The Sopranos: Geniş ailede birey, suç dünyasında 'bir el' olmak

'The Sopranos', Baba serisinin 70'lerde yaptığını çeyrek asır sonra televizyona uyarlayarak gerçekleştiriyor. Mafya kültürünü "izlenebilir" ölçüde makul ve yine "arzu edilebilir" ölçüde mümkün kılarak

Abone ol

James Gandolfini ve Tony Sirico'ya...  

'The Sopranos', 99 yılının ilk günlerinde HBO'da ekrana gelirken 6 sezon sürecek ve kimi otoritelerce "televizyon tarihinin en iyi dizisi" olarak değerlendirileceği uzun bir yolculuğa da ilk adımını atmıştı. New Jersey'de geçen öykü İtalyan kökenli Amerikalıların kurduğu organize suç örgütünü ve şefleri konumundaki Tony Soprano'yu (James Gandolfini) konu alıyor. Yapımcısı ve yaratıcısının David Chase olduğu dizi mafya ailesinin iç çekişmelerine, Soprano'nun terapistiyle görüşmelerine ve FBI dedektiflerinin yürüttüğü soruşturmaya dayanarak üç kulvardan ilerliyor. Özellikle bir mafya liderinin, bir psikiyatr karşısına oturup içini döktüğü, çocukluğuna indiği sahneler dikkat çekiyor.

99'DAKİ DEĞİŞİM: SİSTEME DÖNÜK ELEŞTİRİ VE BİREYİN ÇAĞDAŞ YORUMU

Dizinin "en iyi dizi" olarak anılması şüphesiz spekülatif ve en'ler listelerine hiçbir koşulda güven olmaz! Nedir ki bu hisleri uyandırmasının "köklerine inmekte" fayda var! 'The Sopranos''u farklı kılan, "en iyi" olduğunu düşündüren nedir? 99 yılına uzanabiliriz. 99 yılı Hollywood'da kült olarak kabul gören birçok filmin gösterime girdiği yıl: 'Matrix', 'American Beauty', 'Fight Club'... Liste uzar fakat bir film daha var ki "tough guy"ları terapiye yolluyor! Türkçe'ye 'Anlat Bakalım' diye çevrilen 'Analyze This' hem Robert De Niro'nun geç dönemine geçişini haber veriyor hem beyazperdede sıkça karşımıza çıkan mafya karakterlerinin de duyguları olduğunu hatırlatıyor. Bu film, 'Sopranos'un bir bölümünde adı geçmekle birlikte beliren bir fikrin ve değişimin habercisi niteliğinde... 99 yılı tam anlamıyla bir geçişe denk gelirken 'The Sopranos', Baba serisinin 70'lerde yaptığını yaklaşık çeyrek asır sonra bu kez televizyona uyarlayarak gerçekleştiriyor. Mafya kültürünü "izlenebilir" ölçüde makul ve yine "arzu edilebilir" ölçüde mümkün kılarak... Bu tutumu bir satış stratejisi yahut yayın politikası biçiminde değerlendirmek gerekir. Baba serisi ve 70'lerin "sokakta adalet" temalı (bu yönüyle gerici) filmleri nasıl 60'ların ikinci yarısında karşımıza çıkan görece özgürlükçü Hollywood'u bastırdıysa Sopranos da garanti müşterisi olan bir öğeyi (mafyatik ilişkileri ve cazip suçu) güncel bir dille işleyerek sektörde ağırlığını koyuyor. Burada Sopranos salt kendi konusunu, çağrıştırdığı gerçek kişi veya kişileri, olay örgüsünü değil bir temayı temsil ediyor ve tam da bu yüzden değişimin yüzleri arasında yer buluyor...

