Tuğba Doğan: Karakterin dünyaya bakışıyla ilgileniyorum

Tuğba Doğan'ın yeni romanı Nefaset Lokantası Yapı Kredi Yayınları etiketiyle yayımlandı. Günümüz Türkiyesi'nde hayatın gerçekleriyle boğuşan bireyin açmazlarını, ana karakterin bakışıyla ele alarak varoluş kavramını da anlatıya dahil eden Doğan ile Nefaset Lokantası hakkında konuştuk.

Abone ol

DUVAR - İlk romanı Musa’nın Uykusu ile 2015 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü Mansiyonu’nu alan çevirmen ve senarist Tuğba Doğan'ın, YKY’den ikinci romanı, Nefaset Lokantası’nı yayımlandı. Ana karakteri Salih’in ‘başını alıp gitme’ isteğini gerçekleştirmeye karar vermesini, dostlarının bir masada oturup ona veda edişini konu alan olay, beklenmedik gelişmelere gebe kalırken, alt metinde varoluş, coğrafya, zaman ve ölüm gibi zengin tema ve izlekler iskeleti oluşturuyor.

Doğan, bir telkâri ustası gibi ince işçiliğiyle dikkati çekmeyi başarıyor. Dil ve içerik arasındaki uyum atmosferi yaşamsal hale dönüştürürken, metropolde var kalma meselesi de ana meselelerden birini oluşturuyor. Doğan ile Nefaset Lokantası’nı konuştuk.

'KENDİMİ ROMANCI OLARAK GÖRÜYORUM'

Eğitimli bir sosyolog, çevirmen, senarist ve yazarsınız. Kendinizi en çok hangisine yakın hissediyorsunuz?

Sosyoloji hayatı okuma biçiminizi büyük ölçüde şekillendiren bir disiplin. Sizi hem kendiniz hem de dışınızdaki dünya hakkında şüpheci ama zarif bir biçimde düşündürüyor. Ben sosyoloji eğitimimi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde aldım. Bunun da başlı başına bir şans olduğunu düşünüyorum çünkü orada sosyolojiye benim doğama da daha uygun bir yaklaşım hakimdi. Teorinin ve felsefenin ağır bastığı, sanat sosyolojisinin özellikle önemsendiği bir bölümdü, hala da öyledir. Dört yıl boyunca okula her gün heyecanla gittim ve sevdiğim hocalara musallat olup onların yüksek lisans ve doktora derslerini de dinledim. Çeviri yapmaya da üniversite öğrencisiyken başladım. Çeviri yapmak kelimeler üzerine tek tek düşünmek, bazen iki eş anlamlı kelime arasında bile bir tercih yapmak için çok uzun vakitler geçirmeyi göze almak demek. Bunu yaparken, kelimelerle, yazıyla ilişkinizde arzunun, zevkin, emeğin ve sabrın ne kadar rol oynadığını sınayabiliyorsunuz. Senaryo yazmak da hikaye, ritim ve bir karakteri belli bir noktadan diğerine taşımanın farklı yolları üzerine düşünmenize yardımcı oluyor. Ama ben kendimi romancı olarak görüyorum. Sosyoloji, çevirmenlik ve senaristlikten öğrendiği şeyleri roman için öğrenmiş ve onların sağladığı bakışla roman yazan biri olarak.

Nefaset Lokantası, Tuğba Doğan, 128 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2019.

Kitabınızın ana temalarından birini zaman mefhumu oluşturuyor. Üç başlığa ayırdığınız anlatı da farklı kurgusal bölümlerden öte bir karakterin geçmiş ve gelecek arasında salınan zamanlarını konu alıyor. İşin edebi yanı öte tarafa, kitabı yazarı Tuğba Doğan olarak zaman kavramını nasıl açıklıyorsunuz?

Evreni Tanrısız bile düşünebildiğimi ama zamansız düşünemediğimi fark ettiğim bir an oldu ve o andan beri en fazla ciddiye aldığım şey haline geldi. Onu nasıl açıklıyorum bilemiyorum, henüz açıklayamıyorum ya da belki hiç açıklayamayacağım. Onun üzerine çalışıyorum, anlatırken anlamaya çalışıyorum.

'ROMAN, TÜRKİYE'NİN BUGÜNÜNE DEĞEN BİR GİTME HİKAYESİ'

Romana konu olan hikâyenin odağında yer alan Salih’in, “kendini alıp” uzaklara gitme isteği, bugün kentte yaşayan çoğu beyaz yakalı kişinin de hayali aslında. Sosyoloji eğitimi de alan bir yazar olarak, çevreye/çevrenize dair yaptığınız bir tespiti edebiyata konu ettiğinizi söyleyebilir miyiz?

