyeye gönlünü kaptırdığı ve onu hareminin en kıdemlisi yaptığı da Çin arşivlerinde detaylarıyla kayıtlı. Mançu işgalinden hemen önce Uygurların çoğunlukta olduğu Doğu Türkistan’ın iktidarı için kanlı bir rekabete giren Nakşibendi ailelerden birinden Çin Sarayı’na getirilen ve orada Rongfei adını alan bir cariye var. Rongfei, imparatorun aşkına karşılık verip haremde yükseldikçe kardeşi Tuerdu’nun (Tardu olsa gerek) da ikbali aydınlanmış. Rongfei ile Xiangfei/İparhan’ın aynı kadınlar olduğunun ya da olmadığının tarihçiler açısından büyük bir önemi olduğu ortada. Ama tarihçilerin bulduğu herhangi bir bilgi türünün İparhan Direnişi’ni yıkacağını düşünmek beyhude. Belli ki İparhan tek bir kadından ibaret değil, hatta belki de bir kadın bile değil. James A. Millward’ın anlatının masala, romana, şarkıya, şiire, operaya dönüşmüş versiyonlarını kronolojik olarak inceledikten sonra tespit ettiği gibi her iki taraf için de İparhan/Xiangfei Uygur direnişinin sembolü. Uygurların anlattığı versiyonda imparator oğlu aşkından aklını oynatmasın diye kaynanası tarafından öldürülüyor. Çin kaynaklarına bakarsanız da imtiyazlarla süslü bir hayat sürüp ölüyor. (Millward’ın makalesinin künyesi: A Uyghur Muslim in Qianlong's Court: The Meaning of the Fragant Concubine, The Journal of Asian Studies , May, 1994, Vol. 53, No. 2,May, 1994, pp. 427-458)

Her iki versiyonda ortak bir öğe var ki, aklımı başımdan alıyor. Qianlong, cariyesini kendisine aşık/razı etmek için onu yerleştirdiği sarayın penceresinden görünen bir-iki sokağı öz yurdundaki pazar yerlerinin bir benzerine dönüştürüyor. Böylece cariyesinin hem kendini evinde ve huzurlu hissetmesini, hem de imparatorun soydaşlarına ne kadar iyi davrandığını ve aşkına karşılık verirse bunun böylece devam edeceğini de söylemiş oluyor. Aşk dolu bir şantaj yani ya da şantaj dolu bir aşk. Tıpkı şimdi olduğu gibi.

Fakat derdimiz İparhan değil. Aklıma takıldı, kurtulamıyorum. Baksak şöyle yakın civara, kimin İparhan’dan kimin Qianlong’dan yana olduğunu bulabilir miyiz acaba? Bu sorunun cevabı aşktan ne anladığımızı da ele verecek.

SUÇLULARI İADE ANLAŞMASI

Bu yazıyı yazmaya karar vermemin sebebi, Türkiye ile Çin arasındaki ekonomik işbirliğini ısıtmak amacıyla verilmiş tavizlerden biri olarak 2017’de imzalanan “suçluların iadesi anlaşması”nın komisyondan geçip TBMM genel kuruluna geldiği yolundaki haberlerdi. Hatta Gelecek Partisi kurucularından Selçuk Özdağ, beraberine bu konuda imza kampanyası yapan bir grup Uygur’u da alarak Meclis önünde bir basın açıklaması yaptı. Fakat bu yerinde alarmın zamanlaması yanlış gibi görünüyor. Anlaşma henüz Dışişleri Komisyonu’ndan geçmiş değil. Yazının geriye kalanında bu anlaşmanın kanunlaşmasına neden engel olmamız gerektiğini aktarmaya çalışacağım.