Baba Serisi aileyi ve kültürel yapıyı esas alırken 'The Sopranos' bu iki başlığa özenle yaklaşmayı ihmal etmeyerek bireysel ihtiyaçların ve ikili ilişkilerin altını çizmekte. 'The Sopranos' için bir bakıma "mafya anlatılarında bireyi yeniden keşfediyor ve suç dünyasında yorumluyor" diyebiliriz. Dizinin bir geçiş sürecinde bireye yönelmesiyse şaşırtıcı değil. Yukarıda andığım 'Matrix' ve 'Fight Club' gibi 99 yapımı filmlerde bireysel uyanış çabasını ve belli bir ölçüde "düzen karşıtlığı"nı fark ediyoruz. Sektörün halelerine verdiği elektriği kısa süreliğine kestiği görülüyor, hatta belki bilinçli bir karartmadan ziyade bir kısa devre söz konusu... Keskin bir sistem eleştirisi yok ancak sistemin "keşfi" ve teşhiri var. 'The Sopranos' da sürecin ruhuna uygun düşen bir tarifle kirli bir hamuru yoğurarak bireyin sistemdeki açmazını işaret ediyor. Tony'nin amansız yalnızlığı, akıl sağlığını koruma ve hayatta kalma mücadelesi tamamen sisteme dönük okunup, dizinin alegorik tarafı esas alınabilir... Bu noktada Pi'yi üç, Tony'yi birey alabiliriz! Tony suç dünyasında "olunabilecek kadar" birey oluyor ve dizi Tony'nin birey olma çabasını bir ruh hekimiyle geçirdiği seanslar üzerinden ifade ediyor.

AMERİKA'YI 'KEŞFETMEK' YA DA COLOMBUS'TAN PİZZAYA, KUZEY VE GÜNEY

Tony'ye, ailesine ve yalnızlığına döneceğim fakat öncelikle 'The Sopranos'un kültürel çatışmasına değinmek niyetindeyim. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Amerika'ya göçüp çeşitli şehir ve mahallelerde yoğunlaşmış, çoğu Napoli kökenli İtalyanların kimlik sorununa ve ifade arayışına tanık oluyoruz. Daha doğrusu bu göçmenler adım attıkları günden itibaren iş gücü satarak var olabildikleri bu yeni toprak parçasıyla bağlar geliştirirken ötesinde kendi ekonomilerini yaratmak için illegal yollara sapmışlar. Dolayısıyla kimlik az çok kurulmuş ve ifade sorunu genellemeler, önyargılarla çözülmüş. Nedir ki bu önyargılar rahatsız edici boyutlara varıyor ve bütünün içinde eriyememe, ortak değerler etrafında birleşememe gibi sorunları da besliyor. Dizide sık sık "Amerikalı olmak" vurgulansa ve Amerikalılığa özgü nimetlerden, dahası Doğu düşmanlığından kıvançla bahsedilse bile gelinen yerin (vatanın) unutulmadığını görüyoruz. Basitçe açıklamak için yemek alışkanlıklarını örnek verebiliriz. Bugün Amerikan fastfood kültüründe ciddi yer tutan pizza İtalyan mutfağından çıkma yahut yine fast food beslenme alışkanlığına hizmet eden makarna ve hamurlu tatlı çeşitleri Akdeniz'den, ana vatandan gelme... Ancak Tony ve ekibinin bir işi çözmek maksadıyla İtalya'ya gittikleri bölümde sofraya konan deniz mahsulleri damak zevklerine uymuyor. İtalyan ev sahipleri ise kendi aralarında bu durumla alay ediyorlar.

Bu örnekten yola çıkılarak ABD'deki İtalyan kökenliler için İtalya'dan bakıldığında asimile olmuş, yozlaşmış göründükleri yorumu yapılabilir oysa onlara göre Amerika'dan İtalyan köklerinden dolayı ayrımcılığa uğruyorlar. Bu dışlanmışlık hissi bazen öfkeye dönüşebiliyor. İlk sezonda Paulie (Tony Sirico) bir kafede espresso üzerine arkadaşına nutuk çekip kahvelerinin "çalındığını" iddia ediyor. Aynı Paulie Kızılderililerin Christopher Colombus protestosuna en sert tepkiyi gösterenlerden... Anavatanına ait değerlerin başka kültürlerle etkileşime girmesine tahammül edemezken doğrudan yağmalanan bir kültürün protestosuna öfke duyuyor. Bunun sebebi Beyaz adam Colombus'un Kuzey İtalya'dan (Genova) oluşu... Beyaz Adamlıkta birleşiyorlar. Oysa Colombus'a Kuzeyli olmasından dolayı mesafeli duranlar da var. Amerika'ya göçüp "İtalyan Mafyası" efsanesini yaratan bir Sicilya nüfusu var. Dizide Tony Soprano ise yine Güneyde yer alan Campania Bölgesinden, Avellino şehrinden... Yoksul Güney'in, kibirli ve zengin Kuzey'e mesafesi 'The Sopranos''ta da hissediliyor.

