Tarihin kurgusallığı ve roman sanatı: Veba Geceleri

Orhan Pamuk farklı hikâyeleri anlatmak için bir araç olarak kullandığı tarihi bu defa kurgunun kendisine dönüştürüyor. Tarihin, sorunlarını tespit ediyor, yorumluyor, öyle sunuyor okuruna.

Abone ol

Tarih ve edebiyat arasındaki organik bağ, farklı yüzyıllarda farklı anlayışların hâkimiyeti altında şekillendi, disiplinlerarası çalışmaların tesiriyle kuvvetlendi. Bugün birçok araştırmada “yöntem” olarak kullanılan Yeni Tarihselcilik, bu anlayışlardan biri, roman sanatıyla da oldukça yakından ilişkili. Bir “okuma yöntemi” olarak ortaya çıkan Yeni Tarihselcilik, resmi tarih anlayışına bir başkaldırı olarak değerlendirildi. Çünkü tarihin kurgusallığını vurguluyor, belgeler üzerinden kaydedilmiş ve insan eli değmiş her şeyi sorguluyor, üst-anlatılara savaş açıyor; bir anlamda tarihsel gerçekliğin kökünü kazıyordu. Bu anlayışın postmodernizmin felsefi zeminini oluşturan “çoğulculuk” ilkesiyle ilişkisi aşikâr. Şöyle özetleyebiliriz: Postmodernist tarih kuramı, mutlak kabul edilene karşıdır. Tarih bir yeniden yazımdır, tarihçiyse kurgunun sahibi. Objektif ve tutarlı bir tarih yorumu için farklı perspektiflere ve çoksesli bir ortama ihtiyacımız vardır -ki bu imkânlar sağlandığında da hangi “gerçeğin” sabit olması gerektiğine karar vermek mümkün değildir. Çünkü bu gerçeklerin hepsi, doğası gereği öznel/taraflı olan insan tarafından yaratılmıştır.

Postmodernizmde “bir” yoktur -her şey ikiden başlar, desek yerinde bir söylem olur zannederim. Postmodernist metin yazarlarının gerçeklik algısına baktığımızda, somut gerçekliği bütün yönleriyle -en kötüsüyle, en çirkiniyle birlikte- yansıttıklarını görürüz. Bu çoğulcu bakış, roman sanatının unsurlarına ve kullanılan tekniklere de sirayet eder. Tarihi roman ve postmodernist tarihi roman bahsine gelince… En temel anlamda tarihi romanlarda kurgu tarihsel bir gerçeğe dayanırken; postmodernist tarihi romanlarda -ki yalnızca postmodernist roman demek daha yerinde olacaktır- tarih estetiğe hizmet eden bir fon olarak kullanılır. Tarih sahnesi, bambaşka hadiseleri/kişileri/fantezileri anlatmak için bir araç haline gelir. Yazarın niyeti, tarihi bilgileri harmanlamak, tarihi aktarmak yahut öğretmek değildir artık.

Bugün hâlâ “tarihi roman” dendiğinde tarih ve edebiyat kıskacında sıkışıp kalmış, tarihe mi yoksa edebiyata mı yakın duracağını bilemeyen değerlendirmelerle karşılaşıyoruz. Elbette her şeyden evvel “tarihi roman” olarak adlandırdığımız metinlerin de “kurmaca” olduğunu unutmamak gerek. Kundera’nın söyleyişiyle: “Roman gerçekliği değil varoluşu inceler. Varoluş, olup bitenler değildir. İnsan olanaklarının alanıdır. İnsanın olabileceği her şey, yapabileceği her şeydir.” (1)

