Tecrit: Ceza değil yönetim biçimi

İmralı Adası, sadece cezaevinin inşa edildiği bir adayı değil, yeni bir ceza uygulamasının devreye konulduğu bütün bir sistemi ifade etmektedir. Adanın tamamı bu sisteme dahildir. Bu nedenledir ki ada tamamen insansızlaştırılmış; çevresi ve hatta üzeri kilometrelerce yasak bölge ilan edilmiştir. Metaforik olarak da ada, bir istisna kurumuna en uygun coğrafik şekli oluşturur. Ada ne içeridir ne dışarı, esas özelliği bağlantısızlığıdır.

Abone ol

F. Özgür Erol*

Tecridi negatif anlamıyla bir kural ve yasaklama hali olarak ele alan tutum, iktidarı ve politikayı hukukla açıklamaya çalışan bir çaba olarak yetersiz kalmakta. Bu nedenle tecrit kavramını, pozitif yüklenimleriyle bir iktidar ve yönetim tekniği olarak değerlendirmeyi denemek faydalı olabilir. Bu aynı zamanda içinde bulunduğumuz söylem düzleminin yetersizliğinin de bir eleştiri/özeleştirisidir.

İmralı tecridinin hukuk-politiği nedir? Olanca başarısızlığına rağmen neyi üretmekte, ne salgılamakta, neye yaramaktadır?

Cezaevleri bu ülkenin büyük hukuk-politik yapılarından biridir. Cezaevleri sistemi, ceza (özgürlükten yoksun bırakma) ile ıslah (buna dönük mekanizmalar) kaidelerine oturmuş görünen yapılar iken, infaza dönük düzenlemeler zorunlu bir tür hukuksal sözleşmeyi andırır. Bu sözleşmenin bir tarafında infazın öznesi kılınmış mahpusların bazı tavır ve davranışları sergilemesi karşısında bir dizi ödül, vaat ya da yaptırım seçenekleri konumlanır. Örneğin, mahpus “iyi hal” gösterecek davranışlar sergilerse ziyaret saatleri artabilir, bazı ek olanaklar tanınabilir. Tersinden negatif davranışlar ise var olan hakların da daraltılacağı, hücre hapsine dek varabilecek uygulamalara neden olabilir.

İmralı böyle bir cezaevi sistemi içinde midir? İmralı, bu yönüyle hiçbir dönem böylesi hukuksal bir sözleşmenin işlediği bir mekân olmadı. Yapısında taşıdığı asimetrik özellik, onu başından itibaren hukuk-dışı ya da hukuk-karşıtı diyebileceğimiz bir konuma yerleştirdi. Teknik, fiziki, hukuksal düzlemde cezaevine bağlı ya da bağımlı olmayan, onun uzantısı olmayan ama ondan tam bağımsız da olmayan!

İmralı en başından beri etkili ve yeni, istisna bir iktidar tekniğiydi. Bu iktidar tekniğinde hukuksallık hiçbir zaman tam olmayan fakat tamamen de iptal edilmeyen bir askıya alma halinden muzdariptir. Agamben’in “kampta olup-bitenlerin yasal olup-olmadığı yolundaki tüm sorular anlamsızdır” tespiti, ada için de geçerlidir. İmralı’nın hukukla olan ilişkisi, hukukun askıya alındığı yer olmasından ibarettir.

İmralı Adası, sadece cezaevinin inşa edildiği bir adayı değil, yeni bir ceza uygulamasının devreye konulduğu bütün bir sistemi ifade etmektedir. Adanın tamamı bu sisteme dahildir. Bu nedenledir ki ada tamamen insansızlaştırılmış; çevresi ve hatta üzeri kilometrelerce yasak bölge ilan edilmiştir. Metaforik olarak da ada, bir istisna kurumuna en uygun coğrafik şekli oluşturur. Ada ne içeridir ne dışarı, esas özelliği bağlantısızlığıdır. Yirmi yılı bulan fiziksel izolasyon işin bir kısmıdır. Bu bağlantısızlık ve yalıtılmışlık politikası, ölüm ve yaşamın sınırlarında tutmayı ifade eder. Toplumdan yalıtılmışlık vardır ancak egemen düzen ile bağlantı kesilmez, aksine olağan yasa uygulamasından çok daha yoğun bir bağlantı hali söz konusudur. Bir yanda mutlak iktidarın her zerresinde hissedildiği detaylar, diğer yanda hukuk düzeninin terk ettiği bir eşikte sürdürülmeye zorlanan hayatlar… Adaya giren herkes (görevliler de dahil olmak üzere) mevcut sisteme tabi olmak zorundadır. İstisna kendi içinde istisna kabul etmez.