Bu kültürel çatışmayı açıkça ifade eden bir diğer karakter Tony'nin İtalya'dan getirdiği Furio. Furio (Federico Castellucio) bir diğer Campania şehrinden-Napoli'den geliyor Amerika'ya... Furio Tony'nin eşi Carmela (Edie Falco) ile yakınlaşıyor fakat ölümünü hazırlaması muhtemel bu aşkı reddederek memleketine dönüyor. Furio hiçbir zaman Amerikalı olmuyor, henüz tanıştığı kültürü sindiremiyor. Sinirlendiğinde İtalyanca küfrediyor mesela... Esas çarpıcı sonuç ise babasının cenazesi için döndüğü Napoli'de ona her şeyin yabancı geldiğini itiraf etmesi... Tony ve arkadaşları birkaç kuşak direnen, iş tutan, kültürel kavgasını belli ölçüde kazanan bir topluluğun üyeleri, Furio onlar kadar sebat etmediğinden ne İtalya'ya özlem duyacak kadar Amerikalı olabilmiş ne de sılaya döndüğünde yolunu bulacak kadar göçmen kalabilmiş, tabiri caizse yörüngeden çıkmış. Aslında bu yörüngede kalma mücadelesini dizideki kültürel çatışmaya yakıştırmak mümkün... Tony ve arkadaşları (kuşaklar boyu) İtalyan kökenli oldukları için suç işliyor ancak suç işleyebildikleri ölçüde Amerikalı oluyorlar. Başta çelişik görünse de Amerikan özgürlüğünün ve suça dayalı faaliyetlerin çarpık bir uzlaşısı çıkıyor karşımıza... Diğer bir deyişle arzu ve cürmün tehlikeli reaksiyonu! 

'DOLGUN ZARF KÂĞITLARINDAN KAPLAN OLARAK AİLE' VE SUYUN DİBİNİ BOYLAYAN İHANET! 

Dizinin sosyal ortamını inceleyerek başladık, oradan sürdürmek niyetindeyim. Göçmen topluluğun şebekeye dönüşümü ve bu dönüşüm esnasında açığa vurulan aile meselesine değineceğim. Dizinin adı 'The Sopranos', yani Soprano'lar. Ada dahi yansıyan aile söylemi bildiğimiz anlamı dışında, -"suçun soya çekimi"nin ötesinde- "organizasyon" anlamıyla kullanılıyor, kaldı ki günümüzde mafya denince akla gelen ilk sözcük yine aile oluyor. Mafya aileyi çağrıştırıyor. Gayet doğal çünkü bu işin kitabı yazılsaydı girişinde muhtemelen şunu okuyacaktık: ekip olmadan mafya olunmaz! 

Ekibin, organizasyonun mafya ile anlam değiştirmesi manevi doyuma yönelik kültürel bir ihtiyaç biçiminde değerlendirilebilir. Maslow’un piramidinde tüm basamaklara yaslanmış, tabiri caizse karaya vurmuş bir balinaya benziyor mafya’nın üyesinin yaşamına ipotek koyma yaklaşımı... İşlevsiz ama işlevsiz olduğu kadar kapsayıcı! Suç dizilerinde sıkça duyduğumuz "aile her şeydir" ifadesi aile ekonomisinin ve sosyal ilişkilerinin temel alındığını, çemberin dışında çıkıldığı takdirde "hiç" olunacağını vurgulamaz mı? Dolayısıyla 'The Sopranos'ta ve elbet diğer tüm mafya anlatılarında anılan "aile"nin oldukça kapalı ve tutucu bir yapıya sahip olduğunu, bu yönüyle de geleneksel aile kavramını andırdığını görüyoruz. Ancak buradaki ailenin göçmen kültüründen beslenmekle beraber o kültürü yaşatacak bir ekonomik araca dönüştüğü ve manevi doyumdan ziyade geçime hizmet ettiği söylenebilir. 'The Sopranos'ta bu yoruma açıkça rastlıyoruz.

Aile olmanın belli kuralları var. Uzaktan da olsa bir kan bağı veya hısımlık kuruluyor, aidiyet hissinin gelişmesi bekleniyor, çömezlik aşaması geçilip iş çevirme tecrübesi ortak havuzun hizmetine veriliyor fakat günün sonunda üyenin ne kadar aileden olduğuna getirdiği zarfın şişkinliğine bakılıp hüküm veriliyor. Aile böyle evrilmiş çünkü kültürü ve aile olma bilincini daima zarflarla beslemiş. Bu zarflar aynı ölçüde ailenin "kâr eden organizasyon" yönüne ve paylaşıma işaret etmekte... Aile arasında ilişkiler sıcak ve iş bölümü maço kültüre uygun yapılmış.