“Veba Geceleri”nin “Giriş” kısmına ve Pamuk’un röportajlarında dile getirdiği belirli maddelere dayanarak yapılan yorumlara istinaden şunu belirtmeliyim: Bizi 1901 yılına götüren ve “kurgulanmış” Minger Adası’nda geçen hadiseleri Mîna Mingerli’nin aktardığı “Veba Geceleri”nde kayıt altına alınmış tarihin birebir yansımasını görmeyi beklemek, belki bir tarihçi için değil fakat bir “roman okuru” için beyhude bir çabadır. Edebi metni yalnızca siyasete hizmet eden bir araç olarak görmek de öyle. Yazarı yıllarca tasarladığı, yazma süreci de geniş bir zamana yayıldığı için okurun roman üzerine beklentisinin yüksek olması anlaşılabilir bir durum. Ki benim de bir okur olarak özellikle dil ve anlatım ile kurgu akışındaki tekrarlar hususunda dikkatimi çeken birçok unsur var. Fakat yapılan değerlendirmelerdeki karmaşa, bizi yine gerçek ve kurmaca arasındaki ilişkiye ve tarih ile edebiyat disiplinlerinin iç içe geçmiş serüvenine götürüyor. Aynı zamanda yazar-metin-okur üçgenindeki hassas dengeye.  Bu noktada Eagleton’a başvuracağım, “bir eserin kurgu ya da kurgu dışı olduğunu yazarının niyetine bakarak belirlemek kurgusallığın anlamını fazlasıyla hafife almak olur.” (2)

BEYAZ KALE’DEN VEBA GECELERİ’NE

Geleneksel tarih anlayışını sorgulayan, tarihin “neliğiyle” ilgili sorular soran, tarihi bir fon olarak kullanarak efendi-köle ilişkisini/çatışmasını ortaya koyan “Beyaz Kale” de, nakkaşlığın tarihi üzerinden sanatta birçok meseleyi ele alan, Doğulu sanatçı ve Batılı sanatçı -nakkaş ve ressam- kimlikleri aracılığıyla üslup problemini tartışan ve polisiye/gerilim ögesinin baskın olduğu “Benim Adım Kırmızı” da derdini anlatırken postmodernist edebiyatın imkânlarından faydalanan romanlardı. Şimdi de tarih üzerine inşa edilen bir romanla, “Veba Geceleri”yle muhatabız. Aynı yazarın elinden çıkmış ve en azından bir noktada ortaklık gösteren metinleri birlikte düşünmemek bana olanaksız geliyor. Bununla kastettiğim asla bir “kıyasa gitme” değil.

Bahsi geçen iki romanın postmodernist niteliklerini ve tarihe bakışını -bütün örnekleriyle bu yazıda ele almam mümkün olmadığı için- kabaca hatırlayalım: Üstkurmaca, ansiklopedici Faruk Darvınoğlu’nun arşivde bulduğu el yazması (romanın ta kendisi), el yazmasının yazarının kimliğinin yarattığı ikircikli durum ve aktarıcısının gerçeği yansıtıp yansıtmaması sorunsalı aracılığıyla kendini gösterir “Beyaz Kale”de. Darvınoğlu ise başlı başına metinlerarası bir unsurdur, “Sessiz Ev”den “Beyaz Kale”ye… Nakkaşlık geleneğini polisiye kurguyla ele alarak belki de daha geniş bir okur kitlesinin ilgisini çektiğini söylemenin mümkün olduğu “Benim Adım Kırmızı”da da tarihsel gerçeklik ile kurmaca arasında benzer bir ilişki vardır. Anlatıcı çeşitliliği, postmodernizmin çoksesli ortamının bir yansımasıyken; türlü eserlere yapılan göndermeler, metinlerarasılık örneğidir. Kurgudaki akış, belirgin bir şekilde üstkurmacaya hizmet eder. Ve elbette katilin kimliğinin açıklanmasının devamlı ertelenmesi, yazarın okurun merakının sürekli diri kalmasını sağlayan, kurgunun polisiye/gerilim ögesini destekleyen oyunlarından biridir. Bunlarla birlikte iki romanda da “parodi” ve “pastiş” örneklerine rastlanır. İlk akla gelenler olarak: “Benim Adım Kırmızı”da bu teknikler aracılığıyla Meddahlık geleneği ile mesnevilerin içeriksel ve biçimsel özellikleri yer alırken; “Beyaz Kale”de Cervantes’in “Don Quijote” eserindeki “Tutsak Öyküsü”nün parodisinin bulunduğu konuşulur, ayrıca romanın zaman zaman Naima’ya, Evliya Çelebi’ye ve Kâtip Çelebi’ye benzetilen üslubu da pastiş örneği olarak değerlendirilebilir.