Türkiye’deki Uygurlar açısından mesele açık. Her ne kadar anlaşma kaba tarifiyle “siyasi hükümlü”lerin iade edilmeyeceğini söylüyorsa da, konuştuğum Uygurlar bu konuda Çin’e güvenemeyeceklerini, Çin otoritelerinin istediği kişi hakkında, istediği suçu uydurmaktan geri durmayacağını, Türkiye’nin ya da başka bir tarafın o suçlara ilişkin kovuşturma yapmalarının da mümkün olmayacağını söylüyorlar. Ayrıca bunun uygulamada tek taraflı bir anlaşma olduğuna da dikkat çekiyorlar. Zira Türkiye’deki Uygurlar Çin’in hedefinde ama Çin’de Türkiye’nin iadesini isteyeceği hemen hiç kimse bulunmuyor. (Konuştuğum insanların isimlerini ve konumlarını güvenliklerine halel getirmemek için yazmıyorum.)

Üçüncü bir konu daha var ki, bu da çok can sıkıcı. Suçluları iade anlaşması, iadesi istenen kişinin sığınma, oturum ya da vatandaşlık alması durumunda işletilmiyor. Fakat diyorlar ki, zinhar AKP-MHP iktidarını eleştirmeyen ve Uygurların hak talep etmek için yaptıkları etkinliklere, protestolara katılmayan STK’lar bu tür işlemlerde referans olarak alınıyor. Yani sığınma, oturma ve vatandaşlık hakları iktidarı eleştirmeyen bu STK’lara tanınmış bir imtiyaza dönüşmüş durumda (bu, söz konusu STK’ların değil, böylesi bir meseleyi bile imtiyaz rejimine dönüştüren AKP’nin tercihi olduğundan STK’ların isimlerini de yazmıyorum). İşin kötü yanı bu imtiyazdan yararlanamayanların çoğunluğunu Uygur akademisyenler, dilciler, öğretmenler, yani okumuşlar oluşturuyor. Niye tam burası işin en kötü yanlarından biri biliyor musunuz? Konuştuğum Uygurlardan biri, “Her nasılsa bu ‘eğitim kampları’na Uygur toplumunun en eğitimlileri gönderiliyor. Mühendislerimiz, akademisyenlerimiz, öğretmenlerimiz, özellikle dilcilerimiz toplanıp bu kamplarda işkenceye tabi tutuluyor ya da ülkeden kaçmak zorunda kalıyorlar” diyor. Çin’in bir şekilde ülkeden çıkmış Uygur aydınları neredeyse “avlayıp” ülkeye döndürmeye çalıştığı, yani rahat bırakmadığı da biliniyor. Türkiye’de iktidarın yetkili ağızları anlaşmanın Uygurları kapsamayacağını söylüyorlar her fırsatta. Ama Uygurların da bizim de bunun doğru olmadığını düşünmek için pek çok sebebimiz var. İplerin ucunu birleştirdiğimizde ortaya çıkan manzara, suçluların iadesi anlaşmasının Meclis’ten geçmesi halinde Türkiye’nin, Çin’in Uygur toplumunu asimile etme, hafızasızlaştırma, dilsizleştirme siyasetinin taşeronuna dönüşmesi yolunda bir ihtimalin varlığını gösteriyor. Bu ihtimalin neden ve nasıl bu kadar güçlü olduğu kısmı ise en az Uygurlar kadar doğma büyüme Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olanları da ilgilendiriyor…

İPEK YOLU YA DA SÖMÜRGECİNİ SEÇ

Sincan ya da Doğu Türkistan diye bilinen bölgede çoğunluğu oluşturan Müslümanlar (Uygurlar çoğunlukta ama Kazaklar, Özbekler, Müslüman Çinliler ve başkaları da var) sahip oldukları “Özerk Bölge” statüsü dolayısıyla kültürel anlamda korunaklı, ekonomik anlamda ise bir tür mahrumiyet içinde yaşıyorlardı. Bu durum 2010’ların başından itibaren içeriği oluşturulan ve ortaya çıkan resmi adı “Belt and Road Initiative” (Kuşak ve Yol İnisiyatifi) olan ama Türkiye’de daha çok “Yeni İpek Yolu” olarak adeta reklamı yapılan projeyle ortadan kalkmaya başladı. Buna bir de Çin’in tüm yurttaşları için uygulamaya soktuğu yüz tanıma kameraları, takip uygulamaları vs. eklendiğinde işler iyice içinden çıkılmaz hale geldi. Çin, devreye soktuğu “terörle mücadele” yöntemleri ile adeta Uygurca nefes almayı bile terör eylemi olarak görmeye başladı. Takibata uğrayanların birçoğunun eğitimliler olması bu açıdan bakınca tesadüf değil. Fakat bütün bu süreçte Uygurların en çok baskı gören gruplardan biri olması ile yalnız İslam dünyasının değil Türk dünyasının hamisi olma iddiasındaki Türkiye’nin bu konuda harekete geçmesi yolunda Uygurlardan ve tüm dünyadan gelen çağrıları sessize almasının sebebi aynı ve şu aşağıda gördüğünüz haritada açıkça resmediliyor.

