Türkiye iktisadi krizin neresinde?

Krizin neresindeyiz sorusu ülkenin içinden geçtiği iktisadi ve sosyal yapıyı düşününce anlamlı bir soru. Yaşanılanlar ve olası refah kayıpları anlamında kriz dairesinin genişlediği çok açık.

Abone ol

Ensar Yılmaz*

Çok sayıda insan Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu iktisadi durumun ciddi bir krize neden olacağına dair yaygın bir kaygı içinde. Türkiye’nin mevcut iktisadi, politik ve sosyal yapısı krizin neresinde olduğumuza dair derin bir endişeyi hak edecek nitelikte. Herkesin refahını ilgilendiren bu konuda ben de görüşlerimi sizinle paylaşmak istiyorum.

Ülkelerin makro iktisadi istikrarı basitçe büyüme-işsizlik-enflasyon üçlüsü üzerinden izlenebilir. Türkiye’de büyüme uzun süredir kapsayıcı ve etkin değil. İşsizlik de AKP iktidarının en başarısız olduğu alandır, yüzde 8-15 gibi yüksek bir bantta dalgalandı. Fakat son 1-2 yılda bu üç değişkenin en kötü performansı enflasyona ait. Kriz algısını bu kadar yükselten değişken de aslında enflasyon oldu. Fiyatların özellikle 2022’de çok ani ve hızlı yükselmesi herkesi şaşırttı. Bu da toplumun önemli bir kesimini ciddi anlamda yoksullaştırdı. Kısaca, herkesin gelirinin adil artmadığı (eşitsiz büyüme), çok sayıda insanın istikrarlı bir gelire sahip olmadığı (yüksek işsizlik) ve çoğu insanın yüksek reel gelir kaybına uğradığı (enflasyon) bir ülke ekonomisi ile karşı karşıyayız.

İktidarın irrasyonel faiz politikası ile başlayan zincirleme fiyat hareketleri bizi yüksek enflasyon girdabına sürükledi. Türkiye gibi yerli parasının dışında ticaret yapan ülkelerde fiyatların genel istikrarı büyük oranda döviz fiyatı istikrarına bağlıdır. Bu ilişki çöktüğünde fiyatlar birer helyum balonuna dönüşür. Bu yüzden, son bir yıllık hikâyemiz kısaca düşük faiz-yüksek kur-yüksek enflasyon döngüsüdür. Döviz miktarı ve fiyatı her zaman ülkenin makro istikrar ve büyüme dinamiğinin önemli bir parçası olsa da, özellikle son dönemin en önemli sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden, mevcut iktidarın neredeyse enerjisinin ve gündeminin tamamı döviz miktarını ve kurunu kontrol etmeye dönüktür. Diğer sorunlar da büyük oranda döviz sorununun türevi şeklinde ortaya çıkmaktadır; hızlanan enflasyon, KKM (kur korumalı mevduat), yüksek CDS oranları, artan cari açık vb. Bu değişkenlerde gördüğümüz düzey ve hareketlilik de ancak kriz dönemlerinde olabilecek türdendir. Bu durum ciddi bir krizin gelmekte olduğuna dair yaygın ve sahici bir algı oluşturmakta. Bu yanıyla kriz algısı, zaman algısını da tetikleyen bir içerik kazandı. Herkesi seçim takvimine yönlendirdi. Seçim süresinin kısalığının seçmenin iktisadi sorunlara tolerans gücünü artırdığı çok açık. Seçimin zaman ufku iktidarın da tüm politik strateji setine şekil vermektedir. İktidarın bundan sonraki tüm hamleleri arabayı devirmeden bu zaman tünelinden geçerek menzile ulaştırmak olacaktır, her ekonomik ve politik hamlenin arkasında bu motivasyonun olduğunu unutmamak gerekir. Zaman bu anlamıyla herkes için stratejik bir anlam taşmaya başladı. Herkes seçimleri bekliyor.