Söyleyebiliriz. Romanın baş karakteri Salih işinden kovulmuş bir gazeteci ve İstanbul’u terk edip Rio’ya yerleşme kararı alıyor. Gidiş kararını da hem kendine hem de etrafına, içinde yaşadığı anın toplumsal, tarihsel ve politik vaziyeti üzerinden açıklıyor. Ama romanın başında gidişini mecburen erteleyen bir olay meydana geliyor ve ertelemeler sürdükçe gidiş kararının çekirdeğine doğru seyahat etmek zorunda kalıyor. Dolayısıyla ben de Salih gibi düşünerek en yüzeysel ve doğrudan anlamda romanın Türkiye’nin bugününe değen bir gitme hikayesi olduğunu söyleyebilirim. Ama Salih için olduğu gibi kitabın esas derdini de başka türlü düşünmek gerekiyor. Bugün buradan gitmek ya da kalmanın ötesinde, daha zamansız, coğrafyasız, temel bir problem olarak.

Kitabın asıl meselesi varoluş sorunsalı gibi geldi bize. Ana karakterin odağında olduğu hikâye anlatılırken, çevresindekilerin de varoluş sancılarına tanık oluyoruz. Sizce, günümüz insanının en gözde problemi varoluş meselesi midir? Ek olarak bu mefhumu konu edinmenizin sebebi nedir?

Sadece günümüz insanının değil tüm zamanlardaki tüm insanların en büyük sorunu. Ben bir beden yani bir ruh ve zihin olarak neyim, ne anlama gelirim, neyi yapmaya muktedirim? Verili bir anın ve koşulların içinde neye, nelere dönüşebilirim? Zannettiğim şeyle olduğum şey arasında nasıl bir açı farkı vardır, bu ikisi nasıl özdeş olur, olabilir mi, bu tür bir özdeşlik mümkün müdür? Bir şey yazarken hikaye ne olursa olsun temelde beni harekete geçiren sorular bunlar. Karakterin dünyaya, varoluşa, kendine bakışının kırıldığı yeri, o anları aramak, oraları tarif etmekle ilgileniyorum. Roman da bana göre bunun en özgür biçimde yapılabildiği mecra.

'YALNIZLIĞA YETERİNCE DEĞER VERİLMİYOR'

Sizin de hikâyesini anlattığınız, kentte yaşayan, bu mekânın getirdiği keşmekeşten ve sunilikten kaçıp yalıtılmış ortamlarda saf ilişkilerin peşinde olan insanların yaşamlarında, kültür kavramı nasıl karşılık buluyor? Bir yanıyla kentli olup yalnız ve bir başına var olmaya çabalarken, diğer yanıyla küçük kabile ilişkileri de hüküm sürüyor. Bu durumu dair neler söylemek istersiniz?

Çoğu insan kendine Allahlı ya da Allahsız bir cemaat bulup rahatlamak istiyor, yalnızlığa değeri yeterince verilmiyor bence.

Ana karakter Salih’in başka bir yere gitme isteği, o yere ulaşma niyetinden öte, bulunduğu yerde olmama çabasıyla alakalı gibi geldi bize. Bir bütünsellik içinde değerlendirdiğimizde coğrafya kavramı ve eylemsellik içinde coğrafya değişikliği, insanın kendinden uzaklaşma haline çözüm sağlayabilir mi?

Salih kendini oluşturan, kendini olduğu kişi “yapan” çekirdeği arıyor aslında ya da yolculuğu bir noktada buna dönüşüyor. Toplumsal bir meseleden açılıp önce yakın geçmişe sonra çocukluğa doğru giderek daralıp kapanır görünen bir yola çıkmak durumunda kalıyor. Kendinin merkezine doğru çıkılan bir seyahat bu, o yolu mümkün kılan şey de hafıza. Vardığı yer bir çözüm anı mıdır bunun cevabını her okur kendisi verecektir belki ama ben ne zaman bir şeyi çözdüm zannetsem aslında olan şey daha büyük bir kafa karışıklığıydı.

'SADELEŞTİKÇE DERİNLEŞİYOR'

Bazen birinci tekil, bazen de üçüncü tekil anlatım arasında salınan romanın dili su gibi akıp giderken, okurla muntazaman bir denge kuruyor. Yukarıda bahsi geçen tema ve sorunsalları anlatmadan evvel romanın diline nasıl karar verdiniz? Başlangıçta hesap ettiğinizle, bitişte elinizde olan arasında farklar oldu mu?

Üç bölümden oluşan romanın her bir bölümü kendinin belki üç dört kat fazlasıydı. Yazarken devamlı yeniden yazıyorum ve yazdıklarımın çok büyük bir bölümünden vazgeçiyorum. Yoğun ve şiddetli metinler okumayı sevdiğim ve onlara benzer metinler yazmak istediğim için böyle oluyor bu. Sanırım çok konuşan insanlara olduğu gibi çok konuşan metinlere de tahammülüm az. Bir şey, sadeleştikçe derinleşiyor.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Üçüncü romanım üzerine çalışmaya başladım. Bu ara günlerim yanıma bir bavul kitap alıp uzak bir yere gitme hayalleri kurmakla geçiyor.