“Veba Geceleri”nin hikâyesi anlatılan V. Murat, II. Abdülhamit, Hatice Sultan gibi kişileri tarih sahnesinde yer alırken; mektuplarından bahsedilen Pakize Sultan ile eşi Doktor Nuri, romanın öne çıkan isimleri Vali Sami Paşa, Marika, Zeynep ve Kolağası, kurgu kişilerdendir. Bu tarihsel gerçeklik ile kurmaca birliğine, romanın ilk yarısından sonra yaşanan gelişmeler sebebiyle bir “karnaval coşkusu” hâkimdir. Başka bir deyişle, “Veba Geceleri”nin temel dinamiği, sürprizleriyle birlikte olay örgüsüdür. Romanın anlatıcısı ise tektir. Sözgelimi “Benim Adım Kırmızı”nın özgünlüğü/karnavalesk havası anlatımdaki çokseslilikten, çoğulcu estetikten geliyordu. “Veba Geceleri”, anlamın yüzeye çekildiği bir metin. Romanda sıklıkla adı geçen Sherlock Holmes ve polisiye ögesinin odağındaki Bonkowski Paşa cinayeti, Minger ve salgın hakkında bunca ayrıntı varken okur adına büyük bir yer işgal etmiyor anlatıda. Mîna Mingerli’yi bir üstkurmaca ögesi olarak kabul etmemizle birlikte bahsi geçen iki romandan da -kanaatimce- yazarının metnin “oyunsuluk” derecesindeki tercihiyle ayrılıyor “Veba Geceleri”. Onun çoğulculuğu, böylesine büyük bir kurguda “tek” bir kişiye odaklanmıyor oluşundan kaynaklanıyor. Pamuk, roman kişilerinin hikâyelerinin ayrı ayrı ve bir arada yaşamasına imkân sağlıyor. Yani aslında bir büyük hikâyeyle değil, bir hikâyeye kaç büyük hikâye sığdırılabileceğiyle ilgileniyor.

BEN BURADAYIM

Kimilerine göre “masallardan çıkma” kimilerine göreyse “efsanevi hatta korkutucu” bir manzaraya sahip olan Minger’de (VG, s. 73) doğmuş ve doktorasını Cambridge Üniversitesi’nde 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Girit ve Minger adaları üzerine yapmış kurgu kişisi anlatıcı Mîna Mingerli, Minger “kraliçesine” dönüşen bir Osmanlı sultanının torunu. Onun tarihe ve tarih-edebiyat ilişkisine bakışının metindeki yansımaları, özellikle romanın “Giriş” kısmında görülüyor. Yukarıda söz ettiğim birçok bahse tek cümlede temas eden bir “ilk cümle”yle açılıyor bu kısım: “Bu hem bir tarihi roman hem de roman biçiminde yazılmış bir tarihtir.” (VG, s. 11) Ve devamında: “1901 yılındaki veba salgını sırasında adada olup bitenleri araştırırken, bu kısa ve dramatik sürede kahramanların öznel kararlarını anlamaya tarih biliminin yetmeyeceğini, bunların roman sanatının yardımıyla daha iyi anlaşılabileceğini hissettim ve bu ikisini birleştirmeye çalıştım.” (VG, s. 11)