Erkekler kirli işler çevirirken kadınlar "kendi aralarında" toplanıp kiliseye, gezmeye gidiyor, evlerde toplanıp dedikodu yapıyorlar. 'Kendi aralarında'ya sıkışmış, ayrıştırılmış bir sosyallik bu... Kadın ile erkeğin eşitlendiği, erkek katledildiyse kadının da (hiç değilse) dışlandığı tek bir nokta var: İhanet. İlk sezonların renkli karakteri Pussy (Vincent Pastore) federallerle işbirliğine gidince öldürülüp denize atılıyor ve eşi de maddi-manevi bakımlardan kaderine terk ediliyor. İhanet Ailenin aşil topuğu adeta, kutsalın ve hükmün çiğnenmesi anlamına geliyor. Geri dönüşsüz bir adım. İhanet kadar olmasa da çıkar çatışması ve saygısızlık da ölüm cezasına uzanabilecek bir yaptırım süreci başlatıyor.

AİLE EKONOMİSİ ÜZERİNE

Aile, kültürel kökler, çocukluğa uzanan dostluklar bir yana para ve çıkar mafyanın temel değerleri dolayısıyla aile olmak her şeyden önce bir rantı paylaşmak küçüklere ucundan kıyısından tırtıklatmak büyüklere ise aslan payını ve sorumluluğu dağıtmak demek... Birlikte haylazlık yapan, okulu asan, umarsızca gün geçiren, büyüdükçe suça önce tanık ardından ortak olan bu ağır abiler yasadışı faaliyetlerinden pay alıp verdikleri bir sürece geçiyorlar. Sineğin yağının sağıldığı, esnek, kayıt dışı ve bizzat cürüm ile (soygun, gasp, hırsızlık, kaçakçılık, sahtecilik, tefecilik vs.) yürütülen bir ekonomik süreçten söz ediyoruz. Silvio'nun (Steve Van Zandt) işlettiği "Bada Bing" adlı striptiz kulübü, "Satriale's" adlı domuz kasabı, çeşitli restoranlar paravan kuruluşlar olarak dikkat çekerken futbol bahisleri, borsa, at yarışları ve kumar vb. maddi güç ile işletilen sahalar ailenin başlıca geçim kaynaklarından. Üyeler terfi ettikçe döndürdükleri rant sahası da genişliyor.

Şüphesiz bedelsiz ve çilesiz bir refah değil, üsttekine yüzde vermeyi zorunlu kılan hiyerarşik bir düzen söz konusu. Aslında bu yüzdeyi devletin "güvence sağlayarak" topladığı vergilere (kestiği haraca) benzetebiliriz. New Jersey ve New York aileleri arasında tatlı sert bir rekabet ve ortaklık var. Birbirlerinin çöplüğüne müdahale etmiyor, kritik yatırımlarda ise güçlerini birleştiriyorlar. Aile üyeleri esas kazancını tıkır tıkır işleyen bir düzende sağlarken esnetilen tek alan hediyeler oluyor. Ki bu hediyelerin de çıkar amaçlı verildiği ortada. Üstelik ister eşe dosta ister aile üyelerine dağıtılsın geleceğe dönük yatırım amacı taşıyor yahut kendini hatırlatma, bir kusuru affettirme gibi güncel çıkarlara hizmet ediyorlar. Televizyon taşıyan tur mı soyuldu, üyeler erişebildikleri kadar televizyonu kendileri ya da sevdikleri için ayırıyorlar. Bir ülkeden saat mı kaçırıldı, patronun koluna o saatten takılıyor mutlaka! Tıkır tıkır işleyen düzenin yanında bir tür "avanta ekonomisi" dönüyor. Bu ekonomiden en çok nasiplenenler ise metresler ve yasal eşler... Metresi tatmin etmek, yine eşin gönlünü almak amacıyla pahalı hediyeler veriliyor, çeşitli imkânlar tanınıyor. Böylece birbirlerini unutmaları ya da görmezden gelmeleri umuluyor.