Hem Doğu Türkistan/Sincan hem Türkiye sarıyla işaretlenmiş ve İpek Yolu adı verilen şeridin en önemli mevzileri

Türkiye, Çin’in Avrupa pazarına döşediği duble yolun geçiş güzergâhında merkezi bir öneme sahip. Bu projenin getirilerinden çoktan yararlanmaya başladı bile. Projenin başlaması ve bahse konu krizin fırsata dönüştürülmesi için Uygurların “evcilleştirilmesi” gerekiyor. Türkiye’nin sessizliğinin ve yukarda anlattığım suçlu iade anlaşmasının imzalanmasının sebebi de işte bu gereklilik. Size birazdan “işin uzmanı”nın mevzuyu nasıl çerçevelendirdiğini aktaracağım. Ama önce konuşmanın yapıldığı ortamın künyesini vereyim. Mayıs 2019’da yapılan iki toplantı. Ev sahibi Vatan Partisi, başlık “Üretimde atılım için Türkiye-Çin işbirliği.” İlk toplantı İstanbul’da Çin Başkonsolosu Cui Wei’nin, ikincisi Ankara’da Büyükelçi Deng Li’nin katılımıyla gerçekleştiriliyor. Dinleyiciler arasında iş insanlarının yanı sıra çeşitli ticaret odası ve belediye başkanları bulunuyor. En ünlüleri Murat Ülker, Ethem Sancak, Bekir Oran, Cankut Bagana ve Murat Kolbaşı… Doğu Perinçek ev sahibi olarak uzun mu uzun bir nutuk çekiyor haziruna. Birkaç cümle alıntılayacağım sadece:

“Yeni bir dünya kuruluyor. Atlantik Çağı arkada kalmaktadır. İnsanlık, Asya Çağı’na giriyor. ...Asya’da yükselen uygarlık daha insancıl, daha kamucu, daha eşitlikçi, halkın çıkarlarını daha çok gözeten, ülkeler arasındaki ilişkiler açısından daha kabul edilebilir, doğaya daha uyumlu, daha barışçı bir uygarlıktır. (İtirazlarınızı duyabiliyorum, sabredin.) …İstanbul, İzmir, İskenderun ve Trabzon limanları, demirden, denizden ve havadan İpek Yolu’nu dünyaya açan kapılardır. Çin’in Kuşak Yol Girişimi’nde Türkiye’nin yeri ekonomik açıdan da, ulaşım açısından da, güvenlik açısından da eşsizdir. Çin’i de yine el ele vererek, Batı Asya, Afrika, Avrupa ülkelerinin ve Karadeniz ülkelerinin komşusu haline getirebiliriz. Türkiye ile işbirliği yapan Çin bir Akdeniz ve Karadeniz ülkesi olur (salonda hiç mi MHP’li yoktu ayol). Akdeniz’in çeşitli limanları, Çin için her zaman güvenli değildir. Güçlü devlet ve ordu geleneği olan Türkiye’nin limanları, örneğin Çandarlı, Akdeniz’de Çin için en güvenli limandır. Türkiye, tehditlere boyun eğmez.”