1901-1913 yılları arasında Padişah V. Murat’ın kızı Pakize Sultan’ın ablası Hatice Sultan’a yazdığı mektuplar geçiyor anlatıcının eline ve romanın temeli atılıyor. Bu noktada dikkat çekici olan anlatıcının oldukça öznel kaynaklardan -mektuplardan- yola çıkmış olması. Ki anlatıcının roman boyunca kişilere olan mesafesine ve tavrına baktığımızda da yer yer fazlasıyla öznel olduğunu görüyoruz. Bunu kendisi de belirtiyor. Roman sanatının doğası gereği kendini bir padişah kızı gibi hissederek yazdığını fakat aynı zamanda bir tarih kitabı kaleme aldığı için “tek kişinin görüş açısı” kuralına uymadığını da. Anlatıcının akademik üslubu, “biz” şeklinde konuşması, “kitabımız” sözcüğünü sıklıkla yinelemesi romanın öne çıkan bir başka unsuru. Bunun anlatıcının eğitim derecesine ve araştırmacı kimliğine uygun olduğu aşikâr. Fakat tarihçilerin ve bilimsel metinlerin üslubu üzerinden bir “pastiş” örneği olarak değerlendirilebilir mi, o kısım tartışmaya açık. Öte yandan bir tarihi roman olarak dönemin dil özelliklerinin de taklit edilmediğini görüyoruz “Veba Geceleri”nde.

Mîna Mingerli anlatıya müdahale eden bir yapıya sahip. “Benim Adım Kırmızı”nın anlatıcıları gibi okuruyla konuşuyor, fakat onlardan farklı olarak amacı okuru uyanık tutmaktan ziyade ona ipuçları vermek, geleceği işaret etmek, tarihi bilgiler sunmak. İşte bu “ben buradayım” tavrı, üstkurmacanın ürünü olan “Giriş” kısmının bir uzantısı. Bir örnek:

 “Kitabımız en sonunda bir tarih kitabı olduğu için bu noktada gelecekten bahsetmekte hiçbir sakınca görmüyoruz: Kitabımızın sonuna gelene kadar aslında Damat Doktor Nuri’nin sezgilerinin yerinde olduğunu ve hem eczacı Nikiforo’nun hem İstanbul’daki ressamın hem de Doktor İlias’ın siyasi nedenlerle öldürüleceklerini ne yazık ki görecek okurlarımız.” (VG, s. 101)

Yine tarih-edebiyat ilişkisi bağlamında, romandaki “güç simgesi”, gizli başrol Abdülhamit’in -deyim yerindeyse- “insani” özellikleriyle de anlatılması, özellikle Pakize Sultan’ın amcası hakkındaki fikirleri, romanda dikkatimi çeken niteliklerden. Pamuk’un roman kişilerinin her birinin hikâyesinin ayrı ayrı yaşamasına imkân sağlaması, nasıl Yeni Tarihselci anlayışın tarih sahnesinde arka planda kalmış, “sıradan” insanlara odaklanışını hatırlatıyorsa; bu nitelik de tarihin yalnızca “büyük isimler” üzerinden ilerlemediği fikrine temas ediyor. Romanda tarihin kurguyla el ele ilerleyen yolculuğuna yapılan göndermeler de yer alıyor. Mîna Mingerli’nin tarihi bir hikâye anlatırken “Bu hikâyenin Cumhuriyet’ten sonra Türkiye’de gazetelerin tarih köşelerinde yayımlanan tamamen uydurma bir başka çeşidi” (VG, s. 207) ifadesini kullanması gibi. Yahut Mingerli’nin tarih-tarihçi ilişkisini sorguladığı bu paragraf, zaman içinde değişen tarih anlayışının altını çizen en mühim örneklerden:

“Tarihte ‘karakter’ ne kadar önemlidir? Bazıları hiç önemsemez bu konuyu. Tarih onlar için tek tek kişilerden çok daha büyük bir tekerlektir. Bazı tarihçiler ise tarihteki bazı vakaları önemli kişilerin ve kahramanların karakterleriyle açıklarlar. Biz de tarihi bir kişinin karakter ve huylarının zaman zaman tarihi etkileyebileceğine inanıyoruz. Ama bu kişisel özelliği belirleyen de yine tarihin kendisidir.” (VG, s. 205)

Kolağası ile Zeynep aşkı ve bu aşkın aktarımı/romanda işgal ettiği yer hakkında da fikir beyan ediyor Mîna Mingerli: “Tarihi hikâyeler ne kadar ‘romantik’ iseler, o kadar doğru değildirler ve ne kadar ‘doğruysalar’ -ne yazık ki- o kadar da romantik değildirler.” (VG, s. 148) Bugünden bakıldığında birçok şeyin “yanlış” yorumlandığı, dönemin bütüncül bir bakışla ele alınması gerektiği meselesini ise adadan salgın sebebiyle kaçanlardan ve adada kalmayı tercih edenlerden bahsettiği kısımda, “Bugün, yüz on altı yıl sonra bunu parasızlık, imkânsızlık, alakasızlık, kadercilik, korkusuzluk, din, kültür gibi nedenlerle açıklamak ne kadar doğrudur?” (VG, s. 168-169) sorusuyla tartışmaya açıyor.

