Suriye'de yine hüsran

Çatışmasızlık planının tüm Suriye’yi kapsamaması ve sadece dört bölge (ve çevresinin) saptanmış olması mücadelenin halk – yönetim değil devlet – örgütler mücadelesi olduğu tanımlamasına biraz daha yaklaşıldığının göstergesi.

Musa Özuğurlu yazar@gazeteduvar.com.tr

Suriye’de “çatışmasızlık bölgelerinin” saptanması ile birlikte süreç artık yeni bir aşamaya girdi. Batı ve Türkiye’nin saha gerçeklerine tamamen ters biçimde yaptığı “muhalif” tanımlaması artık geçerli değil. Çatışmasızlık bölgeleri değerlendirildiğinde bu gerçek siyasi tanımlamalara yer bırakmaksızın gözler önüne seriliyor.

Çatışmasızlık planının tüm Suriye’yi kapsamaması ve sadece dört bölge (ve çevresinin) saptanmış olması mücadelenin halk – yönetim değil devlet – örgütler mücadelesi olduğu tanımlamasına biraz daha yaklaşıldığının göstergesi.

İdlib (ve çevresi) yaklaşık 40 bin militanı barındırıyor. Bu militanların motor gücü terör örgütü olduğu Türkiye tarafından da kabul edilen El Nusra. Diğer örgütler de ideolojik olarak El Kaide düşünce / ilkeleri ile hareket ediyorlar. Yani sonunda “ılımlı” olarak niteleyenler de dahil bu örgütlerin gerçek mahiyetlerini perdeleyen ülkeler bu tanımlamayı yapmak zorunda kalacaklar. Diğer yandan İdlib Suriye’nin hemen her tarafından çıkan militanların toplandığı yer. Bu militanların ılımlı olduğunu iddia etmek de bütün siyasi ve askeri tanımlamalara aykırı bir durum teşkil ediyor.

Diğer çatışmasızlık bölgesi Humus. Daha doğrusu Humus ile Hama arasında yer alan iki ilçe olan Rastan ve Telbise.

Bu iki ilçe olayların neredeyse başından bu yana silahlı grupların elindeydi ve Hama – Humus karayolu üzerinde bulunan bu iki merkez halen bu grupların elinde.

Kuneytra – Dera ekseninde de kırsalın bir bölümü ve Dera merkezin bir bölümü silahlı grupların hakimiyeti altında bulunuyor.

Şam kırsalında ise daha öncesine göre bir hayli küçülen bir bölge İslam Ordusu örgütünün elinde bulunuyor. Bu bölgede İslam Ordusu ile diğer örgütler arasında çatışmalar yaşanıyor.

Bu dört ana bölgenin dışında İdlib’ten Lazkiye kırsalına sarkan bölgeyi de çatışmasızlık alanına katmak lazım.

Bütün bu anılan bölgelerde bir şekilde hakimiyet kurmuş olan örgütlerin terör örgütü olduğu ve Suriye halkı tarafından kabul edilmediği ortadayken bu örgütlerin “muhatap alınmasının ve uluslararası bir anlaşmada yer almalarının” anlamı ne?

Anlaşmaya imza atan taraflar açısından bakmaya çalışalım:

Rusya, İran (ve anlaşmayı olumlu karşılayan Suriye) için bu anlaşma “terör gruplarının belli bölgelerde izole edilmesi ve zaman içinde bu örgütlerin eritilmesi stratejisinde yeni bir adım.

Böylece bazı değerlendirmelerde bir süredir dile getirilen Suriye’nin bölünmesinin ön adımı olarak görülen bu anlaşma üçlü için tam tersi bir anlam taşıyor: Ordu bundan sonra terör örgütlerini belirli bölgelere hapsedecek ve üstelik bunun garantörlüğünü de bazıları yönetime karşı savaşta bu örgütleri destekleyen diğer ülkeler yapacak!

Türkiye açısından bu anlaşma siyasi enstrüman olarak kullandığı ve bu nedenle doğrudan ya da dolaylı desteklediği bazı örgütlerin (en azından bulundukları bölgelerdeki) bekasını garanti altına almak amacını taşıyor.

Rusya anlaşmanın ABD ile bir şekilde görüşüldüğünü açıkladı. Burada PYD adı gündeme geliyor. Böyle bir anlaşmada PYD’nin (iki ülke arasında) gündeme gelmemiş olması olasılık dışı.

Peki bu durumda PYD bu anlaşmanın neresinde ve anlaşmanın tarafı olan Türkiye’yi ne bekliyor?

Anlaşma açıklandığında 4 bölge telaffuz edildi, bunlara Kürt bölgesi de 5'inci bölge olarak eklenebilir mi? Kaldı ki Afrin zaten İdlib ile birlikte anılması gereken bir yer. PYD’nin etkin olduğu diğer yerler -muhtemelen Türkiye’nin müdahalesi veya hassasiyetleri nedeni ile- belirtilmedi ama anlaşma fiili olarak bu bölgeleri de kapsıyor. Bu durumda Türkiye zaten ABD korumasında bulunan bu bölgelerin de “çatışmasızlık ve dolayısıyla saldırmazlık” anlaşmasına dahil edilmesini kabul etmiş oluyor. Bir gece ansızın gelemeyeceğiz yani!

Suudi Arabistan Türkiye’nin vekaletinde anlaşmanın tarafı sayılabilir. Ceyşul İslam terör örgütünün etkin olduğu Doğu Guta bölgesinin anlaşmaya dahil edilmesinin başka anlamı yok.