KRİZİ TANIMLAMAK VE KADİM DÖVİZ SORUNU

Finansal kriz ana aittir, serttir, yıkıcıdır ve ancak olduğunda anlaşılır. Ünlü iktisat tarihçisi C. Kindelberger’e göre, “finansal kriz güzel bir kadın gibidir, tanımlaması zordur ancak gördüğünüzde anlarsınız”. Bu yüzden, şu an bize düşen krizi görene kadar olası “güzellik tanımlamaları” yapmaktır. Ben aslında Türkiye’nin iktisadi ve sosyal sonuçları açısından zaten ciddi bir refah krizinde olduğunu, hatta sosyal ve iktisadi buhranda olduğunu düşünüyorum; bunu barınmada, sağlıkta, yaygın yoksullukta, işsizlikte, enflasyonda, kurumsal yıkımda veya en basitinden ilaç tedariki (5 ilaçtan 1’i bulunamıyor) gibi birçok alanda görmek mümkün. Fakat burada krizden kastımız daha çok makro istikrarın buharlaştığı ve ani çöküşün gerçekleştiği durum.

Türkiye’nin makro düzeyde en önemli problemi döviz etrafında yaşanmakta. Problem de döviz miktarı üzerinde oluşan ciddi talep baskısından kaynaklanıyor. Bu baskının temelde üç temel kaynağı var: Varlık talebi, borç talebi ve dış ticaret talebi. KKM ile varlık kaynaklı iç döviz talebi azalmış durumda. KKM öncesi yabancı para cinsi mevduatın toplam mevduat içindeki oranı yaklaşık yüzde 65 iken, şimdi bu oran yüzde 55’dir. Türkiye’nin kısa dönem borcu (1 yıl içinde ödemesi gereken) ise yaklaşık 180 milyar dolar civarında ve cari açığın da yaklaşık 40 milyar olacağını düşünürseniz, 220 milyar dolara ihtiyacı var. Artan borçlanma maliyetlerine rağmen, kısa dönem borçlarının belirli bir bölümünün ticari kredi kaynaklı olması, merkez bankasının swap işlemlerini içeriyor olması, borç yenilemenin tarihsel yüksekliği ve brüt rezervlerinin 100 milyar doların üstünde olması borç ödeyememe riskini belirli bir dengede tutmaktadır.

Fakat bu durum döviz ihtiyacının ciddi bir düzeyde olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Burada ikili bir yapının aynı anda çalıştığını görmek gerekir. Biri, yukarıda ifade edilen kısa dönem içinde talep edilen döviz, diğeri dövizin bir kısmının dışarı çıkmasından kaynaklanan (borç ödemeleri, net dış ticaret ödemeleri gibi) döviz arzındaki düşme. Yani içerdeki döviz miktarı daha yüksek bir fiyat düzeyinde el değiştirirken aynı zamanda da azalmakta. Dışarıdan ciddi bir para girişi olmadığından, bu ikili makas döviz fiyatını sürekli yukarı çeken bir mekanizma gibi çalışmakta. İçerdeki dövizin elden ele dolaşması KKM yoluyla kısmen kesildiğinden döviz talebini bu anlamda sınırlandırmış durumda. Fakat dış borç ve net dış ticaret kaynaklı döviz talebi, kendi arzını da azaltan bir talep niteliğinde. Yani KKM döviz talebinin sadece bir tarafını önledi, dışarı sızıntı veren diğeri tarafı devam ediyor. KKM’nin başlaması ile (Aralık sonu 2021) yabancı para cinsi mevduatta belli bir azalma söz konusu, yaklaşık 239 milyar dolardan 212 milyar dolara kadar bir azalma oldu. Buna rağmen döviz kurundaki yükselmenin devam etmesi hem diğer kanallardan gelen döviz talebi hem de yurtiçinde azalan döviz miktarı ile ilişkili. Bu yüzden, merkez bankası rezervleri sürekli eriyor, son dönemlerde her hafta 1-5 milyar dolar aralığında bir azalma olmakta. Bu yüzden, döviz talebi dışarı sızıntı yarattığından, ülkede döviz talebi kendi suyunu kurutan bir kuyu gibi. Bu da tipik bir arz-talep eğrisinde “tipik olmayan” bir şekilde talebin artmasıyla arzın da düştüğü bir yapıyı andırmakta.

