Türkiyeli yönetmenler, sanatçılar bu dönemde ne üretiyor?

Yönetmen, senarist Özcan Alper: Sistem şunu biliyor; Bu biriktirmeler tarihsizleştirme, kimliksizleştirmeye karşı günün birinde ortaya çıkartılacak. Belge olarak, hakikat olarak…

Abone ol

DUVAR - Türkiye’de rejim adı verilerek, bir şeyler üretmenin imkansızlığı mütemadiyen dile getiriliyor. Bu anlamda “faşizm” hızır gibi bir sözcük de oldu. Fakat bir taraftan Zehra Doğan regl kanını kullanarak resim yapabildi. Keza bazen gazete kağıtlarını, bazen kumaş parçalarını ve hatta iç çamaşırları tuval olarak kullanabildi. Bu da var.

Sansürün, kontrolün, ölçüp biçerek yazmanın yani otosansürün konuşulduğu bu dönemlerde neler yapılabiliyor? İmkanlar ne kadar zorlanıyor? Tek neden dayatılan koşullar mı? Yoksa bir diğer ucunda beceriksizlik veyahut konformizm de var mı? Örneğin sinemada nerdeyiz? Çağdaş sanat ne derece ülke gündemiyle hemhal olabiliyor? Müzik aracılığıyla söz söyleyen, sözü sahneye taşıyan gruplar, sanatçılar var mı?

Barış için Akademisyenler arasında yer alan, 5 yıl boyunca suç işlememe kararı bulunan ki bu anlamda haberimiz için ironik anlamı olan ismi bizde saklı olmak zorunda olan sanat tarihçisi, yönetmen- senarist Özcan Alper ve müzik yazarı Murat Meriç’le konuştuk.

‘GALERİLER ÜZERİNDEN MUHALİF İŞLER ÜRETİLEMİYOR’

Aldığı ceza nedeniyle 5 yıl boyunca kasıtlı suç işlememe kararı bulunan ki “suç” olarak yorumlanabilecek nitelikte propaganda yapmasının da sorun teşkil edeceği için ismini vermek istemeyen, Barış için Akademisyenler arasında yer alan -Bu anlamda haber konumuz için anlamı da ironik olan- sanat tarihçisi, 90’lı yıllarda Türkiye'de çağdaş sanat alanında çok daha cesurca işler yapıldığını söylüyor:

“Selim Birsel’in 1995 yılında Ankara Garı’nda ‘Kurşun Uykusu’ adıyla yaptığı bir enstalasyonu var. Yerde cesetler varmış gibi. ‘Şehitleri hatırlattığı' ve 'halkın moralini bozduğu' gerekçesiyle kısa sürede toplatılmıştı.”

İsmini vermediğimiz sanat tarihçisi, Türkiye'de sanatın 90’lı yıllardan daha fazla görünür olduğuna dikkat çekerek “Çağdaş sanatı 90’lı yıllarda ufak bir zümre takip ediyordu. Günümüzde daha görünür oldu, bunun da sanatçılara getirdiği çekimserlik, otosansür olabilir” diyor.

‘TATE MODERN'İN BİR PETROL ŞİRKETİYLE SPONSORLUĞU VARDI’

“Kavramlı küratörlü sergiler 90’lı yıllarda içeriğe daha fazla önem veriyordu. 2000’li yılların başlarına kadar sanatçı inisiyatifleri sanat ortamında çok ses getiriyordu. Herhangi bir galeriyle çalışmadan, sergilerini kendi olanaklarıyla sunabiliyorlardı. Daha özgürce üretim yapılıyordu. Son 10 küsur senedir ise dünyada olduğu gibi Türkiye'de de çağdaş sanat piyasayla daha sıkı eklemlendi. İnisiyatif üyesi sanatçılar galerilerle çalışmaya başladılar. Galeriler üzerinden muhalif işler üretemediler. Kavramlı küratörlü sergilerden ziyade sanat fuarları daha çok ses getirmeye başladı. Bu değişim sanatın içeriğine de yansıdı.”

“Örneğin, Tate Modern’in bir petrol şirketiyle sponsorluğu vardı” (BP- Britanyalı enerji şirketi ve çok uluslu petrol şirketi) diyor konuştuğumuz sanat tarihçisi: “Sanatçılar bu anlaşmayı sona erdirmek için dikkat çekici eylemler yaptılar. Fakat benzer şekilde muhalif tavır alındığını Türkiye’de göremiyoruz.”

‘SOMUT ÜRETİM YOKSA, DÜŞÜNSEL ÜRETİM PATLAMALIYDI’

Yönetmen, senarist Özcan Alper, sinema alanındaki üretimin “liberal ortam” diye adlandırdığı dönem içinde nispeten daha iyi durumda olduğunu söylüyor. Gezi ve sonrasında ise bu liberal dönemin bittiğini ve bundan ilk olarak sinemanın etkilediğini ekliyor.

'Çok fazla tekniğe ve olanağa bakmadan da daha fazla belgesel, kısa film ya da sinema yapılabilir.'

Özellikle kurmaca film yapanlar için “Bir alışkanlık meselesi de var” diyor Alper ve şöyle açıklıyor: “Sinema kendi içinde bir konfor yaratıyor. Bireylerin yaşantısıyla ilgili söylemiyorum. Üretimin kendisinin konformistleştiğinden bahsediyorum. Çok fazla tekniğe ve olanağa bakmadan da daha fazla belgesel, kısa film ya da sinema yapılabilir. Bu anlamda kendimize bir özeleştiri de bulunabiliriz. Steven Soderbergh cep telefonuyla film çekebiliyorsa, üretimi farklı bir şeye dönüştürüyorsa biz de olanaksızlığı başka bir şeye dönüştürebiliriz.”