Borca mahsuben çökülen tatil rezervasyonları, el konan arabalar vs. Bu avanta ekonomisi, hediyeler, promosyonlar, tahsilat ve ganimet niteliklerinin yanı sıra güç gösterisinin enstrümanı ve her şeyin ancak parayla satın alınabileceğini düşünenlerin dünyasında geçerli... Tony terapistine (Lorraine Bracco) hediyeler sunduğunda çoğu kez geri çevriliyor. Hediye vermekteki ısrar Tony'nin büyüklük kompleksini ve kıyak yaparak (kişiyi) kendine bağlama, dolayısıyla konfor alanını koruma çabasını da ortaya koyuyor. Masum görünümlü bu hediyelerin maddi değerlerinden öte bir anlamı karşıladıkları, veren ele iyilik yapma, iktidarı pekiştirme, vicdan soğutma gibi yan kazançlar sağlarken alan eli ise düzeni onaylama ve suça ortak olma gibi bir tuzağa çektiği anlaşılıyor. Öyle ki Tony eşiyle her tartıştığında değirmenin suyunu hatırlatma ihtiyacı duyuyor.

MAFYA BABASI TERAPİYE GİDER Mİ?

'The Sopranos''un çıkış noktası şüphesiz Tony'nin panik atak krizleri ardından sorunu çözmek maksadıyla bir psikiyatra başvurması. Bu durum Tony'yi bir kahraman olarak dizinin geri kalanından ayrıştırıp bir bakıma anlatılanları "onun hikâyesi" kılarken diğer yandan aile-birey çatışmasının zeminini kuruyor. Tony terapiye giderek kendine dönüyor, bireysel olanın hazzını ve çilesini tadıyor ancak geniş anlamıyla aile üyeleri -kadınları da dâhil olmak üzere-  terapiyi güçsüzlük belirtisi biçiminde değerlendiriyorlar. Tony'nin "terapiste gittiğim öğrenilirse beni öldürürler" kaygısı hüsnü kuruntu sayılmaz. Terapi almak, hele bir kadın hekime açılmak bu maço çevrede geylik'le örtüştürülüyor. Elbet buradaki geylik de bildiğimiz homofobik tepkinin ötesinde maço kültürün ötekileştirme ve aşağılama aparatı ve oldukça katı... Tony'nin endişesini daha iyi açıklayabilmek adına amcası Junior Soprano'nun sevgilisine oral seks yaptığı için dalga konusu olduğunu belirtelim. Tony başta gelmek üzere bu mahrem bilgiye erişenler derhal Junior'ın yumuşaklığına hüküm veriyorlar. İşte bu koşullarda terapiye gidiyor Tony. Hani daha çok da bu koşullardan dolayı!

Terapist Jennifer Melfi ile Tony'nin ilişkisi ise oldukça ilginç bir düzlemde seyrediyor. Her iki taraf da kendini dayatıyor aslında. Melfi mesleki sınırlar çizmeye çalışırken Tony iş hayatında sonuç alan agresif tarzını sürdürmek istiyor. Doğal olarak hasta-hekim ilişkisinden öte kültürel bir çatışmaya, bir ego savaşına giriyorlar. Melfi'nin de İtalyan kökenli oluşu savaşın hararetini almıyor. Tony birkaç kez kadının üzerine yürüyor, ona âşık olduğunu söylüyor terapiyi bıraktığı bir ara kendisiyle çıkması için ısrar ediyor, yeri geliyor dudaklarına yapışıyor, yeri geliyor hediyelerle aklını çelmeye uğraşıyor. Tony'nin konumu yüzünden Melfi de bir ara saklanmak zorunda kalıyor. Buna karşın, kendisi de terapiye başlayacak hâle gelmesine karşın hastasıyla terapiden vazgeçmiyor. Yılgınlığa düştüğünde dahi... Tehlikeli hastasını yüz üstü bırakmayışına ortak atalardan tutun heyecanlı bir hayatın büyülü atmosferine kapılmak kadar birçok sebep sayılabilir. Ancak esas sebep olarak Melfi ile Tony arasında gelişen duygusal bağı gösterebiliriz. Tony'nin uslandığı, Melfi'nin ise önyargılarından bir nebze sıyrılıp hastasını gerçekten tanımaya yöneldiği bir süreçten geçiyorlar. Bu süreçte Melfi psikanaliz yaparken Tony duyduklarından pek memnun kalmıyor. Annesi Livia (Nancy Marchand) Tony'nin belası... Babası Johnny gibi sert bir adam üzerinde otorite kurmuş, huysuz, kibirli fakat hepsinden önemlisi mutsuzluktan zevk duyan kötücül bir varoluşa sahip. Çocukluğa inildikçe annedeki davranış bozukluğu ve çocuklara yönelik tehditkâr üslup belirginleşiyor. Melfi Tony'nin öfke problemini, bayılmalarla sonuçlanan panik ataklarını ve daha birçok sıkıntısını temelde Oidipus kompleksini aşamayışına, anneyle bir türlü hesaplaşılmayışına bağlıyor.