Ani duruş tanım gereği sermaye girişinin ani olarak durması ve çıkışın hızlanması ve bunun da ciddi bir krize neden olmasıdır. Türkiye içindeki dış finansal sermayenin azlığı ve uzun süredir de sermaye girişinin olmaması olası bir krizin “ani duruş” (sudden stop) nitelikte olmasını önler. Fakat 2018 krizinde ani duruş yaşanmıştı çünkü kriz ve devamında yaklaşık 15 milyar dolara yakın bir sermaye çıkışı oldu. Bu durum, sonraki yakın şokların bu nitelikte olmasını engelledi. Yani dışsal bir faktör olarak artık “rahip etkisi” yok, dış sermaye rahiple birlikte gitti. Dolayısıyla, şu an bir sermaye çıkışı tehdidinden çok, zamana yayılan ve azalarak fiyatı artan bir malın, yani dövizin, değer kazanması ile ilgili bir durum söz konusu. Bu yüzden, BOTAŞ doğal gaz alabilmek için Alman Deutsche Bank'dan yaklaşık 1 milyar euro değerinde kredi almak durumunda kalabiliyor. Bu durum, daha önce karşılaşmadığımız türden bir olay ve başlı başına sorunun ciddiyetini göstermesi açısından önemli. Bu, özü itibariyle, IMF’ye gitmenin daha pahalı bir versiyonu gibi.

Dış ticaret açığı Türkiye’de makro istikrarın ve büyüme dinamiğinin kritik değişkenlerinden biri. Türkiye için dış açık düzeyi büyüme ile artarken makro istikrarı tehdit eden bir nitelik gösterir. Bu ilişki uzun dönemde istikrarsızlık lehine döner. Büyüme ile gelen krizle gider, ama adil olmayan bir şekilde gider. Buna benzer bir süreci 2022 yılından başından beri izliyoruz. Dış açık bu yılın başından itibaren iktidarın amaçladığının tersine artmakta. 2022 yılının ilk 7 ayında dış ticaret açığı 62 milyar dolara yakın oldu, bu geçen yılın aynı dönemine göre 35 milyar daha fazla. Görünen o ki, ithalatı, büyüme, enerji fiyatları ve belirsizlik altında öne çekilen talep hızlı bir şekilde artırırken, değerlenen reel döviz kuru, ihracat ürün yapısının ve coğrafyasının sınırlarına gelmiş olması ihracatı daha yavaş artırmakta. İthalatın iç üretimi baskılayan ve dolayısıyla zamana yayılan bir şekilde istihdamı sınırlayan bir tarafı olsa da, iktidarın bu aşamada önemsediği tek şey kısa dönemli büyüme ve seçime kadar istihdamı korumak. Bu yüzden de, iktidar her kararında zamana stratejik bir tercih yüklemekte. Fakat dış açığın artmasının iktidarı zorlayan bir tarafı var, o da döviz talebinin artıyor olması. Bu talebi kısmak için yapabileceği şey pandemi döneminde olduğu gibi, ithalat gümrük vergilerini artırmak veya görünmez ticaret engelleri koymak olabilir. Fakat iktidar hem büyümeye negatif etkisinden hem de seçim arifesinde yaratacağı negatif algıdan dolayı bundan kaçınacaktır.