Anlaşma tarafların da kabul ettiği anlamda “terör örgütlerini” kapsamıyor ve bunun anlamı da bu bölgelerde kalan örgütlerin kendi içlerinde tarafını seçmek zorunda kalacağı ve iç çatışma yaşanacağı. Guta bölgesinde son günlerde görülen çatışmalar bunun bir örneği.

Taraf seçme konusunda zorlanmasalar bile belirli bölgelere sıkıştırılan bu örgütlerin bir süre sonra bu kez pasta kavgasına tutuşması da büyük olasılık.

Anlaşma ile ilgili dile getirilen “Lübnan senaryolarına” gelince: Bu mümkün değil. Çünkü Suriye zaten bu türden önerilere daha önce tavrını koymuştu ve bu türden bir bölünmeyi Türkiye’nin kendisine nüfuz alanları oluşturmak için istediğinin de farkında. Diğer yandan Beşşar Esad yönetimi böyle bir teklife sıcak baksaydı çok önceden kabul edebilirdi.

Bugün için “artık kabullenmek zorunda kaldığı” iddiaları da gerçeği yansıtmıyor, Esad ve müttefikleri çok uzun vadeli düşünüyor.

En önemli gösterge ise çatışmasızlık alanlarının Lübnan tipi (Taif Anlaşması) çeşitli iç dinamik tanımlamaları ile yapılmamış olması, diğeri ise Suriye’de -Kürtler istisna- bu türden etnik ya da dinsel kesimlerin olmaması.

Bu noktada ise herkesin “Suriye’nin toprak bütünlüğü üzerinde titremesi” devreye giriyor. Esad yönetimini devirme hedefinden hiç ayrılmayan Türkiye bile “Kürt fobisi” yüzünden “bölünmeye” karşı.

Kürtler de ABD ile Rakka ve kendi bölgelerindeki işbirliğini Şam’ı göz ardı ederek yürütemeyeceklerinin farkında.

PYD yöneticilerinin “nihai hedef Akdeniz’dir” açıklamalarının ise sahada karşılığı yok.

Bu anlaşma ve dışındaki gelişmelere bakılacak olursa bundan sonra Suriye (ve müttefiklerinin) önündeki yol haritası ne olacak peki?

Öncelikle çatışmasızlık alanlarına yönelinecek. Deyrezzor, Şam kırsalının Doğu Guta dışındaki bölgeleri ve diğer bölgeler ele alınacak. Nitekim bu satırlar yazılırken Suriye Dışişleri Bakanı Velid El Muallim’den bu yönde bir açıklama geldi.

Rakka ayrı bir başlık olarak duruyor. Rakka meselesi (Rusya tarafından) ABD ile birlikte ele alınacak gibi duruyor. Hoş ABD buna yanaşmasa bile – gizli ya da açıktan - Suriye ordusu olmadan Rakka alınabilirse bir mucize gerçekleşmiş olur.

Hama ile Humus arasında kalan Rastan ve Telbise zaten ülkenin ortasında yer alan bölgeler, Kuneytra – Dera hattı da İsrail’in tüm yardımlarına rağmen El Nusra başta olmak üzere sonraki hedeflerden biri olacak.

Suriye ordusu bu bölgeleri temizledikten sonra eninde sonunda kendi egemenlik sınırları içinde yer alan İdlib ve diğer merkezlere yönelecektir.

Peki hükümete yakın medya tarafından sevinç çığlıkları ile aktarılan ve sadece İdlib’in öne çıkarıldığı bu anlaşmanın Türkiye’yi sevindirecek bir yanı var mı?

Bizce yok. Daha doğrusu olmaması gerekir. Birincisi Türkiye bir kez daha El Kaide ve türevleri örgütlerin hamisi konumuna düştü. İkincisi Kürt meselesinde inisiyatifi tamamen ABD – Rusya eksenine bırakmış oldu ve daha önce sınırlı da olsa sağladığı sınır bölgelerindeki hareket kabiliyetini kaybetti.

Ve en önemlisi: Bakmayın siz “biz uzun zamandır güvenli / tampon bölge istiyorduk” avunmalarına. Tampon bölge şimdi bizzat Türkiye’ye karşı oluştu ve İdlib’teki 40 bin kadar militan her an başımıza bela olabilir.

Sonuç olarak bu anlaşma ile uzun vadeli ve ince ameliyat titizliğinde adımlar atan Rusya - İran – Suriye bir cephe daha kazandı.

Putin bir kez daha Erdoğan’a kazanmış hissi vermeyi başardı, şimdi Trump ile görüşme sonrası Erdoğan’ın Suriye konusunda atacağı adımları bekliyor.

Peki ya ABD ve (Suriye’yi ikna ederek) Rusya arasında Kürt bölgesinde Suriye’nin toprak bütünlüğü bozulmadan (ABD’nin Kürtler vasıtası ile oluşturduğu) nüfuz alanı anlaşması olursa Erdoğan ne yapacak? Çok mu uçuk?

Muallim’in bugünkü açıklamasında “mevcut aşamada Kürtlerin IŞİD ile savaşı meşrudur, Suriyeli Kürtlerin savaşı ‘Suriye’nin bütünlüğünü koruma çerçevesindedir” güzellemesi dikkat çekici. “ABD’nin Rusya ile anlaşması gerektiğini idrak etmiş görünmesine de” vurgu yapan Muallim’in bugüne kadar hiç boş konuştuğuna şahit olmadım.

Tüm yazılarını göster