Tezcan: Derdim sağlık çalışanları değil, modern tıbbın kendisi!

Birol Tezcan yeni kitabı "Geçmiş Olsun"la karşımıza çıktı. Tezcan'la öyküleri üzerine konuştuk.

Abone ol

Birol Tezcan’ın kadınlıktan erkeklikten tutup da konuştuğumuz dile, yaşadığımız şehre kadar ayrımını üzerimizde hissettiğimiz tıp dünyasına dair analizleri hepimiz için oldukça tanıdık. Hasta kadar hastane çalışanının, hasta yakınının dünyasına da sızmayı başaran Tezcan, çoğumuzun şahit olup da üzerinde durmadığı bu halleri bir araya getirerek bir memleket atlası oluşturuyor ya da -kitabın ruhuna uygun bir ifadeyle- memleketin röntgenini çekiyor.

Birol Tezcan’la son kitabı “Geçmiş Olsun”a, hasta olma haline, hastalıklara, hastanelere, doktorların dertlerine ve vicdanlarına dair konuştuk.

Hastanelere, hasta ve refakatçi olmaya dair bunca gözlemi nasıl yaptınız?

Çok fazla hasta olan bir çocuktum. Kulak, böbrek, sıtma, sarılık... Doğup büyüdüğüm köyde sağlık ocağı yoktu ama Durmuş Amcamız vardı. Durmuş Amca devlet hastanesinde çalışıyordu. Evinin bir odasını dispansere dönüştürmüş, hasta olan köylüleri orada tedavi ediyordu.

Hastanede hastabakıcı, köyde şifacıydı. İlaç yazar, iğne yapar, damar yolu açardı. Bir kez hayatımı kurtarmıştı Durmuş Amca, kim bilir daha kimlerin hayatını kurtarmıştır. Sonra böbrek taşım... Annemin ameliyatları, babamın ameliyatları, benim ameliyatlarım... İlk üniversitemde okurken Çukurova Üniversitesi onkoloji bölümünde gönüllü hastabakıcılığı yapmam... Belli bir nedeni olmadan.

Birol Tezcan

‘Hastanın kimsesi yok, bakar mısın?’ dedi bir arkadaşım, ‘bakarım,’ dedim. E işe girerken, askere giderken, ehliyet alırken, yurtta kalmak için istenen sağlık raporları... Yani, sürekli muhatap

olduğumuz bir kurum hastane. Geçmiş Olsun’un çıkış noktası bu hastane koridorlarında biriktirdiğim öykülerin tek kişilik bir oyuna dönüştürülüp dönüştürülemeyeceği sorusuydu aslında.

Yaptık da, 2003 yılında Tiyatro Bölümünde okurken Hakan Altun’un (barış akademisyeni-KHK ile ihraç edildi) yönetiminde tek kişilik, meddah formunda bir oyun olarak kafe, bar, üniversite bahçesi, sokak, köy meydanı gibi alternatif alanlarda oynadım oyunu.

Yıllar sonra öykü kitabı olarak yazma fikri doğdu. Onda da Emrah’ın (Serbes) parmağı vardır. Ben bu öykülerin küçük bir kısmını Hastane Hikayeleri adıyla oynarken Emrah, Birgün Gazetesi için röportaj yapmıştı benimle. Yıllar sonra ‘Hastane Hikayeleri’ni öykü olarak OT Dergi’ye yazar mısın?’ diye sordu. Böylelikle serüven başlamış oldu. Tiyatro kökenli olduğum için, sahneleme işini yazılı bir metni görsel dile dönüştürme olarak ifade ederiz. Şimdi tam tersi olacaktı, görsel dil yazılı metne dönüşecekti. Çünkü bu oyun kanavası belli ama metinsiz bir oyundu.

Bu hikayelerde aslında cinsel ayrımcılık, etnik köken ve hatta anadilde konuşma özgürlüğü üzerinde duruyorsunuz. Hastaneler için bir memleket atlasıdır diyebilir miyiz?

Çok güzel bir soru! Hastaneler feci halde memleketin atlasıdır bence de. Tiyatro bölümünde okurken yaratıcı drama dersinde Tülin Sağlam hocamız (barış akademisyeni-KHK ile ihraç edildi) bütün sınıfın hep birlikte bir doğaçlama yapmasını istedi. Doğaçlama için de ülkenin panoramasını sunabileceğimiz bir mekan belirlememizi istedi. Sınıfın tamamının aklına ilk gelen mekandı hastane.

'HASTALIĞIMIZ: ÇOK BİLME HALİ'

Hastalıklarını önemsemeyen insanlar kadar hastalıklarına sevdalı insanlar ya da kendine, birbirine teşhis koyan insanlarla karşılaşıyoruz. Siz bu ruh halini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hastaneye giderken bir şeyimiz olmasın umudu ile gidiyoruz ama sağlıklı olduğumuzu öğrendiğimiz anda da üzülüyoruz sanki. Doktor ilaç yazsa iyi olurdu diye düşünüyoruz herhalde. Hastalığımızı abartmayı da seviyoruz. Robert S. Mendelsohn* “hastalığınızla/hasta organınızla ilgili doktor kadar bilginiz olsun,” diyor.

Biz biraz abartıp hepimiz doktormuşuz gibi davranıyoruz. Gerçi bu çok bilme hali hayatın her alanına dair bir hastalığımız (bu konuda galiba gerçekten hastayız). Her şeyi biliyoruz; politika, siyaset, sanat, mutfak... Dolayısıyla hastalığı da, tedavisini de herkesten çok bilmek bizim işimiz sanıyoruz.

Siz aslında hastaneleri her iki tarafın mağduriyetini görmezden gelmeden ele alıyorsunuz. Hastanın mağduriyetini anlatırken doktorların ağır çalışma koşullarını da es geçmiyorsunuz. Hastaneler gelen için de karşılayan için de adaletsiz mekanlar mıdır?

Modern tıp/maddi tıp, ‘insan’ı yok sayıyor. Hem sadece hastayı değil, modern tıbbın mekanı hastaneler, muhatabı olan herkesi mağdur etme potansiyeline sahip. Mağdur ediyor da. Doktorun, hemşirenin, hastabakıcının çalışma koşulları; hastanın, refakatçinin daha kapıdan girerken duyduğu korku...

O kurum para kazanma alanına dönüştüğü anda, ondan sadece sağlık beklemek biraz saflık oluyor. Bunu inatla yapmaya çalışan sağlık sektörü çalışanları var tabii ama bireysel bir çaba. İyi doktor olmak hastalıkla ilgili bir şeyleri değiştirir kuşkusuz ama kurum olarak hastane, modern tıp/maddi tıp çok daha başka bir işleyişe sahip.

’Doktorun vicdanı’, hasta ya da yakını konumuna geldiğimizde hepimizin çok sorguladığı bir konu. Geçmiş Olsun da yer yer bu konuya değinen bir kitap. Hastane çalışanlarının vicdan muhasebesi hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

Babam hala doktora gittiğinde esas duruşa geçiyor. Yıllarca yalvardık sigarayı bırakması için, dinlemedi. Kontrole gittiği doktoru bir kez, 'sigarayı bırakmazsan ölürsün' dedi ve babam 10 yıldır sigara içmiyor. Hepimizin içinde doktora, hemşireye, hasta bakıcıya, soğuk olmasına rağmen hastane binasına büyük bir sempati var. Hepimiz sihirli ellerin bizi iyileştireceğine inanıyoruz. Umut güzel bir şey. Mahremimizi açıyoruz, sırlarımızı döküyoruz, içimizi gösteriyoruz...

E onlardan da bize biraz daha sevimli davranmalarını beklemek hakkımız sanki. Çok şey mi bekliyoruz bilmiyorum. Ama savunmasızız. Her şeyimizle teslim oluyoruz. Evimize gelen misafiri el üstünde tutuyoruz ya, o kadar olmasa da biraz hassasiyet gösterilse iyi olur diye düşünüyoruz.

İğne olması gereken doktor bir arkadaşım, yanında çalışan hemşireye “aman acıtma, zaten korkuyorum” dediğinde, "doktor korkuyorsa biz ne yapalım" dedim, o da "buraya uzandığında doktorluk kalmaz, buraya uzanırsan iğneyi vuracak olanın vicdanına teslimsin," demişti.

Diğer yandan da şöyle bir durum da var; ölüm haberini vermek için gelen doktor neden güvenlik görevlileriyle gelmek zorunda kalsın ki? Çünkü saldırıyoruz. Hastamızı o doktor öldürdü sanıyoruz. ‘Neden?’ diye sorsak, cevabı yok bu sorunun.

'TEDAVİ OLMAYAN, ÜŞÜYEN HER ÇOCUĞUN VEBALİ SIRTIMIZDA'

Büyükşehirlerde hastaneler giderek lüks otellere dönüşürken ülkenin doğusunda doktora ulaşamadığı için hayatını kaybeden çocukları da anıyorsunuz Geçmiş Olsun’da. Yaşam hakkının alım gücüyle belirlenmesine, bu işin çözümlenememesine ne diyorsunuz?

Bir tek hayatımız var. Biricik. Hepimiz aynı koşullarda yaşasak ne güzel olmaz mı? Eğitim ve sağlık ücretsiz olmalı. Bundan hepimiz sorumluyuz, sorumluluk duymalıyız. Okula gidemeyen, tedavi olamayan, üşüyen her çocuğun vebali sırtımızdadır. Bireysel olarak ufak tefek şeyler yapmak değil kastım.

Kastım şu; kanser aşısı Küba'da mucizeler yarattıktan neredeyse on yıl sonra haber yapılıyor. Bunun nedeni nedir diye düşünmeli, sorgulamalıyız. Bunun arkasından yatan ekonomik meseleye kafa yormalıyız. Neredeyse bütün dünya kemoterapiyi terk ediyorken biz neden hala ısrarla uyguluyoruz diye sormalıyız.

Geçmiş Olsun / Birol Tezcan / İthaki Yayınları, 2017.

Tıbbın bile politize olduğu günlerden geçiyoruz. Örneğin Ali İsmail’i ağrı kesici yazıp eve gönderen doktorun tıbbi bir hata yapmadığını politik bir tavır sergilediğini

düşünüyor, kürtajın cinayet olmadığını anlatmaya çalışıyor, Nuriye ve Semih için zorla müdahale olasılığını tartışıyoruz. Bunların yanında Hipokrat yeminini “Allah huzurunda” edilen bir yeminle revize eden tıp fakültesi dekanlarına şahit oluyoruz. Bu çarpıklıklar size ne düşündürtüyor?

Bir hayalim var; her kim ne iş yapıyor olursa olsun, bir karar vermeden önce karşısındakine bakıp, kendini onun yerine koyup ve kararını öyle vermesi. Saydığınız isimler, duyduğumuzda bile yüreğimizin cız ettiği isimler. Yıllar önce bir eylemde kafasında tahta coplar kırılan bir arkadaşımızı hastaneye götürdüğümüzde doktor, "bak yavrum, dün haberlerde izledim sizi, eyleminizi ve düşüncenizi zerre desteklemiyorum.

Yaptığınız bana göre çok yanlış ama bu da yapılmaz arkadaş! Nasıl dövmüşler sizi!" Bence hepimize o doktorun vicdanından lazım. Vicdan diyelim, duyarlılık diyelim, her geçen gün biraz daha azalan o şey her neyse ondan. Kürtaj neden cinayet olsun? ‘Benim bedenim benim kararım’ cümlesi bu konunun final sözüdür ve kimsenin bunun üstüne söz söyleme hakkı yoktur.

Nuriye ve Semih sadece işini isteyen iki insan. Çığlıklarını duymamak insanlık suçudur.

Ali İsmail'i ağrı kesici vererek gönderen o doktor Hipokrat yemini etmedi mi? Aynı doktor 'Allah huzurunda' yemin edince Ali İsmail'i göndermeyecek miydi? Bence olay daha politik, her gün biraz daha kutuplara ayrılıyoruz. Ucuz, hatta sıradan tarafgirliğimiz artıyor. Din, dil, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim, takım ayrımı yapıyoruz. Bizden olmayandan nefret ediyoruz.

Dünyanın sahibi olan tür biziz! Dünyanın sahibi olması gereken ırk biziz! Dünyaya hükmetmesi gereken din bizim dinimiz! Dünyaya hükmetmesi gereken cins erkek! Vs. vs.

Ercan Kesal geçtiğimiz günlerde Çehov okuyan bir doktorla okumayan bir doktorun arasında (hastalarına yaklaşımları konusunda) ciddi farklar olabileceğini söylemişti. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Edebiyat doktorları da iyileştirebilecek bir reçete midir?

Ercan Hocamız demişse doğrudur. O hem doktor, hem edebiyatçı. Ben hem hasta, hem edebiyatçı olmak isteyen bir edebiyatseverim. Her iki durumda da benden çok söz sahibidir bu konuda. Benim derdim, doktorlar başta olmak üzere sağlık çalışanları değil, modern tıbbın/maddi tıbbın kendisi! O hepimize düşman.

Gelelim diğer sorunuza, kendi adıma şu kadarını söyleyebilirim; edebiyat insanı iyileştirir mi bilmiyorum ama iyileşmesini sağlayacak yolları gösterir, yani reçeteyi verir. Ondan eminim.