Çokça ifade edildiği gibi, ülke ekonomisinin dolarizasyonu oldukça yüksek bir düzeyde. Döviz mevduatlarının toplam mevduat içindeki payı yaklaşık yüzde 55 civarında. Buna dolar getirisine endekslenmiş KKM de eklendiğinde (yaklaşık yüzde 15 civarında), yüzde 70’in üstüne çıkmakta. 1994 Meksika krizi öncesi de dolarizasyon oranı yaklaşık yüzde 70 civarındaydı. Fakat burada şunu ifade etmek gerekir, KKM ödemeleri TL cinsinden olduğu için ve TL talebi yarattığı için tam dolarizasyon olarak nitelendirilemez. İç borcun da yaklaşık yüzde 25’i dolar cinsinden. Dış borç da 450 milyar dolar civarında. Dahası, reel sektörün tüm borçlarının yüzde 60’ı ve kamunun da tüm borçlarının yaklaşık yüzde 68’i döviz cinsinden. Dolayısıyla, ülkenin dört tarafı dövizle kuşatılmış durumda. Miktarı azalan, dışardan girişi sınırlı kalan ve sürekli dışarı net akışı olan dövizin fiyatını kontrol etmek oldukça zor. Fakat bu koşullar altında olası bir döviz kuru şokunun maliyetini kestirmek daha da zor. Mevcut dolarizasyon düzeyini ve bağlantıları düşündüğümüzde bunun şu ana kadar tecrübe ettiğimiz kriz maliyetlerinin çok ötesinde olacağı muhakkak. Yani aslında krizin zamanlaması gibi, maliyetin boyutunu da öngörmek zor. Direkt maliyetlerini (KKM üzerinden yapılan ödemeler, döviz borç maliyetleri gibi) ve indirekt maliyetlerini (iktisadi daralma, enflasyon, işsizlik gibi) ve bunun asimetrik sosyal refah etkilerini düşününce döviz kurunun ciddi anlamda kontrol edilmesi gerektiği ortada.

Meksika da 1994 krizi öncesi dövizle ilişkisi anlamında birçok açıdan Türkiye ile benzer durumdaydı. Cari açığın milli gelire oranı, Türkiye gibi yüksekti, yaklaşık yüzde 6 düzeyindeydi. Meksika hükümeti dolar ile tanımlı fakat peso ile ödeme yapan kısa dönemli tahvil niteliğinde olan “tesobono” çıkardı. Bizdeki KKM ile benzer bir işleve sahipti. Bu yolla döviz talebinin yerli paraya (peso) yönelmesi sağlandı. Fakat aynı zamanda döviz arzını artırmak için de yabancılar için daha yüksek getirili tahviller olan “cetes” çıkarıldı. Meksika hükümeti bu yolla döviz arzını artırarak hem döviz kurunu baskılamak hem de döviz talebini karşılamak istedi. Bizim iktidar bu tür bir bono/tahvil çıkarmadı, yani döviz arzından çok, döviz talebini kontrol etmeyi amaçladı. Fakat mevcut durumda döviz arzı artırılmadan döviz talebini ve fiyatını teskin etmek mümkün değildir.

Kriz dönemi öncesinde, bizde olduğu gibi, Meksika hükümeti de döviz piyasasına sürekli müdahalelerde bulundu. Ve yine burada olduğu gibi, devlet iç piyasada dolar cinsinden tahvil çıkardı; iç borçlanmanın yaklaşık yüzde 20’si döviz cinsinden oldu. Bu bizde de benzer düzeyde, yaklaşık yüzde 25.  Ve borçlanılan dövizlerle de peso satın alındı, böylece pesonun değeri korunmaya çalışıldı. Bu da bizim arka-kapı döviz satışlarına benziyor. Meksika enflasyonu kontrol etmek için sabit kur politikasına sadık kalmak istedi. Fakat cari açığın büyümesine engel olamadı. Bu da pesonun değerli olduğu düşüncesine ve sermaye çıkışına neden oldu, dolayısıyla peso üzerindeki baskı arttı. Meksika örneği, aynen Türkiye’de 1994 ve 2001 krizlerinde de yaşandığı gibi bir ani duruş hikâyesi. Fakat kaçıracak sermayesi bile olmayan Türkiye şu an benzer durumda değil. Ani çıkışlar aslında yabancı yatırımcıların beklentilerinin değişkenliğini ve sermaye korkusunun yoğunluğunu göstermesi açısından da önemli. Bu yüzden, ülke ekonomisi şu an yabancı yatırımcıların daha kırılgan beklentilerine açık halde değil. Dolayısıyla, bizdeki durum daha çok, döviz fiyatı ve miktarı üzerinden zamana yayılan baskının sürdürülemez hale gelmesi ile ortaya çıkabilecek türden bir kriz olabilir.