Romandan hem Yeni Tarihselci anlayışın resmi tarihe bakışını hem de Mîna Mingerli’nin “kaynak” meselesine yaklaşımını yansıtan mühim bir örnek vererek yazıyı sonlandırmak istiyorum. Anlatıcı, Minger Devleti’nin ilk günlerinin resmi hikâyesini yazanların, Komutan Kâmil’in veba günleri ve gecelerinde gerçekleştirdiği icraatlardan bahsederken övündüğünü söylüyor. Hemen ardından “Pakize Sultan’ın mektuplarını okuyanlar, daha sonra devlet tarihçilerinin yaptığı gibi o günlerde Komutan’ın ‘cumhuriyetçiliğine’ vurgu yapmanın abartma olduğunu göreceklerdir.” (VG, s. 368-369) diyor. Art arda sıralanan bu ifadelerde Mîna Mingerli’nin oldukça öznel bir kaynağa -mektuplara- verdiği değer/duyduğu güven ve “devlet tarihçileri” tabirini kullanması dikkate değer.

“Veba Geceleri” gibi iyi tasarlanmış büyük bir kurgu hakkında elbette daha çok söz söylenecek. Metnin tarihle olan bağı, göndermeler-bağıntılar, karantina uygulamaları-otorite-medeniyet meselesi, salgın/ölüm korkusu, Osmanlı/İslâm tasavvuru, kullanılan ironik söylem gibi birçok konu, ilerleyen zamanda derin çalışmalara konu olacaktır. Romanın ilk kısımlarında İzmir-Minger halkı arasındaki farkları ortaya koyan ifadeler ve Vali’nin ısrarla üzerinde durduğu “millet” vurgusu hakkında yahut yalnızca “Onlar için ‘karantina’ sağlıklı hacıyı cezalandırıp, öldürüp, parasını almak için icat edilmiş şeytani bir Frenk kurnazlığıydı” (VG, s. 104) cümlesi üzerine bile bugünle ilişki kurarak yazılacak çok şey var. Bununla birlikte romanın hem Mîna Mingerli hem de Pakize Sultan odağında feminist eleştiriye de açık olduğunu düşünüyorum.

Ve “sonsöz” niyetine: Orhan Pamuk farklı hikâyeleri anlatmak için bir araç olarak kullandığı tarihi bu defa kurgunun kendisine dönüştürmüş. Bir disiplin olarak üzerine düşünmüş tarihin, sorunlarını tespit etmiş, yorumlamış, öyle sunmuş okuruna. Her şeyden evvel bu, ne kadar titiz çalışıldığının göstergesi. Mingerli’ye ithafen: Bu bir tarih kitabı mıdır bilinmez, fakat bu kesinlikle bir romandır, hem de büyük bir romandır…

 Dipnotlar 

1. Milan Kundera, Roman Sanatı, Çev. İsmail Yerguz, Afa Yayınları, İstanbul, 1987, s. 53.

2. Terry Eagleton, Edebiyat Olayı, Çev. Başak Yüce, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2017, s. 117.

İlgilisine okuma notları 

1. S. Dilek Yalçın Çelik, Yeni Tarihselcilik Kuramı ve Türk Edebiyatında Postmodern Tarih Romanları, Akçağ Yayınları, Ankara, 2005.

2. Hülya Argunşah, “Tarihi Romanda Post-Modern Arayışlar”, İlmi Araştırmalar, S:14, İstanbul, 2002.

3. Serpil Oppermann, Postmodern Tarih Kuramı, Phoenix Yayınevi, Ankara, 2006.