İmralı ile sistem Öcalan’ı sadece “güvenlik” öncelikli bir mekâna yerleştirmedi; onu ayırmayı, farklılaştırmayı, tekilleştirmeyi, çözümlemeyi ve ayrıştırmayı hedefledi. Sistemin bu biçimdeki kuruluşu ağır cezalandırma, intikam alma, itaate zorlamaya indirgenemez (bu unsurları da içermekle birlikte). Esasen ayırmaya, dağıtmaya, araçsal kılma çabasına dönük bir düzenlemedir.

İşte tam bu açıdan tecrit sistemi bir cezalandırma rejimi değil, bir YÖNETİM TEKNİĞİDİR.

Bu tekniğin bir yönü olarak tüm aile, avukat, heyet görüşmelerinin dinlenerek kaydedilmesini; adadaki mahpusların kendi aralarındaki sohbetlerinin dahi gizli/açık kaydedilmesini, günlük yaşamın oda içinde 24 saat gözlenerek kaydedilmesini, günlük tıbbi kontrolleri düşünebiliriz. Bunlar sadece birer güvenlik tedbiri ya da ıstırap araçları değildir. Bunlar etkili bir bilgi toplama, biriktirme, analiz ve geri dönüş/karşı-politika süreçlerini içeren yönetsel tekniklerdir. Ondan bilgi edinmek ve ona dair bilgi edinmek gibi ikili bir işlevselliğe sahiptirler.

Bu bilgilere sahip olma ve analiz edebilme ayrıcalığı, bu işi yapanların mutlak iktidarıdır (ve kolay kolay paylaştıkları görülmez).

Yönetim tekniğinin diğer bir uzanımı ise karşının bilgi edinme yollarının yönetimidir. Örneğin İmralı’da 15 yıl boyunca (her cezaevinden farklı olarak) TV verilmedi. Yanında 3 kitaptan fazla bulundurması çok uzun süreler kabul edilmedi. Yine çok uzun süreler gazeteler seçilerek, geciktirilerek, biriktirilerek ve sansürlenerek verildi; neyi bilmemesi gerektiğinin seçimi. Avukat görüşmeleri takibata uğradı, davalar açıldı. Avukat görüşmelerinde sarf ettiği cümleler gerekçe gösterilerek 200 güne yakın hücre cezası uygulandı. Avukatlar görüşmelere giderken siyasi ya da bağımsız heyetler, heyetler görüşmelere giderken avukatlar götürülmedi. İmralı’nın ilk 15 yılında var olan bir uygulama tüm bunların simgesi gibiydi aslında: Öcalan’a odasında dinleyebileceği bir radyo verilirken, radyonun kanal ayar düğmesi resmi devlet kanalına sabitlenerek kırılmıştı. Tek kanallılık İmralı’nın her döneminde özenle muhafaza edildi.

İmralı’da kurulan bu sistem için üstten dayatılmış, kurgulanmış, önceden hesaplanmış bir sistemdi demek de mümkün değil. Kuşkusuz daha başlangıcında oradaki çoğu detay, Öcalan üzerinde belli başlı hedeflere ulaşmayı uygun kılacak şekilde düzenlenmişti. Fakat giderek kendini üreten, genişleten, diğer toplumsal pratiklere uygulanırlığa dair fikir haline gelerek kendini yaygınlaştıran ve hâkim kılan bir yönetim tekniği haline geldi.

Tüm bunlara rağmen eğer İmralı’ya bir hukuk aygıtı diyecek isek, şunu söylemeden edemeyiz: Türkiye’deki gerçek iktidar ve yönetim biçiminin bir prototipi olarak hukuk kurumudur. İmralı’nın olağan hukuk rejimi içinde yirmi yıl olağanüstü bir alan olarak varlığını sürdürmesi, olağanüstülüğün/istisnanın yaygınlaştırılmasının çekirdeğini oluşturmasını sağladı.

Olağan hukuka “demokratik” görünümü kazandıran şematik ilkeler ilkin orada askıya alındı: Biçimsel eşitlik, yasallık/nesnellik.