Vizyon bu ama niye ciddiye alalım diyeceksiniz değil mi? Alalım bence… Çünkü Hazine Müsteşarlığı’nda çalışan bir akademisyen bu vizyonu ete kemiğe büründürüyor bir makalesinde. Makale Beijing Normal University’nin bir yayını olan Global Journal of Emerging Market Economies Dergisi’nde (11(1–2) ss: 48–64, 2019) yayınlanmış. Başlığı “Financial integration via Belt and Road Initiative: China-Turkey Cooperation.” (Kuşak ve Yol İnisiyatifi üzerinden finansal entegrasyon: Çin-Türkiye işbirliği). Yazan Sıla Kulaksız. Türkiye’nin “2023 Vizyonu” ve Çin’in “Hedef 2049” amaçları arasında bir uyum olduğuna dikkat çekiyor Kulaksız. Devamında Türkiye ile Çin arasındaki ticari ilişkilerin içeriğini bir güzel özetliyor ve verdiği özetten anladığım kadarıyla Türkiye gayet ekside görünüyor. Yani sattığımızdan çok alıyoruz. Doğrudan yatırımlar mevzu bahis olduğunda ise Türkiye’nin “Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne beni de yazın” dediği 2015’te aniden yükselen, sonra giderek eski seviyesine inen bir eğri görüyoruz. Fırsat değerlendirmesinde ‘denizlerimiz, limanlarımız var, Çin biz olmadan nasıl gitsin Avrupa’ya’ diyor Kulaksız özetle, riskleri sayarken ise, (özetliyorum sadece, kelimesi kelimesine böyle değil) ‘Çin bu projeyi ‘kazan kazan’ modeliyle yaptığını söylüyor ama işin aslının öyle olmadığını söyleyenler de var, ayrıca büyük güçler çok kızacak, engellemek için ellerinden geleni yapacaklar gibi görünüyor’ diyor. Uygurlar meselesini ise yalnız bir kez anıyor. O da şöyle: “1980-1991 arasında, Çin-Türkiye ilişkileri üst düzey ziyaretlerle güçlendirilmişti. Fakat, Doğu Türkistan’daki Uygur sorunu yüzünden, Çin-Türkiye ilişkileri 1991-2000 arasında bitme noktasına geldi. 2010’dan sonra ilişkiler, yalnız ekonomik değil kültürel açıdan da, ‘stratejik ortaklık’ seviyesine yükseltildi… (ilişkiler) Kuşak ve Yol İnisiyatifi ile politika, ekonomi ve güvenlik alanında yeni bir dönüm noktasına geldi.” Makalenin satır aralarından dökülen neşe ve hevesi hissetmemek doğrusu mümkün değil.

Nereye varmak istiyorum?

Meselenin “ver Uygurları, al parayı” pazarlığından ibaret olduğunu düşünmüyorum. Daha kötüsü var. Perinçek’in izinde eksen değiştirmelerde mevzunun “Uygurları da ver, limanları da ver, al sana duble yol, ileri karakolum ol” hikâyesine dönüşmesini engelleyecek bir tek sebep söyleyin bana. Yani mevcut AKP-MHP koalisyonunun işi o noktaya götürmeyeceği konusunda garanti olacak tek bir supap, kurum, teamül, tutarlı bir politika gösterin… Hadi ne olur, susmayın, biriniz söyleyin.

UZAK ALAKALAR

Uygurlar hakkında yazacağım, İparhan’ı yeniden uzak bir hatıra ve bir derin sızı gibi hatırlayacağım derken ne çirkin yerlere götürdüm konuyu değil mi? Böyle olmasını istemezdim. Uygurların sığınma haklarını ve onları asimile etmeye yeminli, kamplarda köle gibi çalıştıran, dillerini, dinlerini unutsunlar diye elinden geleni yapan zalimler zalimi bir devlete iade edilmeme haklarını savunmak için, “ya hu bu bizi de ilgilendiriyor, sebebi de pek ‘duygusal’” demek zorunda hissetmemeliydim. İnsani olanla siyasi, hukuki hele ekonomik olan birbirinden ayrıymış gibi görünüyor çoğu zaman gözümüze. Bu zorunlu hissedişin sebebi o. Nasıl ederim de birkaç kaşın kalkmasını sağlarım, acaba bir yolu var mıdır endişelerimizi ve direnişlerimizi ortaklaştırmanın?

Oysa bu siyasi, hukuki, insani ve iktisadi alemler birbirlerinden bağımsız değiller, hatta birbirlerini sürekli olarak zapturapt altına almaya çalışan ruhlarla maluller. Hangi alemin ruhunun hangisine galebe çalacağını ise bizim hangisine daha çok sahip çıktığımız belirliyor. İnsani olandan taviz verdiğimizde, o aleme ilişkin iddialarımızdan siyasi ve ekonomik alemler lehine çekiliyor, hukuku da bu çekilmeyi düzenlemek üzere işe koşuyoruz. Çin ve Türkiye arasında teoride karşılıklı, uygulamada tek taraflı suçluları iade anlaşması bunun bir örneği. Oysa insani olandan vazgeçmediğimizde, hukuk aracılığıyla ekonomik ve siyasi olanı, insani olan adına şekillendirme gücünü bulabiliriz pekâlâ kendimizde. Ama burada da bir tuzak var. İnsani olan genellikle bize “başkasının çıkarı” imiş gibi geliyor. Kolay lokma. Hemen yutuyoruz. Bizimle ne alakası var değil mi? Uygurlar örneğinde “ya zaten kaç kişiler, hem onlar da şeriatçılarmış, terör örgütlerine katılmışlar, bize mi düştü onları savunmak?” falan gibi şeyler diyenler olacaktır. Hatta Uygurların hakkını savunmanın bir tür milliyetçilik olduğunu düşünenler de vardır. Sebebi milli eğitim müfredatı. Kaşgarlı Mahmut olmasa bugün konuştuğumuz Türkçe var olur muydu? Oğuz Kağan Destanı’nın orijinali Uygur dilinde yazılmamış mıydı? Tüm bu sebeplerle Uygurları savunmak yerli ve millilerin işi olmalıdır öyleyse. Onların bir kısmı iktidarda. Benim hatırıma hemen MHP’li Erkan Akçay’ın, “Ne yapacağız? Çin’e savaş mı açacağız?” dediği hikâye geliyor. Kime demişti hatırlıyor musunuz? “Cumhur İttifakı, (Uygurlar) konusunda (Çin’e) tek kelime eleştiri yapmıyor. Neden? 50 milyar dolar anlaşma var. Uygur Türklerini sattığını düşünüyoruz” diyen HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’na. 2018’den sonra TBMM’de Uygurlarla ilgili 21 yazılı soru önergesi verilmiş. Çoğu Türkiye’deki Uygurların gösteri ve ifade özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla ilgili. Soru önergelerinin 15’ini İYİP, 3’ünü HDP (Gergerlioğlu), 3’ünü de CHP yöneltmiş. Tamamı süresi geçtikten sonra, göstere göstere baştan savma cümlelerle cevaplanmış.

Twitter’da bir Uygur genç, “Türk polisi bana si..ir ol git dedi” diye yazmış. Ağrına gitmiş belli ki. Yanında olsam “bize de farklı davranmıyor, dur bulacağız bir yolunu” diye sarılırdım. Çin Büyükelçiliği önünde gerçekleşiyor vaka. Polis gösteriyi dağıtmaya, dağılmayanları gözaltına almaya çalışıyor. Başörtülü ve başörtüsüz kadınlar var. Bu gösteriyi yapmaları bile mevcut iktidarla aralarındaki bağları koparmaya yetecek belki. Ama o iktidardan umudu öyle kesmişler ki… O kadar iyi biliyorlar ki neyle uğraşmak zorunda kaldıklarını. Diyor ki konuştuğum Uygurlardan biri, “Biz Türkiye’den bir şey istemiyoruz, durumun farkındayız, bıraksın derdimizi duyuralım dünyaya yeter.”