Türkiye’de merkez bankasının şu an izlediği düşük faiz politikası, başka ülke örneklerinde de görülen bir durum. Örneğin, Meksika Merkez Bankası da bizdeki gibi döviz kuru ile başı belada olduğu için, 1994 krizi öncesi faiz yükseltmesi gerekirken bunu yapmayı tercih etmedi. Yani sabit döviz kuru sisteminde ve sermaye akımlarına açık halde bağımsız bir merkez bankacılığı yürütmek istedi. Tabii bunun sonucu, bizde olduğu gibi, rezervlerin tükenmesi oldu. Bizdeki örtük döviz kuru sistemi olan KKM’nin de bu yükü taşıyamamasından dolayı rezervlerdeki azalış kaçınılmaz hale gelmekte. Fakat bizdeki problem daha derin çünkü net rezervler görülmemiş düzeyde negatif düzeyde. Meksika’da rezervler erise bile hala pozitif düzeydeydi ve reel faiz oranı hala makul düzeydeydi. Burada şunu da ifade etmek isterim, Meksika’nın Türkiye’ye bu kadar benzer bir süreçten geçiyor olması bir tesadüf değil. Bu, çoğu ülkenin döviz etrafında şekillenen problemlerinin niteliğinde kaynaklanan bir benzerlik. Bunu diğer diğer ülke örneklerinde de görebiliriz. 

Benzer şekilde, örneğin İngiltere Merkez Bankası da 1992 krizi öncesinde döviz kurunu tanımlı bandın içinde tutabilmek için faiz artırmadığı gibi, rezervlerini satmak zorunda kaldı. Bu yeterli olmadı, Avrupa para sisteminden çıkmak zorunda kaldı. Fakat bu iki ülkenin (Meksika ve İngiltere) faiz politikaları Türkiye ile kıyaslanmayacak düzeyde sınırlı bir zaman diliminde ve makul bir reel faiz düzeyine ilişkin örnekler. Türkiye’nin izlediği faiz politikanın irrasyonelliği daha sistemik ve yıkıcı. Türkiye gibi ülkelerde faiz değişkeninin sadece bir iç değişken olmadığı, aynı zamanda dış ticaret ve finansal sermaye üzerinden dış dünya ile kurduğu bir entegrasyon değişkeni olduğu dikkate alınmadı. Bu yüzden, kolayca hem iç denge (enflasyon) hem de dış denge (cari açık) ortadan kalkabildi.

KRİZ MALİYET ALANLARI

Türkiye’de krizin potansiyel merkez üssü döviz olsa da, yayılma alanı oldukça geniş. Örneğin, kamu bütçe açığına baktığımızda geleneksel kriterlere göre çok yüksek değil. Bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 2-3 düzeyinde.  Bu, Almanya’da yüzde 3-4, Fransa’da yüzde 4-5 civarında. Meksika’da 1994 krizi öncesinde ise bütçe açığı yaklaşık yüzde 2’ydi. Türkiye’de sorun bütçe açığında görünmese bile, bütçe açığının seçime doğru giderken hızlanacağı çok açık (memur maaşları, EYT (emeklilikte yaşa takılanlar) düzenlemesi, 3600 katsayı uygulaması, tarım mahsul alımları, KKM ödemeleri, seçim transfer harcamaları vb.). Daha önce kolayca irrasyonel talepler denerek ret edilen muhalefetin transfer önerileri bir müddet sonra yürürlüğe konmakta.  Bu yüzden, ara dönem bütçe düzenlemesi görülmemiş düzeyde yüksek gerçekleşti. Bütçe gelirleri ve giderleri yaklaşık yüzde 80 oranında artırıldı. Bunun, içeriği açısından bir seçim bütçesi olduğu çok açık. Oluşacak enflasyonist etkiyi azaltmak için de uygulama veya kararların seçime çok daha yakın dönemlerde yapılacağı görülüyor.