Alper, entelektüel üretimle ilgili yeterince ortaklaşılan tartışma alanlarının yaratılmadığını dile getiriyor: “Bizim gibi ülkelerde somut üretim yoksa, mümkün değilse düşünsel üretim patlak verir. Bu tarz dönemler biriktirme dönemleridir. Ben önce buraları kurcalıyorum. Bu tıkanıkları daha fazla esnetmeye, daha farklı biçimde üretmeye ihtiyaç var. Tarihin hiç bir döneminde kuru kuru sanat yapılmadı, tam tersine entelektüel tartışmalar sonucunda çıkar böyle şeyler.”

‘LATİN AMERİKA'DA İNSANLAR DİKTATÖRLÜK KOŞULLARINDA FİLMLER YAPTILAR’

Alper, Zehra Doğan örneğinin her koşulda üretebilmeye çok iyi örnek olduğunu vurguluyor. Sansür, baskı, kontrolün resmin bir tarafı olduğunu fakat mevcut koşulları realite olarak kabul etmek gerektiğini hatırlatıyor:

“Kültür Bakanlığı’ndan destek bulamadığınız için Avrupa’daki kültür fonlarından da destek bulamıyorsunuz. Yeni filmim için de benzer bir sıkıntı yaşıyorum. Bir önceki filmim için de destek almamıştım. Bu bir kısırdöngü ama aynı zamanda realite. Latin Amerika’da insanlar diktatörlük koşullarında filmler yaptılar. Bu anlamda tarihten de güç almalıyız. ”

Alper, 20 yıllık arşivine el konulan videoaktivist Oktay İnce’nin yaşadıklarını örnek vererek anlatıyor: “Sistem şunu biliyor: Bu biriktirmeler tarihsizleştirme, kimliksizleştirmeye karşı günün birinde ortaya çıkartılacak. Belge olarak, hakikat olarak… İnsanlar evlerinde arşivlerini, filmlerini tutamıyorlar. Ben bile filmlerimin bazı kopyalarını yurt dışına gönderdim.”

“Bir partinin bütün milletvekilleri hapishanede. Çok açık, başka türlü bir süreç yaşıyoruz” diyor Alper ama buna rağmen şikayetlenmeyi sevmediğini vurguluyor. “İki üç belgesel, film yasaklanıyor sanki onlarca film yapıldı. Öyle bir durum da yok. 80’lerde de, 70’lerde de oluyordu. Bu yakınma, bu ağlama durumu çok hoşuma gitmiyor. Her şeye rağmen film yapabiliriz.”

‘SANSÜRE İÇKİ, ŞEREFE, FONDİP  GİBİ KELİMELER DE DAHİL EDİLDİ’

Murat Meriç, Türkiye’de doğrudan sansürlenen şarkı olmadığını söylüyor: “Söylediği için söyleyene hapis cezası getirecek bir şarkı yok diyelim ama bu olmayacağı anlamına gelmiyor.”

Meriç, sansürün giderek daha da arttığına dikkat çekiyor

Müzik alanında son dönemdeki sansürü ise şöyle anlatıyor: “TRT’de içinde alkol, sevişmek geçen işte ahlaka mugayir ya da kabahati öven şarkılar yayınlanmıyor ama yıllardır yayınlanmazdı. Son dönemde içki, şerefe, fondip gibi kelimeler de dahil edildi. Onun dışında iktidara yakın medya organları içinde Gezi geçen şarkıları yayınlamıyor. Grup Yorum hiç bir kanala çıkamıyor.”

Meriç, Türkiye’de müzik yoluyla politika yapmanın, söz söylemenin yeni olmadığını, Ruhi Su, Cem Karaca, Selda Bağcan isimlerini hatırlatarak anlatıyor: “Ozanlardan gelen, Pir Sultan Abdal’da kökü olan Mahsuni Şerif’le günümüze uzanan ve bu saydığım isimlerle çoğalan bir ses bu.”

GRUP YORUM, BANDİSTA, REDD, DUMAN ...

“Bandista konserlerinde sadece politik şarkılar söylüyor. Albümlerini insanlara ücretsiz ulaştırıyorlar. Onun dışında daha anaakımda olan Duman var. Redd, Mor ve Ötesi grupları var. Aylin Aslım şarkılarında çok net politik bir tavır takınmasa da sahnede hep politik. Grup Yorum, sadece politik müzik yaptığı için konser veremiyor.”

‘HER ŞEYİ YOK EDEBİLİRSİNİZ, AMA ŞARKIYI YOK ETMENİZ MÜMKÜN DEĞİL’

“Birşeyi 3 dakikada anlatıyorsunuz” diyor Meriç ve bu anlamda müziğin “etkili” bir anlatma yolu olduğunu vurguluyor:

“Bu anlattığın şey insanların diline hemen düşüyor ve ağızdan ağıza yayılabiliyor. Kitleler tarafından alanlarda söylenebiliyor, sahiplenebiliyor. “Şişli Meydanı’nda Üç Kız” şarkısı olmasa biz o hikayeyi bilmeyecektik. Her şeyi yok edebilirsiniz, ama şarkıyı yok etmeniz mümkün değil.”