Başlıktaki sorunun cevabına burada geliyoruz: Niye yoktur Türk’ün Türk’ten başka dostu? Kimseye dost olmadığından herhalde. Hele Uygur sığınmacılar vakasında, ders kitaplarında “Türk kimdir?” sorusuna verilen cevapları da göz önünde bulundurursak rahatlıkla cümlede geçen Türk’ün kendine de pek dost olmadığını, kimseye dost olamayanın aslında var da olmadığını düşünebiliriz. Ama düşünmeyelim, akla zarar.

Uygurlarla ilgili anlattığım bu hikâyeyi bazı öğelerin yerlerini değiştirerek Suriye’den, Irak’tan, İran’dan, Afganistan’dan gelen sığınmacılar için de tekrar edebiliriz rahatlıkla. “Duygusal” gerekçelerle ve endişelerle insani alemden çekildiğimiz her seferinde, ekonomik ve siyasi alemlerin kötücül ruhlarından yediğimiz goller buradan Ay’a duble yol olur.

İPARHAN'IN GÖZLERİ

O zaman o posterde beni neyin çektiğini hâlâ bilmiyorum. Zaten duvarında posterin olduğu yazıhanenin kimin olduğunu da bilmiyordum girip konuşmaya başlamadan önce. Bakışları mıdır acaba? Birbirinden ama birbirini değilleyerek türeyen versiyonları okudukça İparhan/Xiangfei efsanesinin, Rongfei’nin öyküsünü içine sindiremeyen Uygur ahalisinin boşlukları, çelişkileri dilden dile doldurarak şekil verdiği direnişin ta kendisi olduğunu düşündüm hep. Acı veren, katlanılamaz gerçeğin yerine geçen bir mecaz. İparhan’ın Avrupalı bir savaş zırhı içinde resmedildiği bu portreyi bir Cizvit rahibin yaptığı söyleniyor, adı Giuseppe Castiglione. Portre Çin Kraliyet Müzesi’nde imiş. Uygurlarla ilgili pek çok kitapta, dergide yayınlandığını sonra fark ettim. Ne acayip bir rehine hikâyesi değil mi? Bitmiyor, yakın zamanda bitecek gibi de görünmüyor.

Uygurların protestolarını, sitemlerini her gördüğümde aklıma hemen tüm Ülkücü ve İslamcı kütüphanelerinde bulunan bir kitap geliyor. Robert Loh’un 1960’larda “Kızıl Çin’den Neden Kaçtım” başlığıyla çevrilen hatıratı. Orta sınıf bir aileden gelen Robert Loh, ABD’ye yerleşir ve sözünü ettiğim kitap bütün dünyaya komünizm karşıtı propagandanın araçlarından biri olarak yayılır. O kitapları okuyarak büyüyen Ülkücülere ve İslamcılara, canlı kanlı Uygurlar, artık o kadar da “kızıl” olmayan Çin’den neden kaçtıklarını anlatıp duruyorlar. Nedense o klişelerle dolu propaganda kitabı kadar yankı bulmuyor Uygurların gerçek hikâyeleri Ülkücü ve İslamcı zihinlerde.

Soru şu şekli alıyor o zaman: Hikâyenin hangi versiyonuna inanıyorsunuz? Uygurların anlattığı, direnen İparhan versiyonuna mı, Çin arşivlerine dayanılarak anlatılan “imtiyazlı cariye Rongfei” versiyonuna mı? Hangi versiyona inanıyorsanız o hanedensiniz. Memnun musunuz halinizden?


Bonus: Bunca uzun yazının minik bir bonusu da olsun. Yazarken dinlediğim bir Uygur rock grubunu çok beğendim. Ama bütün şarkıları Youtube’da yok, Spotify’dan bulabilirsiniz. En çok Tughulghan Kunum’u sevdim ama videosu yok. Az sayıdaki videolarından birini Youtube’daki şu linkten deneyebilirsiniz. Şarkının ismi manidar farkındayım, vallahi ben bir şey yapmadım.

 
Tüm yazılarını göster