1. Biçimsel Eşitlik: Yasalara eşitlik değerini kazandıran şey öznelere karşı kör, herkes için aynı olması idi. Türkiye’nin son çeyreğinde “kişiye özel yasa” uygulaması İmralı’da başladı. Hakların düzenlendiği temel maddelerin sonuna ek paragraflar yerleştirilerek “Öcalan yasaları” olarak anılacak istisna hükümleri üretildi. Bu istisna hükümler sürekli ve sadece adada uygulandı. Örneğin kural, avukat görüşmesinin gizli olmasıydı. İstisna ve sadece adada uygulanan ise tüm avukat görüşmelerini bir yetkilinin dinlemesi ve kayıt altına almasıydı. Kural, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin adil yapılmadığına hükmettiği yargılamaların yenilenmesiydi. İstisna ise Öcalan’ı dışta bırakacak şekilde tarih sınırı konulmasıydı. 2005 yılında ceza kanunlarında ağırlaştırılmış müebbet cezası düzenlenir düzenlenmez, bu statüye sokulan yüzden fazla mahpusun infaz rejimi bir gecede değişti; kaldıkları koğuşlardan alınarak tek kişilik hücrelere yerleştirildiler. Bu da İmralı uygulamasını meşrulaştırma ve yayma amaçlıydı. İstisna üretim makinesi o denli hassaslaşmıştı ki, yapılan her yasa düzenlemesi ada sistemini etkileme testinden geçirilmekteydi. Bu bir dışta bırakma testi, dışlayarak sistemi sürdürme kültürüne dönüşüyordu. Çarpıcı bir örnek de 2011 yılında çıkarılan öğrenci affı ile ilgiliydi. Öcalan’ın öğrenci affından yararlanma olasılığını titizce hesaplayan devlet aklı, bütün siyasi nedenli terk ve uzaklaştırmaları af kapsamı dışında bırakıyordu. Bu “olağanüstü” gerekçeyle başlayan uygulama, sonraki tüm öğrenci aflarında siyasi nedenli uzaklaştırmaları dışta bırakan bir af yasası tekniğine dönüştü. 10-15 yıl varlıklarından pek de rahatsızlık duyulmayan bu kişiye özel düzenlemeler, son iki yılda KHK’ler ile genel bir yasa tekniği haline gelmiş oldu: Belirli kişiler ya da topluluklara özel yasal düzenlemeler.

2. Yasallık/Nesnellik: 2005’den itibaren İmralı’daki tüm avukat görüşmelerine bir görevli katıldı ve kayda aldı. Bu kayıt işlemi, yasada bulunmayan bir uygulamaydı. İnfaz yasasındaki “şüphe halinde avukatların belgelerine el konulabilir” hükmü (m. 59/4) yorumla genişletilerek uygulandı. Oysa hukukta istisnalar yorumla genişletilemez, ancak özgürlükler genişletilebilirdi. Yine pek kimse umursamadı. 2011 Temmuz’dan sonra ise İmralı’ya hiçbir avukat alınmadı, tamamen kapatıldı. Yargısal ya da hukuksal bir karara dayanmıyordu avukat yasağı, belirli bir mercideki bir idarecinin kararıydı sadece. Yani idari bir kararla bir cezaevine avukat girişi yasaklanmış oldu. Yasallığın yerini idari karara bıraktığı bu teknik de kendini hızla yönetimselleştirdi. 2015-2016’da onlarca il ve ilçede ilan edilen sokağa çıkma yasaklarını hatırlamak yeterli. Adı konulmamış OHAL ilanlarıydı bunlar ve nasıl ilan edildiler? Hangi yasallığa dayandılar? İl İdaresi Kanunu’nda bir madde vardı: 11/C2 (1). Bunu “geniş” yorumlayıp idari bir kararla (Valilik kararı) şehirlere giriş-çıkışları yasakladılar, şehirler tecrit edildi; milyonluk bir nüfusun neredeyse tüm anayasal hakları idari bir kararla askıya alınmış oldu.

İşte bahsettiğimiz yönetim tekniği budur. İmralı’da uygulanan taktik ve tekniklerin tüm topluma yaygınlaştırılmasından kastımız da budur. Hukuksal söylem kuşkusuz güvenli ve meşruluğu kuvvetli bir söylem alanı oluşturuyor. Ancak bununla sınırlandığımız müddetçe yüzeysel ve negatif bir dilin de kurbanları oluyoruz. Zira hukuksal olmaktan vazgeçmiş ya da buna son vermeye karar vermiş bir iktidar yapısı ile karşı karşıyayız. Bu vazgeçişin nüvelerinin en azından son çeyrek yüzyılda İmralı’da oluştuğunu savunuyorum. Acil gördüğü durumlarda hukukun üstünlüğünü askıya alan bir egemenlik biçimi, olağanüstü yetki gücü ile işleyen bir iktidar söz konusudur. Bu yetki kuvveti bölünmemektedir ve idarecilerin elindedir, hatta hukuk erkini de onlar üstlenmişlerdir.

İmralı tarzı yapıları, ceza hukuku politikasında bir paradigma değişimi olarak görebiliriz. Nedir bu değişim? II. Dünya Savaşı sonrası kurulan ve devletlerin sınırsız güç kullanımını sınırlama iddiasındaki küresel insan hakları söyleminden kopuş alanlarını üretmek! Bunun dünyada çarpıcı bir son örneği daha var: Guantanamo. 2002 Ocak ayından itibaren ABD’nin ilan ettiği “terörle savaş” konsepti doğrultusunda dünyanın çeşitli yerlerinden kaçırılan El-Kaide, Taliban vb. cihatçı savaşçılar olduğu iddia edilen kişiler ABD’nin Küba’da yüz yıldır kiraladığı -ya da fiilen işgal ettiği diyelim- askeri Delta kampına getirildiler. Bunların turuncu tulumlar giydirilmiş, ayakları prangalı, elleri kelepçeli, gözleri bağlı, diz çöktürülmüş, dikenli teller arasındaki görüntüleri basına yansıdı. ABD, bunları savaş esiri kabul etmiyordu. Yine ABD egemen toprakları sınırlarında bulunmadıkları için, ABD vatandaşlarının yararlanacağı insan haklarından yararlanabileceklerini de kabul etmiyordu. Yasal bir mahkeme kararıyla tutuklanmamışlardı; ABD Başkanı’nın yönetsel bir kararıyla “terörist” kabul edilerek orada tutuluyorlardı. Mahkemeye çıkarılmıyorlardı, avukata erişim hakları yoktu, aileleri onlara erişemiyorlardı, değişik işkence pratikleri uygulanıyordu. Bütün bunlar yirminci yüzyıl boyunca “çiğnenemez” ilan edilmiş temel hakların tamamının inkârıydı.

Aslında Guantanamo girişimiyle yapılan şeyi 2002 Mart'ında Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı John Yoo açıkça ifade ediyordu: “Yönetimin yapmaya çalıştığı şey, yeni bir hukuk rejimi yaratmaktır.” (2)

Bununla birlikte açılmış davalarda ABD Federal Mahkemeleri, söz konusu kişilerin başvurularını karara bağlamaya yetkili olduklarını kabul eden kararlar almaya başladılar. Ulusal Savunma Avukatları Birliği üyelerine, kurallar yeterli ve etik bir temsili imkânsız kıldığı için suçlanan kişileri herhangi bir duruşmada temsil etmelerinin etik dışı olacağını bildirdi.(3) İngiltere Temyiz Mahkemesi, Guantanamo’da hapsedilen İngiliz vatandaşının (Ferroz Abbasi) açtığı davada, kişinin “HUKUKİ BİR KARA DELİKTE” keyfi biçimde hapsedildiğine karar verdi(4).

Bu tarihten sonra Guantanamo için “hukuki bir kara delik” belirlemesi sıklıkla kullanılır oldu. En başa dönersek, paradigma değişimi ya da yeni hukuk rejimi denilen şey, tam da hukuki kara delikler yaratmaya odaklıdır. Başkanlar ve siyasetler değişir, günler ve mevsimler değişir, hayatlar ve kuşaklar değişir; tüm bunların kıyısında kara delikler varlıklarını sürdürür! Ve bir kara delik her zaman yayılma, yutma meylindedir. Bazen bir cezaevi, bazen bir toplama kampı, bazen bir bölge, bir şehir, bazen de bütün bir ülke kara deliğe dönüşebilir!

Tam da bu nedenle modern insan hakları söylemi ve aygıtları, Guantanamo gibi İmralı sorununa da etkili bir yaklaşım sergileyememektedir. İnsan hakları söylemi, insan bedenini eziyete karşı korumaya odaklıdır. Ancak örneğin bu insan ve bu beden etrafında örülen gözetleme, bilgilenme, bilgilendirmeme, yönetmeye çalışma, yönetilemez kılma tekniklerine sessizdir, yanıtsızdır, hatta maalesef bazen ortağı ve eklentisi haline gelmeye adaydır.

Örneğin CPT diye bir kurum ve onun Mart 2018’de yayınladığı bir İmralı raporu var (5). Bu raporlar çok akılcı, diplomatik ve hukuksal görünse de temel bir şeyin eksikliğinden muzdarip: Ruhsuzluk ve moral/etik değerlerden yoksunluk! Var olanı sorgulamak yerine akılla inceltilmiş öneriler sunarak, İmralı tekniğinin profesyonelleştirilmesine katılmaktalar. Şu rapordaki rasyonel ve hukuksal önermelere dikkat edelim! İmralı’da avukat görüşmelerinin “hava durumu”, “gemi arızası” gibi gerekçelerle iptal edilmesine inanmamızı beklemeyin diyor hükümete. “2013 yılında olduğu gibi bu kısıtlamalar Türk kanununda herhangi bir zemini olmaksızın uygulanmaktadır” diye de ekliyor (yani kanunsuz bir kısıtlama olduğunun ayırdında). Ve öneri yapıyor: “Heyet avukatın … talimat iletmede bir araç olarak kullanıldığı iddiası temelinde spesifik bir avukata erişim konusunda istisnai durumlar olduğunda bir başka bağımsız avukata erişimin sağlanmasını” öneriyor. Yani “siz idareciler yasal bir hakkı hangi yetkiyle kısıtlarsınız?” demiyor; daha rasyonel davranın, zevahiri kurtarın, “bağımsız bir avukat” gitsin diyor. “Bağımsız” bir avukat!

Bir diğer Avrupa Konseyi kurumu olarak AİHM’in tutumu da benzer meyildedir. 2011 Temmuz ayından itibaren İmralı avukat görüşmelerine tamamen kapatıldığında, avukatlar bu durumu 2011 Ekim ayında bir başvuru olarak AİHM’e taşıdı ve öncelikli görüşülme talebi de mevcuttu. Aradan geçen yedi yılda tecrit ve avukat yasağı halen devam ediyor. AİHM ise bu konuda bırakalım bir karar almayı, yedi yıl içinde başvuruyu prosedür gereği hükümete göndererek yanıt isteme çabasına dahi girmiş değil. AİHM’in 2010 sonrası tutumu, Roboski ve sokağa çıkma yasakları kararları ile İmralı karar(sızlık) hali başka bir yazının konusu edileceğinden bu kadarını belirtmekle yetinelim.

Olağanüstü halin hukuk için taşıdığı anlam, mucizenin ilahiyat için taşıdığı anlama benzer.” (Carl Schmitt, Siyasal İlahiyat 6) Daha mükemmel bir tarif olamazdı! Bütün kelamlar silindiğinde toplumun hafızasında kalıcı olan mucizeler olacaktır. Mucize doğaya ya da topluma uygulanan insanüstü bir şiddete dayanır ve bu öyle bir şiddettir ki, gücünü salt uygulayıcının kararından alır. Kendini tekrar ede ede kurallaşmış düzende istisnai bir durum yaratarak yeni bir kudret hali üretir. Tüm bu hukuk-politik, yönetimsel tekniklerdir İmralı’yı bir güç merkezi haline getiren.

Orada gerçekleşen de bu kudret halinin, bu güç hatlarının okunması, analizi ve koparılarak tersinden bir direnme hattına çevrilmesidir. İmralı sisteminin 20 yılı; davranışları yönetme üzerine kurulu bir iktidar tekniği ile kendini yönetilemez kılmaya odaklı bir direnme pratiğinin çarpışma tarihidir! Davranış ve söz gücünü ÖNGÖRÜLEMEZ kılmaya dayanır bu pratik; kendini YÖNETİLEMEZ kılmak böyle bir şeydir. Ki bu da başka bir yazının konusu olmaya adaydır.

Dolayısıyla sadece bir kurum olarak İmralı’yı ve onun hukuksal statüsünü eleştirmekle yetinirsek, başarılı olsak dahi aynı amaç ve etkilere sahip başka bir kurum ya da tekniğin onun yerini alışını izlemekle yetinebiliriz. İmralı tecridinden çıkış, İmralı statüsü ve İmralı tekniğinin hukuksal politik düzlemde lağvıyla mümkün olabilir.

(1) (Madde 11/ C) İl sınırları içinde huzur ve güvenliğin, kişi dokunulmazlığının, tasarrufa müteallik emniyetin, kamu esenliğinin sağlanması ve önleyici kolluk yetkisi valinin ödev ve görevlerindendir. Bunları sağlamak için vali gereken karar ve tedbirleri alır. Bu hususta alınan ve ilan olunan karar ve tedbirlere uymayanlar hakkında 66 ncı madde hükmü uygulanır.

(2) Bkz Philippe Sands-Hukuksuz Dünya-Alfa-Çev. B. F. Çallı, Nisan 2016 İstanbul, s.242-243

(3) A.g.e. s.248

(4) A.g.e. s. 261

(5) https://www.coe.int/en/web/cpt/-/council-of-europe-anti-torture-committee-publishes-report-on-imral-prison-turkey-

(6) Schmitt Carl- Siyasal İlahiyat – Çev. Emre Zeybekoğlu-Dost Kitabevi- 2016- s.42

*Hukukçu