Fakat borç dinamiğine baktığımızda kamu bütçesinin daha sorunlu olduğu görülür. Özellikle bazı rasyolar buna dair ipuçları veriyor. Örneğin, toplam faiz miktarı bütçe gelirlerinden daha büyük durumda. Bütçe gelirleri yaklaşık 1.2 trilyon TL iken toplam faiz ödemesi 1.3 trilyon TL düzeyinde. Bu cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir durum. Dahası, kamu borcunun sadece yüzde 15’i sabit faizli, borcun kalan kısmı enflasyona endeksli, değişken faizli ve döviz cinsinden olduğundan kontrolü de oldukça zor. Kamu borcunun bu yapısı enflasyon artışı ile borcu reel anlamda düşürme imkânını da ortadan kaldırmakta. Olası bir kriz anında bütçe dengesinin önemli oranda bozulacağı çok açık. Buna KKM hazine ödemeleri ve düşen vergi gelirleri de eklendiğinde sorun çok daha fazla büyür. Yani kısaca, kamu borcunun miktarı ve artan hızı, döviz kompozisyonu ve borcun ödeme değişkenliği sürdürülebilirlik problemi yarattığı gibi, maliyetin boyutunu da kontrolden çıkarabilir. Böylece, krizin kaynağından bağımsız diğeri bir kriz cephesi açılmış olacaktır.

Bankacılık sektörü de hem potansiyel bir kriz alanı olması hem de oluşabilecek maliyetin boyutunu belirlemek açısından kritik önemde. Şu anki haliyle bankacılık oldukça kar eden bir sektör. Bankalar bu yıl, 2021’in ilk 6 ayına göre karlarını yaklaşık 4 kat artırmış durumdalar. Bunun da en önemli sebebi, devletin sunduğu finansman imkânlarının bankaların lehine olması. Merkez bankası ve KKM yoluyla bankalara sağlanan ucuz fonlar hazinenin enflasyona endeksli tahvillerinde son bulmakta. Bankalar adeta merkez bankası ve hazine arasında aracılık komisyonu alıyorlar. Yani bankaların hem maliyet hem de fiyat tarafı devletçe sübvanse edilmekte. Bu anlamıyla, bankalar devletten iki yönlü beslenmekte. 1990’li yıllarda bu sadece tek yanlı beslenmeydi; devlet maliyet, yani ucuz fonlama tarafında yoktu. Bugün bu durumun en önemli sebebi yine döviz sorunu. Bunun da temelinde irrasyonel faiz politikasının neden olduğu KKM ile devletin döviz kur riskini üstlenmesi yatar. Bu anlamıyla, bankalar ve devlet makro istikrar adına ve eşitsizlik pahasına birbirine karşılıklı tutunan iki yapı gibi.

Fakat bankaların bugünkü yüksek karlılığının potansiyel risk alanlarını daraltmadığını belirtmek gerekir. Gerekçesi ve kaynağı ne olursa olsun genelde kriz öncesi finansal kurumlar bir ihya içindedirler. Kriz öncesi kar ve büyüme rakamları aldatıcı olabilir. Krizlerin önemli bir kısmı yüksek büyüme rakamları sonrası ortaya çıkmıştır. Latin Amerika krizlerinde, Asya krizinde veya 2008 global krizinde de böyle oldu. Krizler, iktisadi sistemin içinde barındırdığı yaygın ve iç içe geçmiş risk alanlarının hareket geçmesi ile kendi maliyet alanlarını yaratırlar. Türkiye’de bankaların hem sahip oldukları yüksek kar düzeyleri hem de geçmişten devraldıkları ihtiyatlı risk stratejileri risk alanlarını sınırlandırsa bile, olası bir sistemik riskten ciddi bir yara almadan çıkamazlar. Özellikle kredi kanalı üzerinden gelecek etki büyük olabilir. Bankacılık sektöründe takipteki alacaklar ve yakın izlemedeki kredilerin toplam kredilere oranı 2018 krizinden beri oldukça yüksek, yüzde 10-15 düzeyinde. Bu yüzden, herhangi bir kriz anında kredi geri dönmeme potansiyeli, açık döviz pozisyonları ve ani/sert enflasyon artışları karlarını ciddi anlamda eritebilir.  Sermaye yeterlilik oranının 2001 krizi öncesine göre çok daha yüksek olması, yaklaşık yüzde 15-20 arasında, olası bir krizin bankalar üzerinde etkisini hafifletmez. Sermaye oranları zaten bankaları sistemik krizlerden korumak için değil, daha ihtiyatlı yapmak için vardır. Sistemik kriz ihtiyatlı olmanın da bir noktaya kadar olduğunu herkese hatırlatır.  