Tony aile kavramı ile sorun yaşıyor. Diziye adını, anlamını veren aile, özünde baş karakterin kavgalı olduğu bir meclis ve sevimli, sürdürülebilir olmaktan çok ürkütücü tarafıyla öne çıkıyor. Doğrusu ilginç bir ilişki kurabiliriz: Anne gölgesi. Ağır abiler, babalar, patronlar ama aynı zamanda adı konmamış ana kuzuları var karşımızda. Terapi almayı, oral seks yapmayı acizlik gören, kızının düğünde küçük düştüğü için ağlayan bir baba'ya artık aynı gözle bakmayan, annelerini (acımasızca değilse bile profesyonelce) bakım evlerine bırakan fakat bir darbede yıkılan tipler. Tony'nin durumu ise biraz daha hassas... Öz annesi ile öz amcası işbirliği yapıp ölümüne hükmediyorlar. Bir insan için hayli yıkıcı bir anlam ifade eden bu girişim Tony'ye de "ailenin yıkımı"nı hatırlatıyor. Öte yandan anne gölgesinin ana karayı ifade ettiği açık... Karısı, metresi, cinsel ve duygusal anlamda ilgilendiğini öne sürdüğü terapist... Hepsi İtalyan... Tony zaman zaman Rus veya Latin kadınlarla birlikte olsa da dönüp geldiği yer "İtalyanlık"... Öyle ki bir ara genç bir İtalyan kadının başrol oynadığı halüsinasyonlar görüyor. Rüyasında karısı Carmela kendisini aldattığı için "seni hadım etmeli" diyor Tony'ye... Tanıdık ve adrese teslim bir anne özlemi. Bu özlemin ana karaya bağlandığını öne sürebiliriz. İtalyan kültürünü "ne onunla ne onsuz" bir çerçevede yorumlayan bu suçlular annelerinden yani zor ve güçlü kadınlardan sevgi görmek, belki onay almak istiyorlar. Sürekli İtalyanlara yönelmeleri anne sevgisini tamamlamaya, ana karaya dönmeye yönelik bir çabayı andırıyor.

TERAPİ NEYLESİN SİSTEMATİK ŞİDDETE! 

Dizide terapi seanslarının dengelendiğini söyleyebiliriz. İlk sezonlarda Tony gibi bir kabadayı için devrim niteliği taşıyan  seanslara daha çok sahne ayrılırken zamanla Tony'nin eşi Carmela da Doktor Melfi'ye görünmeye başlıyor, öte yandan kızları Meadow'un (Jamie Lynn Sigler) da bir terapist sahnesi var. Ancak Tony ile Melfi kadar değilse de dizide önemli yer tutan diğer terapi sahneleriyse Melfi ile ona terapi veren hekim arkadaşı Elliot arasında geçiyor. Melfi bu seanslarda bir suç örgütü lideriyle geçirdiği vakti çeşitli açılardan değerlendirirken stresini atıyor, vicdanı ve duygularıyla hesaplaşıyor. Ünlü yönetmen Peter Bogdanovich'in canlandırdığı Eliot, Tony'ye dair “sosyopatik bozukluk” öneriyor. Tony sosyopat mı? Nereden baktığınıza göre değişir! İşinde öyle ama kapitalist düzenin işleyişi bu değil mi? Aşırı profesyonelleşmenin tahribatı...  Diğer taraftan ise aşırı düzeyde aile hissetmenin olumsuz bir yansıması. Tony ve çevresindekiler ailelerine o denli gömülmüşler ki duygularını sadece bu havuza akıtıyorlar üstelik aileleri (hem organizasyon hem aynı çatı altında olan) ile kurdukları ilişki de son derece uygunsuz ve kırılgan. 

Christopher Moltisanti'yi (Micheal Imperioli) ele alalım. Dizide en uzun süreli ilişkilerden birini yaşıyor. Sevgilisi Adriana'yı seviyor, onu kıskanıyor, esirgiyor fakat gözü döndüğünde acımasızca saldırabiliyor. Ailenin dışında, profesyonel yaşamda bambaşka olduklarını görüyoruz. Öldürmekten zevk almıyor fakat öldürme, sakatlama eylemlerini işlerinin bir parçası sayıyorlar. Dahası şiddeti normalleştirmişler. Chris ile Paulie'nin bahşiş verilmediği için çıkışan garsonu öldürdükleri sahne hayli tuhaf... Başına sert bir cisimle vurdukları garson darbenin etkisiyle nöbet geçiriyor. Bunu gören ikili çabucak silaha davranıp başlanan işi tamamlıyor. Devamı daha tuhaf... Hesap için ödedikleri parayı henüz soğumamış naaşın cebinden alıyorlar ve Chris paranın kendisine ait olduğunu söylüyor. Bir yabancılaşma söz konusu... Bu sahne dizideki şiddet gösterisine küçük bir örnek... Hemen her bölüm kafalarda dağılan şişeler, sırtlarda kırılan sandalyeler yahut yüze göze yönelen golf sopaları görmek olası. Şiddet ailenin, geniş anlamıyla alışverişe kısmen kapalı bu kültürün yalnızca hesap sorma, güç gösterme aracına değil bir "cilveleşme" yöntemine de dönüşmüş. Tabii sosyopatik eğilimlere "zorunlu durumlar"da belirgin rastlıyoruz. Garsonun öldürülüşü aynı zamanda "geride canlı bırakmama" prensibinin ve insan faktörünü yadsıma zaruriyetinin sonucu... Bir Rus çete üyesinin yine Chris ve Paulie tarafından saatlerce karla kaplı bir ormanda kovalanması, Vito'nun (Joseph R. Gannascoli) çarptığı araç sahibinin polis çağırıp zabıt tutturma önerisini silahına davranarak çözmesi bir ikilik olarak değerlendirilebilir. Burada ve benzer birçok örnekte kişiler hem gözlerini kırpmadan birilerini öldürecek kadar rahat (yaşam hakkına saygısız) hem ileride rekabete girmekten çekinecek kadar özgüvensizler. Aslında bu durum erkeklik gösterilerinin zaman zaman sarsıldığının bir göstergesi.

Tony'nin ve doğrusu günümüz baba'larının kimliği iş yaşamlarında sadizmden uzak, aklıselim bir çizgide inşa ediliyor. Zaten ancak böyle yönetebildikleri çıkarımına varıyor seyirci. Sopranos için söylersek Richie Aprile (David Proval) ve Ralphie Cifaretto (Joe Pantoliano) gibi aşırıların ölümü erken tatması şiddet kullanımının profesyonel sınırları aşmaması noktasında fikir veriyor.

Bununla birlikte Tony görece duygusal bir adam. Yanan atının yasını tutuyor, masum insanlar zarar gördüğünde üzülüyor. Tabii acıma duygusunun gelişkin olması kendine bir üstünlük atfedişine de yorulabilir. Öte yandan anlayışlı olduğunu görüyoruz. Ailesine karşı parlama hakkını saklı tutsa dahi genellikle alttan alan, egemenliği ihlal edilmedikçe dişlerini çıkarmayan bir ruh hâlinde. Hatta iş hayatında, o sertliğin ve sistemin kaldırabileceği ölçüde tolerans gösteriyor. Geri adımlarının, nezaketinin ardında çokları yücelik sanrısı yatarken bazen ölüm korkusu ağır basıyor. Ama iyi bir idareci olduğundan vahşi eylemlere başvurmadan işini halledebiliyor. Öyleyse dizide karşımıza çıktığı hâliyle "sosyopati" atfını tüm bir iş yaşamına mal edebiliriz. Mafyanın farkı fiziksel bakımdan "daha fazla" hissedilmesi ve tanımına uygun şekilde hukuki ve siyasi boşlukları doldurması. Kapitalist sisteme göre belirlenmiş hukuk ile siyasetin ezip bıraktığı yerden alıyor mafya ve zorbalığa yasadışı yollardan başvuruyor.

'THE SOPRANOS' NEDEN EN İYİ DİZİ? 

Sözü toparlamaya çalıştığımızda ister istemez şu soruya yanıt arıyoruz: 'The Sopranos'un büyüklüğü nerede? Üç madde önereceğim. 

Fazla koşup yorulmayan, böylece seyirciyi de yormayıp dinamik yapısına ortak eden hikâyesini en başa yazabiliriz. Yine seyirci ile ilişkiyi pekiştiren iki imi öne çıkarabiliriz. İlk sezon finalinde Xzibit'in "Paparazzi" şarkısı eşliğinde izlediğimiz sahne ne izlemekte olduğumuzu ortaya koyarken bir egemenlik mücadelesine tanıklık edeceğimizi duyuruyordu. Tony amcası Junior'ı aileye yeni boss olarak tanıtırken riya ile hüznün birbirine dolandığı bir masada iktidara kadeh kaldırıyorlardı. Bu esnada toplantıya sızan bir garson gömlek cebine iliştirdiği makineyle çete üyelerini tek tek fotoğraflayarak anlatıyı da çerçeveliyordu. Ki fotoğrafların FBI ofisinde panoya iğnelenmesi, mafyatik hiyerarşinin estetik ama aynı zamanda anlaşılır bir sunumuydu. Bu özet hem malzemenin sıradan doğasını gözler önüne seriyor hem olağanüstü kahramanlarımızın farkına dikkat çekiyor, bizi onların maceralarına davet ediyordu. Uzun soluklu bir işin habercisiydi bu sahne ve açtığı parantez "son" anlamını fazlasıyla bulanık karşılayan diğer bir imde, finalde kapanıyordu. 

Üçüncü madde ise oya gibi işlenmiş karakterler ve onları "gururla taşıyan" oyunculuklar. Söz konusu Sopranos oldu mu "görmezden gelinemeyecek oyunculuklar" başlığında da başrolü ayırmamız, ona ayrıca övgüler dizmemiz gerektiğini düşünüyorum. Öyle ki James Gandolfini birçok başarılı rolüne rağmen Tony ile bütünleşti ve bize âdeta bu rol için doğduğunu düşündürdü. Kendisini ne yazık ki 2013'te bir kalp rahatsızlığından yitirdik. Duygularını ve zekasını kamufle ettiği aptal bakışları, her an patlamaya hazır hantal vücudu, enstrüman çalarcasına kullandığı yumrukları ile Gandolfini bize alternatif bir babayı gösterdi ve yaşattı. 

Sadece Gandolfini'nin canlandırdığı Tony'yi değil, dizide suç dünyasından "gerçekçi karakterler geçidi" izledik. "Gerçek bir olaydan esinlenmiştir" diye sunulan hikâyeler genelde işe yaramaz ya iyi çalışılmış, göz nuru akıtılmış katıksız kurmaca işler de tam aksine gerçeğin aynası oluverir. Biz de bu aynada gerçek karakterlerin yansımasını, belki içten içte gerçek olmasını arzuladığımız o kurguyu izleriz. Bizim başımıza gelmese de birilerinin başına gelmelidir bu işler, çünkü bu "birileri" vardır anlatıda. Olmuşlardır, olacaklardır. Aynadaki suret gibi varlığını her zaman seçemediğimiz o "bizden" görüntüye benzeyen birileri... 

'The Sopranos' da en küçük karakterine, en ince ayrıntısına değin düşünülüp aynaya aktarılmış bir öykü. Büyüklüğünün ardında bu zarif işçilik yatmakta. Her karakterine pahada bir ağırlık katan, kolay kolay "düşmeyen", merak unsurunu ustaca ayarlayan bir dizi David Chase'in dizisi. Paulie rolünde izlediğimiz Tony Sirico, kararlı fakat uçarı Christopher'a hayat veren Michael Imperioli... Dizide, babası Tony ve Amerikan bayrağının gölgesinde büyüyen Anthony rolünde Iler Robert… Yine diziye neşe katan Steven Van Zandt. Ve Lorainne Bracco, Edie Falco, Steve Schirippa, Aida Turturro... Ve Steve Buscemi, David Proval, Nancy Marchand, Drea De Matteo. Ve Dominic Chianese, Vincent Pastore, Joe Pantoliano... Adı bu listeye sığmayan ancak yukarıda anılanlar kadar kanlı canlı karşımızda duran daha birçok isim sıralanabilir. Aile, geniş aile, suç ailesi, kardeş suç ailesi, tefeciler, terapistler, kurbanlar derken “boş bırakılmayan, istenen sorudan başlanan” muazzam bir yapım var karşımızda. 

Dizinin büyüklüğüne dair önerdiğimiz ilk ayağa dönersek temposunu çok doğru ayarladığını ve 99 içerik devrimini, bireyi keşfeden öyküsünü dinamik bir anlatıyla desteklediğini görüyoruz. Bunu yaparken...