SONUÇ

Krizin neresindeyiz sorusu ülkenin içinden geçtiği iktisadi ve sosyal yapıyı düşününce anlamlı bir soru. Yaşanılanlar ve olası refah kayıpları anlamında kriz dairesinin genişlediği çok açık.  Özellikle ciddi bir refah krizinin tam içinde olduğumuzu belirtmeliyim. Fakat krizi ani çöküş tanımı ile sınırlandırdığımızda bunun bir kriz matrisi içinde tanımlı olduğunu kabul etmek gerekir. Bu matrisin çok bileşeni var. Bunun en önemli bileşeni döviz miktarı ve fiyatı, borç bileşenleri, KKM dinamiği ve cari açık. Krizin maliyet matrisi ise, Kindelberger’in tanımını esneterek, ancak gördüğümüzde anlayacağımız türdendir, yani iktisadi ilişki ağlarını, bunların yarattığı etkileşimi ve müdahalenin niteliğini gördüğümüzde ortaya çıkacak. Bu kriz-maliyet matrisinin zaman ufku büyük oranda seçimle sınırlı.

Fakat burada şunu vurgulamak isterim, döviz borcu ödemelerinde zorlanılsa bile bir krizi tetikleyecek düzeyde olmayabilir. Fakat özellikle KKM dinamiğinin seçimlere doğru nasıl şekil alacağı kritik olacaktır. Mudilerin KKM’deki mevduatlarını seçim sonrasına bırakmaya dönük risk algıları önemli. Ani ve toplu çıkışlar ciddi sorunlar yaratır. Son dönemde banka kredilerindeki faiz artışını da finans çevrelerinde artan ihtiyati bir davranış olarak okumak gerekir. Seçim belirsizliği aktörlerin geneli için bu tür ihtiyati eğilimleri artıracaktır.

Diğer yandan, şu anki iktisadi yapıyı ayakta tutan en önemli unsurun büyüme olduğu çok açık. Yüksek büyüme oyuncuları “iktisadi oyun”a dahil etmeye teşvik eder. Fakat özellikle yılın ikinci yarısında ve sonrasında resesyon beklentileri oldukça ciddi bir risk alanı. Bunu kapasite kullanımında, güven endekslerinde veya elektrik kullanımındaki düşüşlerde görebiliyoruz. Dünya genelinde de olası bir resesyon durumu da ülkenin bu konjonktürden ihtiyaç duyduğu desteği almasını engeller. Bu, aslında iktidarın istemediği fakat lehine olabilecek bir durum yaratabilir. Yüksek büyüme döviz üzerindeki baskıyı artırır, kriz olasılığını artırır. Oysa ılıman bir büyüme oranı, aynen bankaların kredi faizlerinde yaptıkları artışa benzer bir şekilde, seçime giderken ekonomideki ihtiyat düzeyini artırır ve sert bir savrulmayı engeller.

Türkiye’deki mevcut iktisadi yapı büyük oranda siyaset-finans-büyük şirket simbiyotik ağı üzerine kurulu. Makro istikrar adına kurulan bu ilişki ağı yaygın ve derinleşen bir eşitsizlik pahasına sürdürülmekte.  Seçime kadar kullandıkları makro istikrar süngeri daha ne kadar eşitsizlik emer göreceğiz. Ve Türkiye seçime doğru hızlandıkça kütle kazanacaktır, daha ne kadar bükülme yaşanır hep beraber göreceğiz.

* Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü